Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin ODTÜ’de düzenlediği kongrede Behice Boran Sosyal Bilimler Ödülleri de verildi. Korkut Boratav, Handan Koç, Beyza Üstün ve Metin Özuğurlu’nun katıldığı Oğuz Oyan’ın yönettiği ‘Krizler ve Direnişler’ oturumuyla 16 Aralık 2011’de sona erdi.

Eşzamanlı 72 oturumla gerçekleşen kongre, disiplinler arası işbirliği ve diyaloğa katkı sağlayan kongre, Korkut Boratav’ın söylemiyle ‘gençlerin eteklerindekileri ortaya döktüğü bir şölen’ oldu. Sosyal Bilimler Derneği Başkanı Galip Yalman’ın altını çizdiği gibi, hocaların aydınlatıcı konuşmalarıyla gençleri buluşturan büyük bilimsel etkinlik oldu.

Bu yıl kaybedilen sosyal bilmler ve toplumsal hayata emeği geçen Prof. Dr. H. Ünal Nalbantoğlu anısına “Sermaye – İktidar Şemsiyesi Altında Üniversiteler”, “Anayasa ve Bireysel Başvuru Hakkı” ve Av. Halit Çelenk anısına ‘Kuruluşunun 50. Yılında TİP’in Türkiye Siyasal Hayatındaki Yeri’ oturumları düzenlendi. Server Tanilli anısına da bir oturum düzenlendi,

BEHİCE BORAN ÖDÜLLERİ

m Birincilik Ödülü, ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Programı öğretim üyesi Y. Doç. Dr. Cenk Saraçoğlu’nun “Şehir Orta Sınıf ve Kürtler: İnkârdan Tanıyarak “Dışlama” başlıklı yapıtına;

m İkincilik Ödülü, Ordu Üniversitesi İİBF Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümünden Dr. Umut Ulukan’ın “Türkiye Tarımında Yapısal Dönüşüm ve Sözleşmeli Çiftçilik: Bursa Örneği” başlıklı çalışmasına;

m Üçüncülük Ödülü, Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Araş. Gör. Kadir Dede’nin “1945-1950 Yılları Arasında Türkiye’de Sol Basın: Demokrasi ve Marksizm Tartışmaları” başlıklı çalışmasına verildi.

*Zeynep Başer’in “Imagining Peace and Conflict: The Kurdish Youth in Diyarbakır” başlıklı tez çalışması ise mansiyon ödülü kazandı. Ödül alanlar, kongrenin çeşitli oturumlarında çalışmalarını sundular..

BORATAV: KRİZ VE DİRENME

Kapanış oturumunun son konuşmacısı Korkut Boratav ([email protected]); “Kuş bakışı dünya bağlamında ‘kriz’ ve ‘direnme’ sorunsalına yaklaşmak istiyorum” sözleriyle günümüz konularına değindi ve özetle şöyle dedi:

“Önce terminolojik ayıklama yapmayı öneriyorum. Neoliberalizm denen sözcük deşifre edilmeli ve teşhir edilmeli. ‘Sözcükler, terimler masum değildir’ diye bir görüşüm var. Mesela niçin en insafsız ve en tahripkâr düzenlemelere reform deniyor. Reform duyduğunuz anda bir felaket geliyor diye düşünmeniz lazım. Emperyalizme de küreselleşme diyorlar. Ve niçin neoliberalizm, aslında 30 yıl önce kadar önce başlayan sermayenin sınırsız tahakkümünü hayata geçirmek için başlattığı bir saldırının, saygınlaştırılmış terimi oluyor?

Çünkü kapitalizmin altın çağı denen bir dönemin sonunda sermaye tahakkümünün önemli öğelerini kaybetmekte olduğunu; kapitalizmin değil, ancak sermayenin hâkimiyetinin belli ölçülerde fazlasıyla daralmakta olduğunu; ayrıca dünya çapında da emperyalist sistemin o insafsız ve hiyerarşik yapısını aşındıran bazı gelişmelerin olduğunu algılayıp, karşı saldırıya geçmenin stratejik kararını verdi. Bu saldırının da saygınlaşması gerekiyordu. Neoliberalizm terimi de, bunu sağlayan terminolojik icatlardan biri oldu.

Bu bir sınıf saldırısıydı. Sınıf saldırısının hedefi olan çevreler, işin niteliğini parti parti, fakat çok geç algıladılar. Örneğin adam işten atıldı. Sonra geldiler mikrofon tuttular, adam dedi ki; “Durum çok iyi herkes öyle söylüyor, ama benim durumum kötü, kabahat de benim”. Bu yanlış algılamadır; sınıf saldırısına karşı kafa karışıklığı yapan, yanlış bilinçtir. 30 yıl sonunda, bu mikrofon tutulan adamın karşılaştığı türden çok felaketler oldu.

Türkiye’de 1980’deki askeri rejim, saldırıyı başlatan ana siyasi manivela olmuştur. Bundan sonra dört tane büyükçe kriz yaşadık. Her krizde mikrofon tutulan adam gibi kayıplar ve sancılar çektik. Toplumsal cinayetleri kastetmiyorum. Öldürülen öğrencilerimizi, insanları kastetmiyorum. Ama işsiz kalan, sosyal güvenceleri adım adım aşınan insanlarımızın kaderini kastediyorum.

Bu saldırının ileri bir noktasında 2007 – 2008 yılında patlak veren kapitalizmin krizi, adeta bir dönemece getirdi bizi. Rakkas sağa salındı salındı; bir uç noktaya geldi. Yani bu karşı saldırının daha fazla ilerleyemeceği bir noktaya geldi. Şimdi sola salınım dönemi başlıyor.

O noktada patlak veren kapitalizmin bu son krizi, sistemin çıplak yüzünü bütün iğrençliğiyle ortaya koydu. Tabii, gözünüzü kaparsanız göremezsiniz. Algılamak isteyenler açık seçik gördüler ki bu sistem çirkindir, ahlaksızdır, bütün söylemlerine rağmen sınırsız kazanç hırsının yarattığı bütün bozulmaları bünyesinde taşımaktadır ve ayrıca da anti-demokratiktir.

Bu algılama yaygınlaştı ve dolayısıyla şimdi başka bir noktaya geldik. Bu yeni nokta, bu son krizin yarattığı tahribat ve algılamaların ürünü olarak adeta yeni bir Enternasyonal’in filizlenme aşaması gibi geliyor bana. Bu aşama, Birinci Enternasyonal gibi herkesi kapsıyor. Ama hangi herkesi?

Bu yeni enternasyonelin fırtınasına katılan ve katkı yapmaya başlayan insanların ortak dili, sermayeye ve sermayenin tahakkümüne karşı çıkmaktır. Karşı çıkan herkesi kapsıyor. Tahakkümüne sözcüğünü ısrarla ve bilerek kullanıyorum. Çünkü sermayenin egemen olduğu bir dünyada, bir ortamda, bir toplumda demokrasinin de olamayacağını insanlar algılıyor.

KADERLER ORTAK

Dikkat ediniz bu yeni fırtınanın garip bir özelliği de var. Birdenbire insanlar kaderlerinin ortak olduğunu anlayıverdiler. Tahrir Meydanı bir sembol oldu. Ve New York’taki işgal eylemlerine açıkça ilham verdiler. Hatta Tahrir’in genç kızlarını, militanlarını bulup getirdiler ve birleştiler. Dalga dalga, kader birliği yapmakta olduklarının bilincine vardılar. Söylem düzleminde bu algılamayı en berrak New York’taki eylemciler ifade ettiler; “Biz %99’uz” dediler. Demek ki %1’in tahakküm ettiği bir dünyada yaşamakta olduklarını algıladılar.

Çünkü son kriz, o %1’in çıkarlarının nasıl utanmazca ve insafsızca gözetildiğini, dünyanın en zengin toplumunda yaşayan Amerikalılara ilan etti. İpotek borçlu emekçiler evlerinden atılırken, bankerler utanmazca ve insafsızca kurtarıldı. Büyük bankerlerin yöneticileri hükümete bir kapıdan girip öbür kapıdan çıktılar, yenileri girsin diye. Goldman Sachs’ın yöneticileri Yunanistan ve İtalya hükümetlerinin başına getirildiler.

Bu olgular algılandığı için artık mücadele sadece sermayeye karşı bir mücadele değildir. Sermayenin tahakkümüne; yani kapitalizmin demokrasiye karşı olduğunu algılayan insanların da mücadelesi oldu.

Dolayısıyla bu mücadelenin özü fevkalade güçlüdür ve dünyayı yönetenler için tehlikelidir. Bunu önlemeleri lazım. Önleme yöntemlerinden biri şu: Mücadelenin iki boyutu var, bir sermaye hedef alınıyor, ikincisi tahakkümü hedef alınıyor.

DOĞRUDAN DEMOKRASİ

Tahakkümü hedef alanlar demokrasi söylemini getiriyorlar ve adeta içgüdüsel olarak fark ediyorlar ki, istedikleri demokrasiyle, kendilerine anlatılan demokrasi aynı değil. Onlar en geniş demokrasiyi Tahrir Meydanı’nda New York’taki parkta buluyorlar. Doğrudan demokrasidir o, herkesin birlikte katkı yaptıkları bir demokrasidir.

Bütün büyük devrimci dönüşümlerin hepsinde; Sovyet Devrimi’nde de, Fransız Devrimi’nde de, Çin Kültür Devrimi’nde de, Paris Komünü’nde de uzunca bir süre doğrudan demokrasi yaşanmıştır. Sonra niye tökezlemiştir; ayrı hikâye. Dolayısıyla bu muhalefet, yeni bir Enternasyonal arayışı, kendisine yeni çözüm yolları da bulacaktır; karşı taraf da önlemeye çalışacaktır.

Bir önleme yöntemi şuur: Demokrasi özlemini, sermayeye karşı saldırıdan ayırıyorlar ve muhalefeti sınıfsal özünden arındırıyorlar. Demokrasi özlemlerinin manipülasyonuna yöneliyorlar. Yani Tahrir Meydanı’nı Müslüman Kardeşler’i iktidara getirecek bir temsili demokrasiye dönüşme mücadelesine çevirmek istiyorlar.

Ama bizler; yani iktisadı soldan okuyan herkes biliyor ki, hem Tahrir’de hem Tunus’ta ayaklanan insanların esas ayaklanma nedeni, sermayenin tahakkümünü ülkelerine taşıyan model ve stratejilerdir. İMF’nin bütün raporlarında hem Mısır, hem Tunus rejimlerinin nasıl yüceltilerek övüldüğünü göreceksiniz.

Tunus’ta kendini yakarak ölen seyyar satıcı, Mısır’da Tahrir Meydanı’nı dolduran yüz binler aslında kendilerine yıllardan beri empoze edilen sermaye tahakkümüne karşı ayaklanmışlardı. Şimdi sermaye bu ayaklanmanın demokrasi denilen öğesini ayırıyor; onu koruması altına alıyor. Tahrir ayaklanmasını Müslüman Kardeşler’i iktidara taşıyan, kendi kontrolü altında bir hafif rejim dönüşümü haline getiriyor.

Başka yerlerde de demokrasi özlemini bir vesile olarak kullanıyorlar ve insan hakları emperyalizmi ile, yani silahlı müdahale ile toplumsal dönüşümleri biçimlendirmeye çalışıyorlar. Libya’da olduğu ve Suriye’de tasarlandığı gibi. Dolayısıyla, emperyalizmin takkesinin altındaki oyun çoktur. Bunları da biliyoruz.

ÖRGÜTLENMEDEN KORKUYORLAR

Peki bugünün muhalefetini bir Enternasyonal’e dönüştürme mücadelesi içinde olan insanlar ne yapıyor? El yordamıyla arıyorlar. Mesela örgütlenmeden ürken bir hava var Avrupalılarda ve Amerikalılarda.

Avrupa’da bir büyük gösteri sırasında sendika flamalarıyla gösteriye katılmak isteyenler, “örgüt olarak gelmeyin” diye dışlanıyorlar. Çünkü örgütlenmeden ürkme var. Örgütlenmede hiyerarşi var; doğrudan demokrasi deneyimlerini parti hegemonyalarına dönüştüren tarihsel deneyimler var. Ama örgütsüz olunca da, Tahrir ayaklanması Müslüman Kardeşler’i iktidara getiriyor. Bu çözümü arayıp bulacaklar. Örgütlenmeden kaçarak hiçbir şey olamayacağını fark edecekler; ama örgütlenme modelinin nasıl olacağını da arayıp bulacaklar. Başka çare yok. Bütün geçmiş deneyimlere bakacaklar diye düşünüyorum.

Birinci Enternasyonal sermayeye muhalefet eden bütün emekçi sınıf ve katmanların birleştiği bir havuzdu. Marksistler de vardı; anarşistler de vardı. Yolları uzun müddet paralel seyretti, ayrıldılar; yeniden birleştiler. Şimdi gene ayrılma ve yeniden birleşmelerin zamanı.

Bana göre, gerçek devrimci dönüşümlerin tarihi, ders ve edinimler olarak herşeyi içeriyor. İsterseniz en güzel unsurları bulursunuz; ama tarihsel hataların tümüyle birlikte. Demek ki, otuz yıllık bir sınıf saldırısına karşı direnmeler ve bugün oluşmakta olan yeni sınıf mücadelesi, yeni bir Enternasyonal’in oluşum mücadelesidir. Bu mücadele bütün geçmiş deneyimleri harmanlayacak, adım adım yeniden keşfedecek ve insanlığın yüzyıllar, hatta 1000 yıl süren özgürlük, eşitlik, adalet, sömürüsüz bir toplum ve dünya yaratma tutku ve arayışına yeni katkılar yapacaktır, diye ümit ediyorum.”