Vekalet sözleşmesi ve Vekalet sözleşmesinde zamanaşımı hükümlerinin uygulanması

Borç ilişkisini kuran en önemli kaynak sözleşmedir. Her sözleşme, taraflar arasında bir hukuki ilişki meydana getirir, bu ilişkiye “sözleşmeye dayalı=akdi ilişki” denir.
Borç doğuran sözleşmelerden birisi olan “Vekâlet Sözleşmesi”, 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)’nun 386/1 maddesinde,“Vekâlet, bir akittir ki, onunla vekil, mukavele dairesinde kendisine tahmil olunan işin idaresini veya takabbül eylediği hizmetin ifasını iltizam eyler.” şeklinde tanımlanmıştır.


Vekil, vekâlet sözleşmesi gereği başkası adına işler yapmakla yetkilendirilmiş olan kişidir. Vekil bu açıdan bakıldığında, bir avukat, doktor, bankacı, mimar, bir taşınmazı vekâleten satın alan veya satan kimse vb. olabilmektedir.


Bu tanımlamadan vekâlet sözleşmesinin unsurları: vekilin, bir iş görme borcunu üstlenmesi; iş görme borcunun, başkasının menfaatine yapılması; iş görme borcunun, müvekkilin iradesine uygun olarak yerine getirilmesi; vekilin, edim sonucunu değil, edim fiilini üstlenmesi; vekilin, iş görme borcunu yerine getirirken bağımsız hareket etmesi; ücret (ki bu unsur zorunlu değildir) biçiminde sıralanabilir.


Vekâlet sözleşmesi kural olarak BK’nun 11. maddesinin, 1. fıkrası hükmü gereğince hiçbir şekle bağlı değildir. Yazılı olabileceği gibi, sözlü de yapılabilir. Hatta BK’nun 6. maddesi hükmü uyarınca vekâlet örtülü olarak (zımnen) verilebileceği gibi zımni kabulle de oluşabilir.
Vekâlet Sözleşmesi, bir iş görme sözleşmesi olduğundan tipik edim bir işin görülmesi veya bir hizmetin yerine getirilmesidir. Vekâlet Sözleşmesi eksik iki tarafa borç yükleyen bir akittir. Çünkü vekil, bir edimi ifa borcu altına girmekte ve fakat müvekkil ancak bazı durumların varlığı halinde borç altına girmektedir (BK. m.386/3).


Kural olarak vekâlet sözleşmesinin kapsamı, Borçlar Hukukumuzun genel hükümlerine ve genel ilkelere bağlı olarak tarafların rızalarına göre belirlenir. Ancak, şahsa sıkı sıkıya bağlı hakların vekâlet sözleşmesinin konusunu oluşturması hukuken olanaklı değildir. Sözleşme özgürlüğü ilkesi gereği bu emredici kural dışında kalan her konuda vekâlet sözleşmesi yapılabilir. Eğer, tarafların iradeleri sözleşmenin kapsamının belirlenmesi konusunda yol gösterici değil ise veya sözleşmede bu hususa değinilmemiş ise BK.m.388/1’in düzenlemesine göre sözleşmenin kapsamı sözleşmenin ilişkin olduğu (taalluk eylediği) işin niteliğine göre belirlenecektir.
Vekile verilen yetki hukuk düzeninin elverdiği ölçüde tüm hukukî işlemleri yapmak yetkisi veriyor ise genel temsil yetkisinden, belirli bir veya birkaç hukukî işlemle sınırlı kalmak üzere yetki verilmişse özel temsil yetkisinden söz edilir.


Temsil yetkisi bir süre ile sınırlı olarak verilmişse yani belirli bir süre içinde kullanılması ve bu sürenin bitimi ile yetkinin de son bulması isteniyor ise süreli temsil yetkisi mevcuttur. Oysa bir süre sınırı konulmaksızın da temsil yetkisi verilebilir. İşte bu biçimde verilen temsil yetkisinin bir süre ile sınırlandırılmaksızın her zaman kullanılabilmesi imkânı vekile tanınmış ise süresiz temsil yetkisinden söz edilir.


Tam burada vekâlet sözleşmesinde vekilin borçları üzerinde durulması gerekmektedir.
Sadakat, özen ve sır saklama borcu, BK’nun 390/2 maddesinde düzenlenmiş; maddede “vekil, müvekkile karşı vekâleti iyi bir surette ifa ile mükelleftir.” denilmiştir.


Sadakat borcu, vekilin kendisine değil başkasına ait bir işi görmesinden ve işini gördüğü kimsenin menfaat ve iradesine uygun hareket etmesinin vekâletin zorunlu bir unsuru olmasından çıkarılabilir. Bu borç gereğince, gerek vekâletin devamı sırasında ve gerekse vekâlet ilişkisi sona erdikten sonra vekil, müvekkilin yararını sözleşmenin amacına uygun bir biçimde korumak ve kollamakla yükümlüdür. Bu borç nedeniyledir ki, vekil daima müvekkilin yararını gözeterek hareket etmeli, davranışlarını müvekkilin bu sözleşme ile ulaşmak istediği sonuçlara göre yönlendirmelidir.


Başka bir deyimle, vekil sadakat borcu gereği olarak, müvekkilinin yararına olacak davranışlarda bulunmak ve ona zarar verecek davranışlardan kaçınmakla yükümlüdür. Sadakat borcu, vekâletin nasıl yerine getirileceği konusunda sözleşmede açık bir hüküm olmasa ve müvekkilinin herhangi bir talimatı bulunmasa da yine zorunlu olarak ortaya çıkar.
Şahsen ifa borcuna gelince; vekâlet sözleşmesinde müvekkil ile vekil arasındaki güven ilişkisi ön plandadır ve buna bağlı olarak vekâlet sözleşmesinin vekile yüklediği işin onun tarafından şahsen yapılması kuraldır.


Müvekkilin irade ve talimatlarına uygun davranma yükümü ise; vekilin, edimini yerine getirirken müvekkilin açık veya örtülü biçimde ortaya koyduğu iradesine ve verdiği talimatlara uymak zorunda olmasıdır.


VEKİLİN HESAP VERME BORCU


BK. m.392/1.madde hükmü uyarınca, müvekkilin istemi halinde vekil, vekâlet sözleşmesi konusu olan ve yapmış bulunduğu işin hesabını ona vermek durumundadır. Bu borç, sözleşmenin kurulması ile doğar ve mutlak surette sözleşmenin ifasına bağlı değildir, halin icabına göre sözleşmenin sona ermesinden sonra da devam edebilir.


Hesap verme borcu, vekilin göreviyle ilgili mali konularda, daha açık bir anlatımla aldığı mal veya paralar, yaptığı harcamalar hakkında ve aldığı avans ve masrafları nerelerde kullandığı hususlarında hesap vermek ve buna ait belgeleri müvekkile ibraz etmek zorunluluğunu getirir. Bu, bir anlamıyla sadakat borcunun gereği olarak bilgi vermek yükümünün de bir türüdür.
Hesap verme borcu vekilin başkasına ait bir iş görmesinin doğal sonucudur; gerçekten, işi görülen kimsenin (müvekkilin) işe başlanıp başlanmadığını, işin nasıl yürütüldüğünü ve sonuçlandırıldığını bilmeye ihtiyacı vardır.


Böylece hesap verme borcu, geniş anlamında, genel bir bilgi verme yükümlülüğü olarak kendini göstermektedir. Vekil sadece işin sonunda değil, yürütülmesi sırasında da durumdan müvekkile bilgi vermek zorundadır.


BK m.392, f.I’de hesabın “müvekkilin talebi üzerine” verileceğinden söz edilmekte ise de, vekil gerekiyorsa kendiliğinden müvekkile işin durumu hakkında bilgi vermelidir. Sürekli vekâlet sözleşmelerinde uygun aralarla müvekkile hesap verilmesi zorunluluğu vardır.
Hesap verme, hem müvekkilin, hem de vekilin yararınadır; vekilin, müvekkile bilgi vermesi suretiyle, müvekkil, vekili denetlemek, vekile ifa edeceği işle ilgili talimatları vermek, talimatların ne ölçüde yerine getirildiğini tespit etmek, gerektiğinde vekili azletmek olanağına kavuşmuş olmaktadır. Müvekkil, kendisinin vekil tarafından bilgilendirilmesi neticesinde ortaya istenmeyen bir sonucun veya zararın çıkmasını engellemiş olacaktır.


Vekil ise, müvekkilin bu davranışları sayesinde, vekâlet sözleşmesi ile üstlendiği işi daha kolay gerçekleştirecek ve müvekkile her aşamada zaten hesap verdiği için, sözleşmenin bitiminde vekilin iade borcu daha kolay yerine getirilecektir. Zira böylece vekilin, kendisinin müvekkilden olan alacaklarının mahsubunun sağlanması ve ifa ettiği iş dolayısıyla ibra edilmesi daha kolay gerçekleşecektir.


Hesap verme yükümlülüğü müvekkilin, hukuki durumu ve haklarını kullanabilmesi için olaylar hakkında tam ve gerçeğe uygun bilgi verme suretiyle yerine getirilmelidir. Bu yükümlülük vekâlet konusu olan işin yapılması borcunun bir tamamlayıcısı ve vekâletin, elde olunan veya kalan şeyleri müvekkile vermek suretiyle, tasfiyesinin bir hazırlayıcısı niteliğindedir.
Hesabın tasvibi veya ibra, müvekkil tarafından vekilin hesap verme borcunun doğru olarak yerine getirildiğinin ve işin verilen hesaptan anlaşıldığı ölçüde gereği gibi görüldüğünün kabulü hususunda yapılan açık veya zımni irade açıklamasıdır.


Vekil hesap verme borcunu yerine getirmekle, aynı zamanda müvekkilin kendisini muhtemel tazminat taleplerinden ibra etmesini sağlamak amacını güder. Hesabın doğruluğu ve işin gereği gibi yapıldığı tarafların birbirlerine karşı açacakları alacak davalarında tespit olunur.
Hesap verme ve alınanları müvekkile teslim etme borçlarından müvekkilin, bunların içeriğini ve kapsamını bilmesi kaydıyla, vekili karşılıklı anlaşma ile ibra etmesi kabildir, bu ibra karşılıksız olduğu takdirde bir bağışlama niteliği taşır.


Hesap verme borcu bir yapma borcu niteliğindedir. Müvekkil, sadece hesap verme borcunun yerine getirilmesi için değil, aynı zamanda vekilin vekâleti dolayısıyla aldığı ve kendisine vermesi gereken para veya diğer şeylerin teslimi ve vekâletin gereği gibi ifa edilmemesi dolayısıyla uğradığı zararın tazmini için dava açabilecektir.


Vekilin, müvekkile hesap verme borcunun şekli ve zamanı, vekâlet sözleşmesinin taraflarınca kararlaştırılabilir. Aynı zamanda tarafların yaptığı bu saptama dışında, işin niteliği ve bu yöndeki teamüller göz önünde bulundurularak vekil, belirli zamanlarda müvekkile hesap verme borcunu yerine getirmelidir.


Vekilin müvekkile hesap verme borcu, işin niteliğinin elverdiği derecede belgelere dayanmalı ve kural olarak yazılı bir şekilde yerine getirilmelidir. Hesap verme borcu, vekâlet sözleşmesinde belirlenen işin niteliklerine uygun olarak gerekli fatura, makbuz, rapor gibi belge asıllarının da müvekkile gösterilmesini kapsamaktadır.


Vekilin, müvekkile hesap verme yükümlülüğü, asli borcun yerine getirilmesine yaramaktadır ve bu borç asli borçtan ayrı olarak talep ve dava edilebilmektedir. Bu hali ile hesap verme borcu, hukuki nitelik itibarıyla bir yan edim niteliğindedir.


Gerçekten de vekilin, hesap vermek için her zaman müvekkilin talebini beklemesi doğru olmaz; vekil müvekkil tarafından talep edilmese de müvekkile hesap vermelidir.
Vekâlet sözleşmesinde vekilin hesap verme borcu, vekâlet sözleşmesinin kurulmasıyla birlikte doğup; işin vekil tarafından yürütülmesi sırasında ve sona ermesinde devam eder. Sözleşmenin ifa edilmiş olmasına bağlı bir husus değildir. Ayrıca, gerektiğinde, bu borç, vekâlet sözleşmesinin sona ermesinden sonra da devam etmektedir. Öyle ki, vekâlet sözleşmesi sona erdikten sonra, müvekkil, vekilden hesap vermenin yinelenmesini isterse, vekil, bu borcu tekrar yerine getirmek durumundadır. Ancak, bu durumda müvekkil, vekilin bu hususta yaptığı masrafları ve bu iş için harcadığı emeğin ücretini vekile verecektir.


Diğer taraftan, vekâlet sözleşmesi ölümle son bulmakta ise de; vekilin hesap verme borcu, müvekkil ölürse, müvekkilin mirasçılarına karşı dahi devam etmektedir.
Vekilin vekâletin ifası için veya ifa dolaysıyla aldıklarını müvekkile verme borcu (İade Borcu) kapsamında vekil, müvekkilinin sözleşme gereği olarak talep ettiği işin yapılması için her ne ad altında olursa olsun almış olduğu şeyleri müvekkile iade ile yükümlü bulunmaktadır. Bu borç Borçlar Kanunumuzun 392/1 maddesinden çıkarılmaktadır. Madde hükmüne göre; vekil her ne ad altında olursa olsun almış olduğu şeyi müvekkile tediyeye zorunludur.
İade borcu vekâlet sözleşmesinin niteliğinden kaynaklanmaktadır, çünkü vekil sözleşme konusu işi kendisi yararına değil, müvekkili için görmektedir.


Müvekkilin alınanların teslimine ilişkin alacağı, ifaya yönelen akdi bir alacaktır, yoksa bir tazminat alacağı değildir.


Alınanları teslim borcu, vekâletin konusu olan işi görme borcu gibi bir yapma borcu değil, bir verme borcudur. Vekil, vekâleti başarı ile ifa edememiş olsa ve kendisine bir özen eksikliği isnat olunamasa dahi; fiilen aldığı ve halen elinde bulunan şeyleri müvekkile vermekle yükümlüdür.
Vekil, müvekkili hesabına kazandığı hakları bunların devrine ilişkin şekillere uyarak müvekkile devretmeli, onun adına aldığı şeylerin zilyetliğini de ona geçirmelidir. Vekâletin icrası, vekil için hak kazandığı ücret dışında, bir zenginleşmeye yol açmamalıdır.
Vekilin iade borcunun kapsamına, vekilin üçüncü kişilerden aldığı değerler ve paralar ile avanslar gibi müvekkilin işin ifa edilmesi için vekile verdiklerinden arta kalanlar girmektedir.
Diğer taraftan, vekâlet ilişkisi çerçevesinde, tarafların aralarında anlaşmak suretiyle vekilin bu yükümlülüğünü ortadan kaldırmaları mümkün değildir.
Vekâlet sözleşmesine konu olan işin ifa edilmesine yönelik borç ile vekâlet sözleşmesi dolayısıyla alınan şeyleri iade etme borcu farklı borçlardır.


Vekilin, iade borcu yukarıda da değinildiği gibi, müvekkilin ölümü ile sona ermeyip, bu alacak müvekkilin mirasçılarına geçmekte; vekil öldüğü takdirde ise bu borcu vekilin mirasçıları yerine getirmek mecburiyetinde olmaktadır.


Vekil, müvekkile ait olup da kendisinde kalan para için, müvekkil tarafından talep edildiği tarihten itibaren faiz ödemek durumundadır. Müvekkilin, vekilin aldıklarını geri vermesine ilişkin vekilden bir alacağı bulunmaktadır; vekilin ise müvekkil ile aralarındaki bu hukuki ilişkiye göre takas, zamanaşımı, ödemezlik def’i, hapis hakkı gibi hukuki imkânları bulunmaktadır.

VEKALET SÖZLEŞMESİNDE ZAMANAŞIMI


Vekalet sözleşmesinin niteliği detaylı bir şekilde anlatıldıktan sonra, hemen burada zaman aşımı müessesesi üzerinde de durulması gerekmektedir.


Zaman, doğal ve sosyal yaşamda olduğu kadar, hukukta da önemli etkilere sahip olan bir kavramdır. Gerçekten, hukukta normların yürürlüğü, hakların kazanılması ve kaybedilmesi, yaptırımların uygulanması belirli sürelere bağlanmıştır.
Ancak, hukukun her dalında sürelerin türleri ve nitelikleri farklı olup, değişik sonuçlar doğurmaktadır.


Özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde yasanın kabul etmiş olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir.
Zamanaşımı, kanunun belirlediği süreler içerisinde hakkın kullanılmaması sebebiyle dava ve icra kabiliyetini, karşı tarafın def’i ile kaybettiren ve haklar üzerinde etki yapan kanuni sukut sebebidir.


Öteki deyişle, borcun zamanaşımına uğramasıyla alacağın sona ermemesi alacaklının dava yolu ile alacağını elde etme imkânının ortadan kalkmasıdır. Kısaca, borcun eksik bir borç (doğal borç=obligatio naturalis) haline gelmesidir.
Zamanaşımına uğrayan alacağın tahsili hususunda ‘Devlet’ kendi gücünü kullanmaktan vazgeçmekte, böylece söz konusu alacağın ödenip ödenmemesi keyfiyeti borçlunun iradesine bırakılmaktadır.


Şu halde zamanaşımına uğrayan alacak ortadan kalkmamakla beraber, artık doğal bir borç (obligatio naturalis) haline gelmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, alacağın salt zamanaşımına uğramış olması, onun eksik bir borca dönüşmesi için yeterli değildir; bunun için borçlunun, kendisine karşı açılmış olan alacak davasında alacaklıya yönelik zamanaşımı def’ini ileri sürmesi gerekir.


Öncelikle çok eski tarihlerde gerçekleşmiş hakların belgelenmesi ve ispat edilmesi son derece güç, bazı durumlarda ise imkânsızdır. Böyle hallerde zamanaşımı, mahkemeleri aradan uzun zaman geçmesi sebebiyle incelenmesinde güçlük çekilecek eski olayları inceleme ve değerlendirmekten dolayısıyla gereksiz yere vakit kaybetmekten kurtarmaktır.


Bilindiği üzere, borçlarını yerine getirmiş ve ödemiş kimseleri ifaya dair belgeleri ömür boyu saklamaya zorlamak mantık kurallarına ve hakseverlik duygularına uygun düşmemekte, bunun yerine belli bir süre sonunda borcun ödendiğinin kabulü daha doğru olmaktadır.
Bu nedenlerle kanun koyucunun öngördüğü sürelerde hakkını aramayan alacaklı, bu davranışının sonuçlarına katlanmak durumunda kalacaktır.


Zamanaşımının Şartları:

1- zamanaşımına tabi bir borcun varlığı;

2-borcun muaccel olması;

3-kanunda belirli olan bir sürenin geçmesi, zamanaşımının gerçekleşmesi için kanundaki belirli sürenin geçmesi olarak sayılabilir.


Bu üç şartın bir araya gelmesiyle birlikte zamanaşımı gerçekleşmiş olur.
Zamanaşımı def’ini öne süren davalı, bununla; davacının alacak hakkının doğmuş olduğunu, ancak zamanaşımına uğradığı için edimi ifa etmek zorunda olmadığını ifade etmektedir. Böylece davalı (borçlu) zamanaşımı def’ini kullanmakla, davanın reddini sağlayabilmektedir.
BK’nun 140’ıncı maddesine göre; ‘Müruruzaman dermeyan edilmediği surette hakim, müruruzamanı kendiliğinden nazara alamaz.” demek suretiyle zamanaşımı def’inin hakim tarafından kendiliğinden dikkate alınamayacağı vurgulanmıştır.
Zamanaşımı ileri süren borçlu (davalı), aynı zamanda bu sürenin dolduğunu da kanıtlama yükü altındadır.
Yasada hangi hakların zamanaşımına uğrayacağı, hangilerin uğramayacağı belirli bir sistem halinde düzenlenmiş değildir. Mevcut hukuk düzeni ve mevzuata göre, borçlar, ticaret, eşya ve kamu hukukundan kaynaklanmış olsun bütün alacaklar zamanaşımına tabidir.
Kural olarak yalnızca alacak hakları zamanaşımına bağlanmıştır. Alacak hakları; alacaklıya, borçludan bir edimi yerine getirmesini isteme yetkisini veren haklardır. Mülkiyet hakkı ve diğer ayni talepler kural olarak zamanaşımına uğramazlar.
BK’nun 125’inci maddesinde zamanaşımının kapsamı ve süresiyle ilgili genel bir hüküm sevk edilmiştir. Bu madde hükmüne göre; “Bu kanunda başka bir suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde her dava on senelik müruru zamana tabidir.” denilmiştir.


Zaman aşımının başlangıç tarihinin vekâlet sözleşmesinin son bulma tarihi olduğu doktrinde de baskın görüş olarak kabul edilmektedir.


Kural olarak; sözleşmeden doğan alacak zamanaşımı, alacağın muaccel olduğu anda işlemeye başlar. Alacak haklarında zamanaşımı, ilke olarak alacağın muaccel olduğu anda işlemeye başlar, denilmek suretiyle vurgulanmıştır. Temerrüt tarihi bu bakımdan önem taşımaz (BK. md.128).
Buradaki “muacceliyet” kavramı, alacaklı tarafından talep ve dava edilebilir hale gelmiş olma anlamını taşıdığından, öncelikle doğmuş bir alacağın varlığı gerekir.


Ancak, alacağın muaacceliyeti bir ihbar şartına bağlı ise, zamanaşımı bu ihbarın yapılabileceği andan itibaren işlemeye başlar. Gerçekten, BK. mad. 128’e göre, alacağı muacceliyeti bir ihbara bağlı ise zamanaşımı bu haberin verilebileceği günden itibaren işlemeye başlar.
BK. mad. 125’e göre, özel hukukta aksine bir hüküm bulunmadıkça, alacaklar ilke olarak on yıllık zamanaşımına tabidir. BK. mad. 126’da yukarıdaki ilkenin istisnası düzenlenmiştir. Buna göre bazı alacaklar beş yılda zamanaşımına uğrar.


BK’nun 101.maddesi gereğince, borcun muaccel olması, ifa zamanının gelmiş olmasını ifade eder. Borcun ifası henüz istenemiyorsa, muaccel bir borçtan söz edilemez.
BK’nun 74.maddesi gereğince borcun yerine getirilmesi bir süreye bağlanmamışsa, borcun doğumu ile birlikte alacak “muaccel” olur.
Eğer borcun ifası vadeye bağlanmışsa, alacaklı için zaman aşımı vadenin geldiği tarihten itibaren işlemeye başlar.
Vadeye tabi olmayan iade borçlarında (vedia, bir servetin idaresine ilişkin vekalet gibi) borcun ne zaman muaccel sayılacağı ihtilaflıdır. Bir görüşe göre zamanaşımı tevdi tarihinden başlar. Diğer bir görüşe göre gerek vedia da, gerek vekalette, vekilin borçları akdin yapıldığı tarihte değil, bu ilişkinin sona erdiği tarihten itibaren başlamaktadır. Bu bakımdan zaman aşımı da, ilişkinin sona erdiği tarihten başlamalıdır.
Kanun koyucu 128.maddede zaman aşımının başlaması için borçlunun temerrüde düşürülmesi esasından ayrılarak, alacağın muaccel olmasını kafi görmüştür.
Vekilin aldıklarını verme borcunun konusu para ise, BK. md. 393 f. II’ye göre, vekil zimmetinde kalan paranın faizini de vermeğe mecburdur (Prof.Dr. H.. T.., Borçlar Hukuk, cilt II, sh.506-508).
Vekâlet sözleşmesinde vekilin aldıklarını müvekkile iade etmesine ilişkin olan verme borcu ve müvekkilin bunları talep hakkı, BK md. 126/IV hükmüne göre vekâlet sözleşmesinden doğan tüm alacaklar gibi beş yıllık zamanaşımına tabi bulunmaktadır.
Sözleşmeden doğan alacaklarda zamanaşımının alacağın muaccel olduğu tarihten başlayacağı tartışmasızdır. BK’nun 74.maddesi gereğince, borcun yerine getirilmesi bir süreye bağlanmamışsa, borcun doğumu ile alacak muaccel olur, yine BK’nun 128.maddesi gereğince de zamanaşımı alacağın muaccel olduğu tarihte başlar.
Bu anlamda ifa anının gelmesine borcun muaccel olması denilir. Alacaklı ancak bundan sonradır ki alacağını dava edebilir, alacak için zamanaşımı bu andan itibaren işlemeye başlar.

  Kaynak: Hukukmedeniyeti.org