BURCU CANSU / [email protected]
@burcu_cansu

Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğrafçılar Atölyesi, ülkenin dört bir yanında ‘devlet tarafından kaybedilen’ kayıpların, anneleri, eşleri, çocukları ile konuştu. Cumartesi meydanında büyüyen çocukların öyküleri, yaşanmamış düşleri, Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın neden mücadele ettiğinin öyküsü “Gözaltında Kayıplar” kitabında derlendi.

Kitapta işkencedeki oğlunun son çığlığının, “Anne su” olmasından dolayı su içmeye küsen anneden, Beyaz Toros’a bindirilip götürüldükten sonra geri dönülmediği için taksiye binmeyen anneye, her akşam ayakkabılığa babasının da ayakkabısını koyacağını günü bekleyen çocuğa kadar yüzlerce sarsıcı hikâye yer alıyor.

AFSAD Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi 2013-2015 Dönemi Belgesel Fotoğraf Projesi olarak hayata geçirilen “Gözaltında Kayıplar” kitabı ile ilgili atölyenin eğitmeni Mehmet Özer ile kayıpları, kayıp yakınlarını ve kitabını konuştuk.

Kayıplar gerçeği

“Başkalarının hayatlarına baktığımız kadar insanız” diyerek söze başlayan Özer, bu çalışmaya karar verme sürecinin 20 yıllık bir zamanı kapsadığını söyleyerek şöyle devam etti:

“20 yıldır bu konuda birikim yapıyordum. Artık soruna bakabilme cüretini kendimde gördüğümde bunu yapmaya karar verdim. 1995 yılında Gazi ayaklanmasından sonra kaybedilen Hasan Ocak’ın aranması sürecine katılmıştım. Ocak’ı kimsesizler mezarlığında bulduk. Ardından da Rıdvan Karakoç ve Ayşenur Şimşek’in cansız bedenine ulaşıldı. Devlet gözaltında kayıpların olduğunu reddetse de Hasan Ocak’ın, Rıdvan Karakoç’un ve Ayşenur Şimşek’in bulunması üzerine devlet suçüstü yakalandı. Ülke ‘kayıplar gerçeği’ ile karşılaştı. Bir de baktık ki ülkenin her metrekaresinde bir kayıp var. Kaybedilmenin ne demek olduğunu biliyorum, çünkü sürdürülen bu mücadelenin tanığıyım. Yıllar geçse de gözlerini yatırıp pencerenin pervazına evlat yolu beklemek, sokak lambasının büyüttüğü her gölgeyi çocuğu/eşi sanmak ve soluğundan kuşlar havalandırmak, kapıyı açık bırakarak, kapı aralığından apartman koridorunu gözlemek… Biz bu arayışı, bu acıyı biliyoruz. İstiyoruz ki, fotoğraflarımız kayıpların bulunması için bir ses olsun. Gün ortasında ellerinde mumlarla insan arayanlar çoğalsın. Kayıplarımız evlerine dönene kadar… Usanmadan, uslanmadan, sormaya, aramaya, devam edeceğiz.”

Devlet politikası olarak: Kaybetme

Kaybetmenin, devletin kendi muhaliflerini bilinmeze sürükleyerek, yaşayanlara sürekli acı vermek ve korkuyu süreklileştirerek, toplumda bir yılgınlığın ve teslimiyetin hüküm sürmesini sağlamak için yapıldığını ifade eden Özer, “Devlet bunu daha çok devrimciler, komünistler ve Kürt halkı üzerinden yaptı. Aslında ülkemizdeki kayıplar öyküsü 90’lı yıllarda değil, 1915’li yıllarda İstanbul’da 1915 Ermeni tehciri sırasında başlıyor. Bir anlamda devletin kaybedilme öyküsünü, bir halka karşı başlattığını söylemek gerekir. Sonraki yıllarda da devam ediyor. Sabahattin Ali’nin kaybedildiğini biliyoruz. 1980’lere gelindiğinde kaybedilmek sistemli olmasa bile devam ediyor. 1986’dan sonra kayıplar vahşeti karşımıza çıkıyor. Asit kuyuları, çukurlar, bataklıklar… Her taraf aslında bir kayıplar ülkesine dönüştürülmüş. Bu kaybetmeyi devlet politikası olarak sistemleştiren esas olarak da Nazilerin dönemidir” diye konuştu.

‘Yas tutma hakkın elinden alınıyor’

“Her acının bir anlamı ve karşılığı vardır. Zamanla acı kendisini kederli bir acıya dönüştürüyor. Oysa kaybedilmenin böyle bir yanı yok” diyen Özer, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda kayıp anneleri bütün dünyayı yas evine çevirerek çocuklarını arar. Latin Amerikalı anne için, Kürt annesi için, Türk annesi için, babası, oğlu ya da torunu için bütün karanlık mekânlar, devletin bütün asit kuyuları, devletin bütün çukurları çocuklarının arandığı yerlerdir. Yas devam ediyor. Yas mekân tanımıyor. Öyle ki, anneler kendi çocuklarını ararken bulduğu her kemiğe ‘Evladım’ diye sarılıyor. Bu acı daha da dramatikleşerek büyüyen bir acı haline dönüşüyor. Onların kemiklerini bulmak ve sonsuz yası bitirmek istiyorlar. Bir mezar olsun, ben mezara giderek ‘Ona dualar okuyayım, çiçekler bırakayım’ istiyor. Yas tutmak en temel insan hakkımız. Kayıp yakınlarının elinden bu hak alınıyor…”

Adalete güvenmiyorlar

Kayıp yakınlarının adalete güvenmediğini, davaları zaman aşımına uğratarak sorumluların aklanmaya çalışıldığını aktaran Özer, “Annelerin acıları zaman aşımına uğramıyor. Zaman ilerledikçe bu acı annelerden, eşlerden sonra çocuklarına ve torunlarına geçiyor. Şuanda Cumartesi insanlarının yanında, mücadeleyi kaybedilenlerin torunları devralmış durumda. Bu da şunu gösteriyor; devlet gizlemeye ya da aklamaya çalışsa da her zaman ellerinde bir çift el olacak. Evladını arayan annenin, babanın, evladın, eşini arayan sevgilinin öfkesi ile karşılaşacak. Çünkü bu zamana yenik düşen bir acı değil. Öyle olsaydı, Arjantin’deki Plaza De Mayo annelerinin acıları bu güne kadar sönmüş olurdu” ifadelerini kullandı.

Kaynak: Birgun.net