Kimisi deniz kıyısında, suyun çalkantılı yüzeyini, ufuk çizgisini seyrederek dinlendirir gönlünü; özgürlüğü duyumsar. Ben de severim elbette çalkantılı yüzeyi, akışı seyretmeyi; ama daha çok sokağın, caddenin anaforlu akışını, insan selini, birlikte özgürlüğe yelken açacağımız, yüzlerimizdeki ufuk çizgisini. Ama artık tadı yok hiçbir şeyin; kentin yataklarında aksalar da yüzlerine katılık sinmiş; rahatsız edici. Yüzlerindeki katı ifade, pişirilmekten sertleşmiş bir et parçasının ifadesini andırıyor, canlılığını yitirmiş.

Suç bizim!

Çilem Karabulut’un meşru müdafaasını estetik yaptırmadığı için kabul etmeyen savcı haklı. Suç bizim, estetik yaptırmalıydık. Çünkü içine çeşni olarak konduğumuz ve şefin, elindeki kepçeyle karıştıra karıştıra pişirdiği faşizme yabancılaşmalı ve tüm olup bitenleri yadırgamalıydık. Yüzümüz ve yüzümüzün organları o kadar alıştı ki olup bitenlere, pişkinlikle kabulleniyoruz her şeyi. Ağır ateşte, yavaş yavaş pişirildik çünkü. Ve yüzümüz pişmekten köseleleşti neredeyse. Hani bir tabir var ya “kösele suratlı” diye, işte öyle. Şef, yüzümüze tükürse, yağmur yağıyor sanıyor, yarabbi şükür diyoruz. Hâlâ çok geç değil, kaskatı olmadan değiştirebiliriz yüzümüzü.
Estetiğe çok ihtiyacımız var bugün. Aynadaki görüntüsünü beğenmeyenlerin güzelleşmek uğruna katlandıkları estetik operasyonlardan söz etmiyorum ya da kültürel seçkinlerin formdan aldıkları ayrıcalıklı hazdan. Ölümü yüceltenlere, ölüm-severlere inat, yaşamın içine olabildiğince gömülerek, kılcal damarlarımıza dek yeryüzünü duyumsamak, yaşamı olabildiğince algılamak, kösele suratları yeniden canlandırmak için estetik. Eski Yunancadaki estetik sözcüğü, ‘Aisthetikos’, “duyumsamayla algılanan şey” anlamına geliyor. ‘Aisthesis’ ise duyuma dayalı algı deneyimi. Estetiğin başlangıçtaki alanı sanat değil, gerçekliktir, yeryüzüdür, doğadır. Estetik, bir bedenin tüm duyu organlarıyla yeryüzünü duyumsama edimidir. Faşizmin ağır ateşinde, yavaş yavaş pişip hissizleşmiş bedenlerimizi yeniden duyarlı hale getirmeli. Yeryüzünün, kentlerin, bedenlerin yıkımını hisseden ve isyan eden, duyumsayan varlıklara dönüşmeliyiz.

Duyularımıza bakalım!

Gözlerimizden başlamalıyız önce. İmge ormanında yaşayan görsel hayvanlarız ve hayatta kalabilmek için en çok gözlere ihtiyacımız var. Ama gözlerimiz ölü imgelerle o kadar kirletildi ki hayatta kalmamızı sağlayacak, yaşamı olumlayacak imgeleri değil de öte dünyanın katılığına gömülmüş imgelere alıştırıldı gözlerimiz. Yaşamı duyumsayacak yeni gözlere ihtiyacımız var. İmgelerin katılığını, formun kalıcılığını değil, henüz ortaya çıkmamış ve çıkmasıyla birlikte mevcut düzeni değiştirecek, oluşun imgesini yakalamalıyız. Yakalayamazsak, faşizmin kaynar sularında pörtleyecek gözlerimiz.
Sonra da kulaklarımızı. Çığlıkları, katledilenlerin çığlıklarını duyamıyoruz bile, çünkü işitme yetimizin dışında kalıyorlar. İktidarın egemen tonu, tüm sesleri bastırıyor ve sadece şefin bizi pişirirken kullandığı söylem kulaklarımızda. Kulaklarımızın pasını silmek de kurtaramayacak bizi. Kulaklarımızın işitme eşiğini, sadece iktidarın sesini algılayacak şekilde ayarladılar, en iyisi toptan değiştirmeli. Bizi faşizmin katılığından kurtaracak, yeryüzünün tüm seslerini, çokluğu duyabilmektir.
Ya burnumuz? Ağır ateşte pişirilirken ölümün kokusunu duyamadık bile. İyice piştikten sonra da iş işten geçmiş olacak ve sadece içinde pişirildiğimiz faşizmin kokusuna alışacak burunlarımız. Yaşamın tüm kokularını duyamıyorsak, bilin ki havadaki ölüm kokusundandır.
Peki, ağzımıza ne demeli? İktidar söylemlerinin yankılandığı derin bir mağara. Farkına varmadan ya da vararak cinsiyetçi, ırkçı, faşist söylemleri durmadan yineleyen ağızlarımızı da değiştirmeli. Kapatıldığımız mağaradan çıkmamız gerek, çoklukla karşılaşmak, çokluğu işitmek ve çokluğu dile getirmek için; yeryüzünü yeniden duyumsamak. Evet, çok geç olmadan estetik operasyonlara başlamalı. Bakın o zaman nasıl da hepimizin yüzünde yeniden belirecek, umudun, özgürlüğün ufuk çizgisi.

Kaynak: Birgun.net