İnsan doğası taraf tutmaya yatkındır. Televizyonda ABD kolej ligi kızlar maçına gözünüz takılınca, Survivor’da “ünlüler” ile “gönüllüler” cebelleşirken, hatta Burdur yağlı güreşlerinde pehlivanlar kozlarını paylaşırken bile fark etmeden bir tarafa meyledersiniz. Gelgelelim 15 Temmuz’dan beri çekişen taraflara bakınca, hiç birini kendime bir milim daha yakın hissetmek mümkün olmadı. Ne bir zamanlar yere göğe sığdıramadıkları RTE’yi gözden çıkarmış izlenimi veren ABD-AB’ye, ne de demokrasi şampiyonu ilan edilen “her devrin mağduru” Erdoğan’a; ne toplumdaki tüm melanetleri “Fetö” terör örgütüne yıkan yandaşlara, ne de hâlâ Cemaat’e toz kondurmadan sırf Erdoğan’ın çelişkileri üzeriden tren sallayan kimi liberal-sol liberallere.

Madem ki “ortayolculuğun” dahi mümkün olmadığı bir konjonktürdeyiz; öyleyse, “laiklik, eşitlik, özgürlük, insan hakları, demokrasi, hoşgörü” temelinde bir “üçüncü odağı” inşa etmekten başka çaremiz yok. Kimlerle mi? Bizler gibi bu kirli manzarayı midesi kaldırmayanlarla; AKP-Cemaat, Erdoğan-Fethullah taraflarının çekim alanına, artık Abant mı dersiniz, Akiller süreci mi, 12 Eylül referandumu mu, Samanyolu TV peşrevleri mi, hiç mi hiç girmemiş, temiz kalmayı başarmışlarla…

15 Temmuz’la ilgili hâlâ cevap bekleyen birçok soru bulunuyor. Bu pilavın daha çok su kaldıracağı da anlaşılıyor. İsterseniz bu aşamada görebildiğimiz kadarıyla tabloyu sadeleştirmeye çalışalım.

- Cemaat’in ordu, yargı, bürokrasi, akademi, spor her mecrada mensuplarının üzerine gidilirken, siyasetçilere “dokunulmazlık” uygulandığı hissediliyor. Yoksa operasyonun siyaset bacağı, neşteri bir vurursak metastaz yapar korkusuyla hiç başlamayacak mı? Eğer bir vakit Cemaat’le haşır neşir olanlara “zaman aşımı” uygulanıyorsa, bu muafiyet hangi tarihe kadar uzanıyor? Bunları öğrenmek hakkımız, ısrarla sormaya devam etmek gerekiyor.

- 15 Temmuz günü RTE-HF-HA arasındaki ilişki ve iletişim, birçok soru işaretiyle birlikte toplumda tartışılmaya devam ediyor. “Dere geçilirken at değiştirilmez” şablonuna başvurarak merakları gidermek mümkün olmuyor. Tam da, ahaliye meydanlarda bayrak sallatarak, sucuk-ekmek dağıttırarak, olası “B” ve “C” planlarının nasıl boşa çıkarılacağı sorusunun cevapsız kaldığı gibi.

- Gelişmeler AKP’nin bir parti devleti kurmaya yeltendiği, ama bunu başaramadığını gösteriyor. Devletin tüm kurumlarının içinin boşaltıldığı, tüm kural ve teamüllerinin hiçe sayıldığı, bir anlamda “eskinin öldüğü” ama yerine “yenisinin konulamadığı” anlaşılıyor. Bürokrasinin liyakat temelinde, yani bilgi, beceri, deneyim ve yeteneğe dayalı olarak şekillenmesi gerekirdi. RTE’nin aklı, ancak tüm yetkileri kendi elinde toplamaya çalışır; bu zihniyetle de devrilen arabayı doğrultmak mümkün olmaz.

- Süreçten paniğe kapıldığı anlaşılan RTE muhalefetle diyaloğa girerek, kendine yönelik davaları çekeceğini açıklayarak, Taksim’i CHP’ye açarak normalleşme sinyalleri verdi. Buna karşın, olağanüstü koşullar gerekçesiyle Kılıçdaroğlu’nu tıpış tıpış Saray’a getirerek, 17-25 Aralık'ın bir darbe teşebbüsü iddiasını güçlendirerek mevziler de kazandı. AKP camiasındaki rakiplerinin, başta Arınç'ın bu süreçte daha fazla yara alması, Meral Akşener’in fiilen bertaraf edilmesi de hanesine yazdığı artılar... Ne var ki burnunun ucundaki darbeyi göremeyen, etrafındaki güvenlik aygıtını harekete geçiremeyen “Başkomutan” imajıyla ciddi yara aldı. Şimdilik mutabakat arayışlarını sürdüreceği, bitinin kanlandığı anda tekrar şahinleşmeyi deneyeceğini tahmin etmek zor değil. Burjuva normları içinde de RTE kalıcı bir sükunet yakalanamayacağı yolundaki saptama geçerliliğini sürdürüyor.

- ABD ve AB’nin, “meşru” Cumhurbaşkanı sıfatına karşın, Erdoğan’ın arkasında durmadıkları görülüyor. Örneğin, WSJ gazetesi, “paranoyayla dolu yeni bir Orta Doğu diktatörlüğünün” ortaya çıktığını söylüyor. Darbenin başarılı olup, “bizim çocuklar” ifadesiyle sahip çıkılacak bir konjonktürden geçilmediği, zaten “Kemalist, laik, eğitimli” kesime hitap eden bir söylemle gerçekleşecek bir Cemaat darbesinin mumunun ancak yatsıya kadar yanacağı düşünülürse, amaca ulaşılmış sayılabileceği, “A” planının RTE’nin karizmasını çizmek, Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaktan ibaret olabileceği ihtimali akla geliyor.

- Türkiye’nin, Rusya eksenine kayması, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) iltica etmesi de gerçekçi bir seçenek gibi görünmüyor. Zaten ŞİÖ’nün ana misyonu, başta Rusya ve Çin kökten dinciliğe karşı barikat örmekti. İran da Vahabi-Selefi akımların hedefinde yer alması nedeniyle muteber bir aktör sayılabilirdi. Adım adım İslami bir rejime yelken açan Türkiye’yle ŞİÖ’nün kimyası zaten uyuşmaz. Rusya, Cemaat'le daha derin husumeti nedeniyle ve bir ABD hamlesini boşa çıkarmak amacıyla istihbarat paylaşımında bulunmuş olabilir. Post-Davutoğlu süreçte, RTE’nin özrüyle ekonomik ilişkileri düzeltmek, Ortadoğu’da Türkiye’yi daha makul bir çizgiye çekmek, Putin’in de işine gelir, o kadar.

- İdam cezasının yeniden gündeme getirilmesi, Türkiye’yi insan hakları ve demokrasiden iyice uzaklaştırır. Fethullah Gülen’e uygulanması da, düzenleme geri işletilemeyeceği için hukuken imkânsızdır. Önerim, her niyetini, “milletim talep ediyor” diye meşrulaştırmaya çalışan RTE’nin, halka “en çok idam edilmesini istediğiniz kişi” anketi yaptırması. Seçenekler sıralansın, ben her halükarda “hiçbiri”ni işaretlerim de, görelim bakalım ilk üç kimlerden oluşuyor.

- Bu hafta enflasyon verisi ve Moody’s in kredi notu değerlendirmesi gelecek. Banka yetkililerini, ekonomi analistlerini sopa göstererek olumlu değerlendirmeler yapmaya zorlayabilir, şirketlere kendi hisselerini geri alma konusunda baskı uygulayabilirsiniz. Böylelikle çalkantıyı kısa bir süre erteleyebilir, hatta “nasıl olsa borsa yükselecek” beklentisiyle kısa süre dövizi aşağı çekip, hisse senetlerini sıçratabilirsiniz. Ama çok geçmeden, gümbürtünün kopmasını engelleyemezsiniz. Haftaya ekonomide tamamen farklı bir tablo üzerinden tartışmayı sürdürüyor olabiliriz.

Kaynak: Birgun.net