2010 yılından beri siyasi literatürümüzde “yetmez ama evetçilik” diye bir adlandırma olmasının temel bir nedeni bulunuyor: Yetmez ama evetçilik basit bir sandık tutumundan, anlık bir tercihten ibaret değildi, ideolojik arka planında Türkiye tarihine ve toplumuna dair bir okuma biçimi bulunan, politik bir pozisyondu.

Yetmez ama evetçiler Türkiye tarihini “80 yıllık vesayet rejimi” üzerinden okuyor, Türkiye’deki temel ikiliğin sermaye ile emek arasında değil, ceberut devletle toplum, merkezle çevre, batılılaşmacı elitlerle dindar halk kitleleri arasında olduğunu iddia ediyor ve toplumun, çevrenin, halkın temsilcisi olarak gördükleri iktidar partisine söz konusu rejimi çözündürme ve demokratikleşme adına destek veriyorlardı.

2010 Referandumu ise bu desteğin somutlaşmış haliydi; yetmez ama evetçiler, adı üzerinde, iktidar partisinin icraatlarını yeterli bulmuyorlar ama destekliyorlardı: Bu referandumla yargıdaki Kemalist kadrolaşma son bulacak, böylelikle vesayet rejiminin son kalesi de düşürülmüş olacaktı!

Yetmez ama evetçilik, iktidar partisine sahip olmadığı bir niteliği –Türkiye’yi demokratikleştirme niyetini- atfeden, buradan yola çıkarak da parti-devleti rejiminin inşa sürecine taş taşıyan, başından sonuna kadar hatalı bir pozisyondu ve sonunda varılan yer bugünkü Türkiye olmuştu. Yetmez ama evetçilik, Türkiye siyasi tarihinin en hatalı, en yanlış politik tutumlarından biri olarak kaydedildi tarihe ama bu sefer de başka birileri, iktidar partisine sahip olmadıkları bir niteliği atfederek, başka bir tür yetmez ama evetçiliğin, yani “Her şeye rağmen desteklemek lazım” diyebileceğimiz bir tutumun muazzam bir örneğini sergiliyorlar bugün.

Bu seferki “yetmez ama evet”in çıkış noktası elbette ki Cemaat’in 15 Temmuz Darbe Girişimi. Hiç şüphesiz bunun darbe girişimi öncesine uzanan kökenleri var. Kimi odakların düzen siyaseti içerisindeki güç ilişkileri ve iktidar savaşlarına sözde müdahale adına, bu güçlerden birine yamanma, onunla sözde birtakım ittifaklar kurma siyaseti zaten nicedir devam ediyordu.

(“Sözde” kelimesini gayet bilinçli olarak kullanıyorum, çünkü verili asimetrik güç ilişkileri içerisinde ne böyle bir müdahale ne de gerçek ittifaklar söz konusu olabilir, buradan çıkacak sonuç ise tıpkı yetmez ama evetçiliğin başka bir adlandırmasında olduğu gibi “kullanışlı ahmaklık”tan başka bir şey olmayacaktır.)

15 Temmuz sonrası ise bu girişimlerin zirve yaptığı bir dönem olarak somutlaştı. Bu sefer de yine bir “kullanışlı ahmaklık” söz konusuydu ve tıpkı 2010 Referandumu sürecinde olduğu gibi yine iktidar partisine sahip olmadığı bir nitelik atfediliyordu. Bu seferki sahip olunmayan nitelik ise iktidarın eski hatalarından döndüğü, milli bir mutabakat ve toplumsal bir uzlaşı istediği yönündeydi. Dahası, emperyalizm Türkiye’ye saldırıyor, iktidar ise bu saldırıya karşı koyuyordu, dolayısıyla partinin, devletin ve liderin etrafında kenetlenerek yeni bir Milli Mücadele, yeni bir Kurtuluş Savaşı verilmesi gerekiyordu.

Şüphesiz ki 15 Temmuz Darbe Girişimi emperyalizmin arkasında durduğu bir İslami fraksiyonun dinci gerici bir darbe denemesiydi; ancak bu, darbeye maruz kalan İslami fraksiyonunun anti-emperyalist olduğu ya da 15 Temmuz’dan sonra emperyalizme direnmeye kalktığı anlamına gelmiyordu. Ayrıca iktidar partisinin milli mutabakatla ya da toplumsal uzlaşma ile ne kastettiği görülebiliyordu: Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Sultan Abdülhamit Hastanesi, Meclis’i bypass ederek geçirilen yasalar, KHK’lar, OHAL uygulamaları…

“Anti-emperyalist milli cephe”nin yardımına koşan ise Cerablus operasyonu oldu. Birkaç gün boyunca, Cerablus’a ABD’ye rağmen girildiği, operasyonun Rusya, İran ve Suriye ile birlikte kotarıldığı, emperyalizmin planlarının bozulduğu, iktidarın Avrasya cephesine geçmeye hazırlandığı yönünde dâhiyane analizler havada uçuştu. Oysa ortada “son tahlilde” bir ABD operasyonu vardı: ABD uzun bir uğraş neticesinde Türkiye’yi karadan da IŞİD karşıtı koalisyona dahil etmeyi başarmış, iktidarın yıllardır istediği “tampon bölge”ye benzer bir alanı tutmasına razı olarak ağzına bir parmak bal çalmış ve sahadaki diğer müttefiki YPG ile Türkiye arasında uzun vadede optimal bir dengenin tesisini sağlayacak bir süreci başlatmıştı.

Velhasıl ortada ne “milli” bir siyaset, ne de anti-emperyalizm vardı; söz konusu olan emperyalizmle yeni bir denge düzleminde buluşmak için yapılan pazarlıkların somutlaşmasından başka bir şey değildi ki, bu aynı zamanda parti ve liderin istikbalinin ne olacağı üzerine yürütülen bir pazarlık anlamına geliyordu. Nasıl ki 2010 Referandumu bu istikbale “evet” demek anlamına geldiyse, bugünkü yeni yetmez ama evetçilik de aynı anlama gelecek, geleceğin tarihçileri ise bugünleri memleketin sürekli olarak yeni kullanışlı ahmaklar yetiştirmesine hayret ederek yazacak.

Kaynak: Birgun.net