Teokrasi deyimi “Tanrı”nın veya “Tanrı” sayılan güçlerin yönettiği siyasi sistem demektir. Yani ülkenin kutsal kitaplarda söylendiği gibi yönetimi anlamına gelir. Bunun uygulaması ise Musevi peygamberlerinin ve onları izleyen diğerlerinin aynı zamanda hükümdar olduğu yönetim şekilleridir. Meşhur Kutsal Roma İmparatorluğu aynı zamanda papa olan kişi tarafından yönetiliyordu.

İslamiyetin ilk yılları ve değişik halifeler, Abbasi, Emevi ve bunları izleyen yönetimlerde de sultanlar, padişahlar aynı zamanda halife oldukları için bunların yönetim şekilleri de teokrasi idi.

Şeriata uyduruldu

Osmanlı’da Yavuz Sultan Selim’in halifeliği Mısır kölemenlerinden almasıyla Osmanlı hükümdarları da aynı zamanda en üst düzeyde dinsel karar sahipleri oldular. Fakat sonraları kurulan Şeyhül-İslam makamı bir bakıma padişahların bu sembolik güçlerinin kısmen bu makama devredilmesi anlamına geldi. Değişik padişahlar önemli kararlarında bu makamın bilgisine başvurdular. Bazı kararlar ise “şeklen” şeriata uyduruldu, yıllarca bu uygulama değişik şekillerde ve çeşitli kötü örneklerle böyle devam etti.
Demokrasi ise gücünü halktan alan bir tür temsil sistemi olarak tek kişinin Tanrı adına güç kullanma yetkisini elinden aldı ve halka devretti. Böylece seçimle iktidara gelenler kendi inançlarını halka zorla dayatmak yerine halka dayandırmaya mecbur tutuldular.
Laiklik ise kamu yönetiminde dini siyaset dışına çıkardı. Uzun din kavgalarının ortaya çıkardığı yıkımların ve karışıklıkların önlenmesine yönelik bu sistem ile yönetenler kendi inançları ile devlet yönetimini ayırmak zorunda kaldılar.
Demokrasiyi tam hazmetmemiş, laikliği kamu yaşamı dışında din özgürlüğü olarak algılamada zorluk çekmiş toplumlarda yönetenler kendi inançlarını, varsa inançsızlıklarını ve yaşam tarzlarını kendilerinden olmayan, kendileri ile aynı değerleri paylaşmayan toplumlara, gruplara, cemaatlere zorla uygulamaya başlayınca sorunlar çıkmıştır.
Oysa demokrasinin temel niteliğinde “Ne çoğunluğun azınlığa” ne de “azınlığın çoğunluğa” tahakkümü vardır. Yani azınlıkta olanlar da en az çoğunlukta olanlar kadar aynı özgürlüklere ve saygıya layıktırlar. Seçimlerle işbaşına gelen yöneticilerin bunu iyi anlaması ve uygulaması gerekir.
Hele giderek ortaya çıkan başarıları sadece kendilerinin ürünü sanan bazı yöneticiler, seçilmişler ve yan siyasetçiler zaman içinde teokratik kökenlerine dönebilirler ve demokrasiyi bir tür tramvay olarak görme eğilimi içine girerler. Yani dinsel veya kişisel, ideolojik amaçlarını gerçekleştirecek bir tür araç.
Bu gruptaki yöneticiler veya seçilmişler, giderek kişisel amaçlarını, yaşam tarzlarını “Benim için en iyisi budur, senin için de en iyisi bu olmalıdır” düşüncesini benimsemeye başlarlar. Bir de düşünceye eklenebilecek kişisel özellikler; mağrurluk, kendilerini üstün görme alışkanlıkları ve “Ne oldum?” algısı onları bunu yapmaya hakları olduğuna inandırır. Artık kendilerini insanlığın, ulusların veya cemaat yahut grupların “her şeyi herkesten iyi bilen, en doğruyu seçen, her konuda uzman” olduğunu sanan bir kişilik ortaya çıkar.

Toplumsal akıntılar

Oysa ki, biraz da Makyavelli düşünce tarzını anımsatan bu tutum ile zaman içinde yapılan uygulamalar toplum vicdanında yaralar açar ve halkta bir tür tepki ve kızgınlık doğmaya başlar. Dışardan gözükmeyen toplumsal dip dalgaları ve akıntıları oluşur.
Hele halkı algılamada sadece çok kısıtlı bilgiler taşıyan ve “istenilen” yöne çekilebilen, parayı ödeyenin amaçlarına uygun hale getirilebilecek kamuoyu yoklamaları ile karar almaya çalışan yöneticiler ve onların çevresindeki “evet efendim” tavırlı danışmanlar ancak onların “istediği türden bilgiler” sunmaya başlayınca artık onların gerçek dünya ile ilgileri kesilir. Kendilerinin iyi niyetini, insanlık aşkını, hizmetlerini, millet sevgisini “anlamayanlara” karşı bir tür olumsuz “tepki verme” alışkanlıkları artık kişiliklerinin ayrılmaz bir parçası olur.
Sonuçta bazı üst yöneticiler gerçeklerden uzaklaşırlar ve kendilerini bir anlamda “Tanrı adına konuşan” bir sultan, halife veya padişah sanmaya başlayabilirler. Böylece kendi inançlarını, isteklerini, rüyalarını, ideallerini başkalarına devlet gücünü kullanarak benimsetmeye çalışırlar. Kişilerin özel yaşamlarına müdahale onlara normal gelmeye başlar.
Toplumun tepkisini anlayamadıkları için veya göremediklerinden, yahut kendilerini hatadan “münezzeh-hatasız” sanmaya başladıklarından dolayı toplumun büyük kesiminin ve özellikle orta sınıfın yaşam tarzlarına müdahaleye nasıl kızdığını, geçmişte yapılanlara, kullanılan aşağılayıcı dile ve tavırlara nasıl içerlediğinin farkında bile olmazlar.
Böylece halkın beynine, değer yargılarına, idealine, yaşam ve tüketim tarzına müdahaleyi kendilerinin doğal, yahut ilahi hakları olarak görürler, dinsel referanslarla konuyu ele almaya başlarlar. Artık burada demokratlık bitmiş teokratlık başlamıştır. İşte bu sınırı iyi çizmek gerekir. Konu sadece kendine oy verenlerin değil, oy vermeyenlerin de haklarına, inançlarına, demokratik taleplerine saygı duymaktır. Kendi inançlarında büyük önem taşıyan “meşveret-danışma” uygulamasını o da isterlerse kendi çevresindekilerle yapıp bunu sadece kendi isteklerini onaylatma yolunda kullanırlar. Artık bürokratlar, diğer seçilmişler, uzmanlar onun emrindedir; onun isteklerine uymak zorundadırlar, onların görüşlerinin olması olanaksızdır. İtaat mecburidir, itaat etmeyen cezasını bulur.
Konuya bir de bu açıdan bakmayı öğrenmek ve düşünmek gerekiyor bazı konuları tam anlamak ve algılamak için.

cumhuriyet