AB’nin 28 ülkesi ile Türkiye arasında gerçekleşen mülteci zirvesi, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ifadesiyle “tarihi” bir anlaşmayla sonuçlandı. Associated Press ajansı AB-Türkiye pazarlığının, sorunun “taşerona” devredilmesiyle noktalandığını duyurdu. Ne yazık ki, RTE rejiminde Türkiye her konuda emperyalizmin taşeronu rolünü gönüllü üstleniyor. Gerçekten de “tarihi” bir kavşakta bulunduğumuzu, Brüksel anlaşmasının AB projesinin tükenişi, Avrupa’ya atfedilen “değerlerin” sahteliğinin gün gibi ortaya çıkışı anlamına geldiğini rahatlıkla söylemek mümkün.

AB’nin demokrasinin, insan haklarının, kanun hakimiyetinin, hoşgörünün kalesi olduğu; ancak Kopenhag Kriterleri’ni harfiyen uygulayarak bu uygarlık-projesine adım atılabileceği söylenmiyor muydu? Türkiye’nin Kopenhag ekseninden hızla uzaklaşması, RTE’nin, nazik uyarıları dahi “siz kendi işinize bakın” ifadesiyle azarlaması bile, Brüksel’in ilkesiz tavrını etkilemedi.
Aslında, sadece Avrupa burjuvazisinin iki etkili yayın organı The Economist ve Financial Times’ın geçen haftaki editoryal yazılarına göz atmak bile meselenin özünü kavramak için yeterli sayılabilir.

Financial Times ile başlayalım:
Çoğu Suriye iç savaşından kaçan 1 milyon mültecinin Avrupa kapılarına dayanmasının ne kadar büyük bir sorun yarattığı anlatıldıktan sonra, Ankara ile bir anlaşmanın mükemmel değil, fakat kaçınılmaz olduğu itiraf ediliyor. AB’nin 75 milyon Türk’e Schengen ülkelerine vizesiz giriş hakkı vermeyi, AB’ye kabul sürecinde kolaylıklar tanımayı taahhüt etmesinin tam da Başkan Erdoğan’ın ülkede politik, yargısal ve medya özgürlüklerini kısıtladığı bir döneme denk geldiği hatırlatılıyor, yorum şu ibret vesikası satırlarla bitiyordu:
“Blok’un hükümetlerinin şu anda Avrupa’nın değerlerini aşağılayan Türk Başkanı ile ittifak kurmaktan başka alternatifi yoktur. Önerilen teklif nahoş olsa da, Avrupa’nın inisiyatifi tekrar ele alması için son şanstır.”(Financial Times 9 Mart 2016)
The Economist de rakamlarla, olgularla ayrıntılı biçimde tabloyu ortaya koyduktan sonra, yazıyı şu paragrafla bağlıyordu:
“Son tahlilde Avrupalılar iki gerçekle yüzleşmek zorundadır. Birincisi coğrafyayı değiştiremezler: Avrupa’yla, Avrasya ana kütlesi arasında yer alan Türkiye’ye ihtiyaç duyuyorlar. İkincisi, sınırları tamamen kapatmalarının olanağı yok; kaosa tek alternatif Avrupa’nın ve savaştan kaçanların yararına adil ve düzenli bir göç sistemi. Bu hafta önerilen pis bir anlaşma olsa da, Avrupa için en iyi seçenektir. (The Economist 12 Mart 2016)
Fazla söze gerek yok. Türkiye Ortadoğulaşırken, sonu belirsiz totaliter mezhepçi bir mecrada sürüklenirken, Avrupa Erdoğan ve şûrekâsına kucak açıyor. Kayseri pazarlıkçısı Davutoğlu, ağzı kulaklarında Avrupalı liderlerle pozlar veriyor. O zaman nerede kaldı insan haklarıyla, demokrasiyle, özgürlüklerle ilgili hassasiyetleriniz? Bir rejimle demokrasi, fikir özgürlüğü gibi kriterlere bakmaksızın “ulusal çıkar “ temelinde ilişki kuran, bu anlayışını da hiç gizlemeden“Beijing uzlaşması” diye propaganda malzemesi olarak kullanan Çin’den ne farkınız kaldı?


İzmir’e 95 yıl sonra ayak basan ilk Yunan başbakanı sıfatıyla Davutoğlu’na ciddi bir PR fırsatı sunan Çipras’ın tutarlılığını sorgulamakta da yarar var. Hatırlayalım: 7 Haziran seçimleri öncesi HDP Alexis Çipras’ı İzmir mitingine davet eder. Alexis Yunanistan’daki, “Hayır!” tutumunu hepimizin desteklediği 5 Temmuz referandumu öncesinde iş yoğunluğu gerekçesiyle mitinge Syriza Genel Başkan Yardımcısı Yiannis Bournous’u gönderir; O da Başbakan’ın mesajlarını kitleye aktarır. Şimdi Yiannis, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefetten” üç yıla kadar hapis cezası ile yargılanırken, Çipras hem de İzmir’de, hiç bu mevzulara değinmeden Davutoğlu’yla can ciğer kuzu sarması bir profil çiziyor. Adeta, “yeter ki şu mülteci belasını savuşturalım, etik kaygılar bizden uzak olsun” mesajı veriyor.
O zaman sorulabilir, AB neden Erdoğan rejimiyle sonunun hüsran olacağı aşikar bir projeye soyunuyor. Çünkü iki taraf da, kısa vadede bir “kazan-kazan” durumunun ortaya çıkacağını biliyor. AB hükümetleri sınırlarına dayanan mültecileri, kendi ilkelerine de aykırı biçimde, örneğin BM Mülteciler Konvensiyonu’nu imzalamayan Türkiye’yi “güvenli ülke” ilan ederek, savuşturmanın hesaplarını yapıyor. Böyle bir vartayı Türkiye’ye “3-6 milyar avro”, AB GSMH’sinin %0.5’ini bile bulmayan bir rüşvetle atlatabileceklerini öngörüyorlar. Erdoğan ise başkanlık hesapları içerisinde, kendi açısından isabetle, “Avrupa’ya bile diz çöktürdüm”, “Milletimin Schengen kapsamında dilediği ülkeye seyahatini sağladım”, “Bizi AB’ye almak için can atıyorlar” gibi argümanları kullanarak işini kolaylaştırmayı düşünüyor.
Bir kez başkanlık kapısı açılsın, “atı alan Üsküdar’ı geçsin”, RTE’nin AB sevdası dinecek; Brüksel de otoriter-totaliter-diktatoryal, artık nasıl adlandırırlar bilemem, referansları açık bir ülkeyle köprüleri atmak için bir dolu meşru gerekçeye kavuşacak. Haliyle tam üyelik, serbest dolaşım hakkı benzeri yükümlülüklerden zahmetsizce sıyrılacak. Peki kaybeden kim olacak? Tabii ki başkanlık rejimine mahkûm edilen bizler. Avrupa sadece bu çirkin pazarlığın vebalini taşıyarak kurtulabilecek midir ? Hiç belli olmaz; bu kez Erdoğan rejiminden kaçan milyonlarca Türkiyeli mülteci sınırlarına dayanırsa şaşırmasınlar ; Merkel, Çipras ve diğerleri…

Mülteci sorununda hem ekonomik hem insani bir çözüm mümkün
Öncelikle, başta Suriyeliler Avrupa kapılarına dayanan mültecilerin, AB ülkelerinin de baş sorumluları arasında bulunduğu, Ortadoğu’ya yönelik emperyalist müdahalenin bir ürünü olduğu kaydını düşelim. Her şeye karşın, gelinen noktada hâlâ, sorunun hem mültecilerin beklentilerini karşılayacak insani, hem de AB’nin sorunlarına çare olabilecek ekonomik çözümler içerdiğini belirtelim.
Avrupa 2. Dünya Savaşı sonrası, 1951 mülteci konvansiyonu çerçevesinde, yerinden yurdundan olan 12-14 milyon kişiyi diğerkamlık örneği göstererek bünyesine kabul etmeyi başarmıştı. Bu anlaşma mültecilerin sadece güvenliğini sağlamayı değil, aynı zamanda istihdam ve eğitim olanaklarına eşit biçimde erişimini içeriyordu. Peki bugün benzer bir çözüm mümkün mü? Avrupalı sol ekonomistlerin hazırladığı, yılda bir kez yayınlanan, “Euro Memorandum” un 2016 raporuna göre evet.
Rapor öncelikle düşük doğum oranları ve uzayan ortalama yaşam süresinin Avrupa için ciddi bir sorun oluşturduğunu vurguluyor. 2060’ta, AB’nin başta İtalya, İngiltere, Almanya ve İspanya gelmek üzere, tam 55 milyonluk mülteci işgücüne gereksinim duyulacağı hesaplanıyor. Bu çerçevede mültecilerin birliğe şimdiden entegre edilmesi olanaklı. Şu anki mülteci akımı AB nüfusunun sadece yüzde 0.14’ünü oluşturuyor.
Yapılan araştırmaların, ücretleri aşağı çeken etmenin, sanıldığı gibi mültecilerin işgücüne katılımı değil, uygulanan neoliberal istikrar programlarının emek karşıtı zihniyeti olduğunu kanıtladığı belirtiliyor. Mültecilerin genellikle hizmet sektöründe vasıfsız işlere talip olması nedeniyle yerli işgücüne rakip sayılamayacağının altı çiziliyor. Mülteci işgücü bir yandan ödedikleri vergilerle bütçeye katkı sağlarken, öte yandan sosyal programlar üzerinde bir maliyet unsuru oluşturuyor. Bütçe üzerinde ters yönlü bu iki etkinin birbirini dengelediği, diğer bir ifadeyle mültecilerin bir yük sayılamayacağı rakamlarla ortaya konuyor.
Avrupa’nın ortak paraya geçişe karşın, bir türlü gerçekleştiremediği “mali dayanışma”, mültecilerin getireceği mali yükün üye ülkeler arasında adil paylaşımı yoluyla pratik bir karşılık bulabilir, AB içi dayanışma mekanizmalarının yerleşmesi için hayırlı bir emsal oluşturabilir.
Özellikle, Avrupa’da mültecilere-göçmen işçilere karşı iki farklı tavır gözleniyor. Biri, onları “öteki” kabul eden, dışlayan, aşırı sağ partilere malzeme sağlayan ırkçı yaklaşım. Diğeri ise, ucuz, güvencesiz, sendikasız işgücünü bir fırsat olarak değerlendiren neoliberal itikat. Öyleyse Avrupa’nın solcularına, sosyalistlerine üçüncü bir yolu açmak; göçmenleri eşit, özgür bireyler olarak kucaklamak, bunun herkesin yararına ekonomik bir karşılığı bulunduğunu da kanıtlamak sorumluluğu düşüyor.

* “Addressing Europe’s Multiple Crises: An agenda for economic transformation, solidarity and democracy” Euro Memorandum 2016.

Kaynak: Birgun.net