Aynen Aziz Peter gibi kimi kimseler de, “gerçek olsun” ya da sırf siyaseten “görüntü icabı olsun”, inandığı dava için, icab-ı halde kendisini çarmıhta feda edecek insan havası verirler etrafa. Veya onlar vermese de karşılarında kendilerine bir “kurtarıcı” arayan aciz yığınlar vardır. Özellikle şark toplumlarında “rant dağıtan” (havuç) veya “ceza yargılaması mekanizması” ile döven (sopa) heyula gibi canavar bir devlet aygıtının altında kalmış kişilerde “birey” nitelikleri gelişmez. Bu yüzden de zihnen ve ruhen mecalsiz bırakılmış bu kişilerin oluşturduğu büyüklü-küçüklü yığınlar meşreplerine göre devamlı olarak kendilerine birer “Mesih”, “Mehdi”, “Kayıp İmam” kisvesinde “kurtarıcı” ararlar.
Aslında bir acizlik işareti olan bu çekinik davranış, tek tip insan üretmeye çalışan bir resmi ideoloji ve din sarmalında doğumdan itibaren aile, toplum ve devlet tarafından beyinlerin yıkanmış kitlelere endoktrine edilir. Bu ülkelerde yasakçı zihniyetten dolayı tek tip eğitim ile devletin fikriyatın ve inancın her renginden kişilere giydirmeyi başardığı büyük at gözlükleri, alternatif düşünceye asla izin vermez. Zira, “tez, antitez, sentez” üçlemesinden geçerek kendi bireysel diyalektik gerçekliklerine yani “nur-u hakikat”e ulaşarak birey olmuş bir kişi, devlet için bir tehdittir.[2]
Peki Mustafa Kemal Atatürk, George Washington, Charles De Gaulle, Churchill gibi tarihsel önderler, önemli şahsiyetler ve devlet adamları nereden çıkıyor o zaman? Konjonktürden çıkıyor. Büyük savaşlar, tabiat olayları gibi force majeure ekonomik, siyasal ya da tabiat olaylarında kitleleri örgütleyen bir lideri “toplum” değil “mücbir şart”lar muhakkak ortaya çıkartıyor. Zaten, bu kahramanlar da pek lidermiş gibi değil de halkın içinden sıradan birisiymiş gibi davranıyorlar. Keza, koşulların zorlayarak gerçek potansiyellerini ortaya çıkarttığı bu abide şahsiyetlerin etrafında kitlelerin toplanması daha sonra oluyor.
Dolayısıyla, bu dış koşullar daha oluşmamışken, ortaya kurtarıcı çıkarmaya çalışmak pek rasyonel bir davranış olmasa gerek. Keza tarihsel tecrübe ispatlamıştır ki konjonktürün yanında “siyasi mesihlik” postuna talip olan ya da aday gösterilen kişilerin “lafazanlık” değil bir “düşün ve eylem” adamı olmaları eşyanın icabı gereğidir. Hiç kimsenin hakikatine, kumaşının kalitesine ve asıl gayesine tam anlamı ile nüfuz etmek mümkün olmadığı için çok yakından tanımadıkça kişiler asla hakkında kesin söylemlerden kaçınmaya çalışırım. Esasa dair değil, söz konusu kişilerin siyasi vitrin düzenlemesi, imajı ve başkaları tarafından algılanışı üzerine yorum yapmaya çalışırım. Zira, siyasi aktör haline gelmek isteyen kişi ile mevcut siyasi durum ve kişinin dış dünyaya yansıyan hareketlerinin irdelenmeden politikacılar hakkında gerçekçi bir sonuca ulaşılabilmesi asla mümkün değildir.
2003 ÖNCESİNDE VE SONRASINDA TÜRKİYE’Nİ SİYASİ KONJONKTÜRÜ
Belirtmek gerekir ki özellikle son iki yüzyıldır, dışarıdan birbirlerinden çok farklıymış gibi algılanan ama esasında (yani devlet-birey ilişkisi ve özgürlükler bağlamında) birbirlerinden hiçbir farkı olmayan iki ideolojik akım, Türkiye’de devlet adı verilen rant dağıtma mekanizmasının başına kimin oturacağı kavgasını sürdürmektedir. Türk siyasi tarihinde bir kırılma noktası olan 2003 genel seçimleri ve akabinde değişen “statüko/status quo” geçmişin “efendilerini/overlord”larını hukuken, siyaseten ve haliyle de iktisaden dışlamış, eskinin yöneticilerinin gözünde 90 senedir “güdülmesi gerekli ikinci sınıf vatandaşlar topluluğu” olarak algılanan alt sosyo-ekonomik sınıfı din soslu temsilcilerini Türk devlet tanrısının başına getirmişti.
Sabık efendiler, zamanın ruhunu yakalayamamıştı. Kendilerini hala bir yüzyıl öncesinin nasyonal-sosyalist siyasi fikriyatı ile hareket etmek mecburiyetinde hissetmekteydiler. Zira, karşılarında kendilerini yenilemeyi gerektirecek bir siyasi güç yoktu. Bu arkaik ve faşizan-aydınlanmacı anlayış devamlı tahakküm dili ile konuşan, halka tepeden bakan bir tarz sahibiydi. Dönemine göre göreli “ilim sahibi olup da irfan sahibi olmayan” resmi ideolojinin asker ve sivil bekçileri, “cahil halk” olarak nitelendirdikleri “ilim değil de irfan sahibi olan” halktan uzaklaşmıştı.
Nitekim, üst üste yaptıkları hatalar neticesinde dünyanın gittiği istikameti şeklen de olsa eski efendilerinden biraz daha iyi kavramış olan eski “at uşakları” yenile yenile artık yenmeyi öğrenmişti. Üretim faktörlerinin devletin elinde olduğu kollektivist iktisadi sistemin fildişi kulelerinde 90 senedir hazineden geçinmeli bir “lüküs hayat” sürmekte olan “efendiler”, aslında sadece dipçik zoru ile iktidarı sürdüren kâğıttan kaplandılar. Bu gerçeği idrak etmekte geç kalan “ötekiler”, Avrupa Birliği sürecinin ve ABD’de “Demokratların” iktidarının üst üste gelmesinin yarattığı özgürlük ortamı ile uluslararası sistemle de ilişki kurarak, eski zalim muktedirleri “özgürleşme ve demokratikleşme” bahanesinin altında düşürdü. Ama aslında bu yeni muktedirlerin gayesinin eski efendiden daha da zalim olmak ve geçmişin intikamını almak olduğu açıktı.
Efendilerinin makam arabalı, lüks lojmanlı, ihaleye fesatlı ve tahakkümcü beleş hayatlarına yıllardır yutkunarak bakan bu “uşak” (!) taifesi geliştirmiş oldukları siyasal proje ile üst üste hata yapan bu köhnemiş militarist gücü dış destekle alaşağı etmişti. Şimdi aynen eski efendileri gibi hüküm sürme zamanıydı. Zira, bunlar da aynı “hikmet-i hükümet” ve “zorba zihniyet”in fikri evlatlarıydı. Nasıl olmayacaklardı ki? Türkü, Kürdü, Arabı, Çerkezi, solcusu, sağcısı, siyasal İslamcısı ile herkesin zihinsel fabrika ayarlarına “otoriterizm” kendilerini anlamaya başladıkları andan itibaren devletin ideolojik eğitim araçları ile yüklenmemiş miydi?
Özetle, proje üretmeden, olması gerektiği gibi bir idarecilik yapmadan, halka onlardan birisiymiş gibi davranmadan, tepeden bakarak ve tahakküm diliyle işletilen bir siyasi süreç ancak buraya kadar gelebilirdi. Başıboş bırakıldığında ya “gominizm davulcusu”na ya da “din bezirgânlığı zurnacısı”na kaçacağı düşünülen cahil halkı hizaya getirmek için arada demokrasi dışı güçleri sahneye davet etmek ve dipçik yardımı ile iktidarlarını korumak bu zihniyetin kolaycılığı idi. Eh, darbe ya da muhtıra ile devlet aygıtını ellerinde tutan dünyanın gerçeğinden kopuk bir şekilde yaşayan, muktedirlik rehavetindeki sadece düşünsel açıdan değil her yönden tembel aristokratlık iddasındaki ekip, karşılarında yılların dışlanmışlığı ve ezilmişliği ile kin tutmuş, her mağlubiyetinden bir ders çıkarmış köylülerden ve küçük esnaflardan oluşan bir kitleye mağlup olmuştu.
Dünyada oyunun kurallarının değiştiğini ve siyasi güce ulaşmanın yolunun şeklen sandıkta gizli olduğunu kavrayan eski at uşağı ama yeni efendi bu yeni ekip kendisini eski efendilerine kıyasen çok daha iyi örgütlenme, taktik ve beşeri yetenekleri ile geliştirmişti. On yıllardır tepeden inmeci dili kullanmaktan halkla ve kişiler ile eşitler arası iletişimin nasıl kurulacağını çoktan unutmuş olan eski efendiler ise, “kullanılmayan organlar zamanla zayıflar” teorisinin gereği genel siyasette aciz politik figürler haline gelmişlerdi. İyi de iktidarın makam arabalı, korumalı devlet konutlu, memur sınıfından hizmetçi ve şoförlü şaşalı günlerine nasıl dönülecekti? Derhal bir kurtarıcı bulunmalıydı. Lakin, bu işe soyunmuş adaylar çoktu.
BİR “ANCIEN REGİME” MESİH ADAYI: KOCASAKAL
Konjonktür gereği avukatlık değil de akademisyenlik sıfatı, esasen de televizyon programlarındaki polemik performansı ile dünyayı takip etmeyen, okumayan, yazmayan ve konuşmayan diğer baro başkan adayları arasında ehven-i şer görülerek meslektaşlar tarafından İstanbul Barosu Başkanı seçilmişti Doç. Dr. Ümit KOCASAKAL. Seçmen ne yapsın? Gariplerimin ellerinde daha iyi imaj sahibi ve temsil potansiyelli başka kim vardı da seçmedi? Nitelik yönünden karşılaştırıldığında şanson söyleyebilecek derecede Fransızca bilen, “Gaassaray Lisesi” mezunu, ağzı göreli olarak laf yapan, eski düzenin ideolojik argümanları ve baskın diliyle konuşan oldukça baskın bir adaydı Kocasakal. Eh, AKP iktidarı karşısında da konuşmayı maçası sıkan pek kimse yoktu. Sosyal-demokrat görünümlü ancien regime taraftarlarında biriken düdüklünün fazla buharının siyaseten de bir şekilde çıkması gerekiyordu. Diğer adaylar ile mukayesesin karşısında çaresiz avukat seçmen de tercihini genel akışa bırakıp mecburen bu yönde kullanmak zorunda kaldı.
Evvelden ismini pek çok kimsenin bilmediği, kendi çapında bir akademisyen olan Kocasakal İstanbul Barosu Başkanlığı makamının ele geçirilmesi ile 2003 öncesinin “ötekileştiren”leri olan bugünün “ötekileştirilmiş”lerinin kurtarıcısı rolüne soyunan siyasi pehlivan adaylarının televizyon ekranlarında en çok rating alanlarından birisi haline geldi. 1991’de SSCB’nin yıkılması ile teori ve pratikte mağlup olan “sol” akımın bir kısmının çaresizce Atatürk İlke ve İnkılaplarına sarılması ile ortaya çıkan saçma sapan melez bir anlayışın yani “Maocu-Bozkurtçuluğun” seslerinden bir tanesi oldu.
Burada bana göre asıl ilginç nokta, kapıcıları tarafından 100 sene evvelin itici söylemi ile genel siyasi arenada % 20’lik oy potansiyeline sıkıştırmış eski efendilerin zihniyetini temsil eden siyasi partilerin başına geçmek isteyen ya da yeni bir oluşum kurmak isteyen Kocasakal (ve eşzamanlı diğer aktörlerin) çıkış yapmak için siyasi partileri değil, meslek örgütlerinin başkanlıklarını birer sıçrama tahtası olarak kullanmaya çalışmasıdırlar. Bu aslında son derece mantıklı bir hamledir. Zira, “hukuk” söyleminin her daim alıcısı vardır ve barolar gibi meslek örgütleri genel siyasette bir figür olarak ortaya çıkabilmek için gerekli olan çok paraya ya da sponsorlara ihtiyaç duymadan veya parti hiyerarşisi içinde ezilmeden kendini siyasaya arz edebilme imkanını sağlayabilmektedir.
Maocu-Bozkurt söyleme iman etmiş takipçilerine göre, Kocasakal (ve eşzamanlı diğerleri), adeta “ancien regime”in yani “eski düzen”in diriltmek için kendisini fedaya hazır birer “Havari Peter”dir. Kocasakal (ve eşzamanlı diğerleri) 2003 genel seçimleri ile son on senedir kaybettikleri eskinin pırıltılı iktidar günlerini arayan eşekten düş(ürül)müş ve sosyo-ekonomik olarak iki üç kuşaktır “bürokrat/memurin” sınıfından olan hazineden geçinmeli abi ve ablalarımızın eski pırıltılı günlere dönmesini sağlayacakları dört elle sarılmaya çalıştıkları birer can simididir.
Keza Kocasakal’ı konferanstan konferansa takip eden bu inançlı alkışçıları için Kocasakal (ve diğerleri) adeta Atatürk’ün enkarne olmuş yani reenkarnasyona uğrayarak yeniden hayata gelmiş halidir. “Ete kemiğe büründüm, Kocasakal deyü göründüm” dizesi ile tam anlamını idrak ettiğimiz bu dogmatik bağnazlığı Koca Yunus çağlar öncesinden görmüş de sanki Mustafa Kemal Paşa’nın ebedi istirahattaki ruhu ile Kocasakal (ve diğerleri) arasındaki ilişkinin bu müritler tarafından çarpık algılanışını formüle etmek için dile getirmiş gibidir.
Kocasakal’ın siyasi maskesinin ya da oynadığı politik “dramatis personæ”nin (drama karakteri)
gerçekliğini anlayabilmek ne benim ne de hayranları için yüzde yüz kesinlikte mümkün olmasa da, bu kişinin etrafındaki dar ideolojik grup tarafından ona hakkıyla taşıyıp taşıyamayacağı ancak sürecin akışı neticesinde belli olacak, çok ağır bir siyasi sorumluluk yüklenildiği açıktır.
MEMLEKETİ KURTARICILARDAN KURTARMAK
Kocasakal’ın söylemleri ile dışarıdan savunucusu görünümünü verdiği “ancien regime”(eski düzen) yani “militarizm” dönemlerinin Avukatlık Kanunu’na armağanı olan Baro veya TBB Başkanı statüsüne haiz avukatların seçilme yeterliliğini ve engellerini düzenleyen ilgili maddelerini ele alalım (1136 sayılı Kanunu, m. 90, m. 120). Bunlara göre kesinleşmemiş bir hükümle üyelerinin oyları ile seçilerek gelen bu meslek örgütü başkanlarının “müesses nizam” yani “resmi ideoloji” ve muhtemelen “siyasi iktidar/derin devlet” ile çatışmaya girmesi ihtimaline binaen bir emniyet sübabı olarak tasarlandığı oldukça açıktır. Elbette devamlı iktidarda kalacaklarını düşünen “ancien regime” ağalarının bir gün gelip de kendi başlarına geleceğini idrak edemedikleri
ve bu yüzden de Kocasakal dahil hiçbir baro siyasetçinin umurunda olmayan faşizan bir düzenlemedir bu. Aynen Kürtleri, Alevileri, Siyasal İslamcıları vs. yargılayan DGM’lerin kaldırılmaması için gereken her şeyi yapan zamanın kudretli generallerin şimdi bu mahkemelerde haklı veya haksız bir biçimde yargılanabileceklerini hiç akıllarına getirmemeleri gibi. Eh, iktidar öyle bir şey ki gün gelip iktidardan düşebileceğini düşünmek gerekmez miydi? Eskinin efendileri çocuk ve torunları için daha demokratik bir ülkeye dönüştüremezler miydi bu ülkeyi?
Her neyse! Kocasakal, bana göre haksız bir şekilde açılmış bir dava ile yargılanmaktadır. Ancak, ne hikmetse, AKP iktidarı bu maddeyi işleterek kendisinin bir numaralı siyasi muarızı gibi görülen Kocasakal’ı bir türlü düşürmemektedir? Nedendir bu yaman çelişki acaba? Ortada eğer Atatürkvari bir eda ile Kocasakal’ın buyurduğu “Milli Mücadele” ve “İç Düşmana ve Emperyalizm’in Uşağı Gericilere Karşı Bir Kurtuluş Savaşı” şartları oluşmuş ise,[3] sembolik olarak Anadolu’yu işgal eden Yunan askerine benzetilen AKP iktidarı niçin Kocasakal’a açtırdığı davanın hukuki sonuçlarını yerine getirmemektedir? AKP, evvelki hafta İstanbul’da genel kurul yapan çeşitli illerden gelmiş 5-10 bin avukattan mı korkmuştur? Yok canım. Daha neler? Adamlar Genelkurmay Başkanı’nı içeri alıyor da elinde silah olmayan avukatlardan mı korkacak?
Bana göre bunun nedeni son derece basittir. Öncelikle, mevcut siyasi iktidar, Kocasakal ve benzerlerinin muhalefetinden beslenmektedir. 90 senedir halkın çoğunluğunda bıkkıntı yaratmış olan “rejim elden gidiyor, laiklik, iç düşmanlar, dış düşmanlar, düşmanı denize döktük” gibi resmi ideolojik lakırdıların halkta karşılığı yoktur. Öyle ya Siirt Pervari’deki, Kırşehir Mucur’daki, Ardahan Göle’deki, Edirne Süloğlu’ndaki sıradan insanın ne umurundadır karın doyurmayan, hayat standardını yükseltmeyen bu boş söylemler? Eski düzene ait bu söylemler, küçük bir azınlık hariç halkta tepki yaratmakta, hatibin hedef kitlesine psikolojik mastürbasyon hissi yaşatmaktan başka hiçbir işe yaramamakta; bilakis çoğunluğun nefret ettiği ve aslında on yıldır unutmaya başladığı geçmiş tahakküm dilini hatırlatmaktadır. AKP bu lakırtılardan faydalanmakta, bakın biz gidersek yine size tepeden bakan, sizinle aynı frekansta konuşmayan, sizlere selam vermeyen ve selamınızı almayan, sofranıza oturmayan, kasıntı davranışlı snob adamlar sizi tekrar yönetecek diyerek halkı ölümü gösterip sıtmaya razı etmektedir.
ESKİ DÜZENİN SAVUNUCULAR İÇİN KISA BİR TEFEKKÜR ANI
Soruyorum Mesih arayan bu kişilere. Madem Devletin ele geçirilmesi bu kadar vahim idi, 90 senedir iktidardayken düzeltseydiniz sistemi. Nasyonal-sosyalist, Fransız aydınlanmacılığının tepeden inmeci Hanefi yorumu ile kurulmuş ve iktidara düşmanlarını yok edecek müthiş güçler veren bir “Kanun Devleti”ni, “Hukuk Devleti”ne dönüştürseydiniz. Tek tipçi değil; çoğulcu, çok kültürlü ve bir arada yaşamaya hevesli bir toplum düzenini yaratsaydınız. Sistemi, uluslararası sistem ile eşgüdümlü hale getirseydiniz ki iktidara gelebilecek potansiyel özgürlük düşmanları ülkeyi dünyadan koparamasın.
Keza, ekonominin patronu olmayan ve rant dağıtmayan bir devlet aygıtı niçin ele geçirilmek istensin ki? Misalen, ABD’de Bush Jr. zamanında
köktendinci Hristiyanlar yani “Evangelist”ler iktidardaydı. Niçin kimse orada 8 sene oyunca devlet ele geçiriliyor muhabbeti yapmadı? Çünkü, Amerikan devleti “doğrudan” rant dağıtan bir tüzel kişilik değildir. Rant, ABD’de ulus-ötesi şirketler tarafından ve “meritokrasi” yani “liyakat” ölçütüne göre dağıtılır. Kollektivist sistemlerde ise “nepotizm” yani “adam kayırmacılık” esastır. Zira, para istihdam eden kişinin kendi cebinden değil, başkalarının kesesinden yani hazineden çıkmaktadır. Hal böyle olunca, “Oligarşini’nin Tunç Kanunu” gereği kendini azınlık hisseden bütün gruplar disipline olarak, “liyakat”a değil “kayırmacılık”a prim veren devletsel bir rant dağıtım mekanizmasını ele geçirmeye çalışmaktadır. AKP’nin yaptığı budur. Bir takım etnik ya da dini örgütlerin yapmaya çalıştığı budur. Eşekten düşürülmüş eskinin efendilerinin bir kurtarıcı bularak yapmaya çalıştıkları budur.
MAOCU BOZKURTLARIN MESİH ADAYLARINDAN BİRİSİNİN KISA ANALİZİ
Kocasakal’ın özgeçmişi içerisinde benim en çok dikkatimi çeken şey Almanya’nın Köln Şehri’nde bir gurbetçi ailenin çocuğu olarak doğup, lise öğrenimini Galatasaray Lisesi’nde bitirmesidir.[4] Hani kişiliğin tam oluştuğu ergenlik yıllarında frankofon züppeliğinin ve sosyo ekonomik olarak alt sınıftan gelenlere tepeden bakmanın kültürel merkezi olan bu mektepte, bir gurbetçi çocuğu olarak öğrencilik yapmanın Kocasakal’da oluşturabileceği muhtemel savunma mekanizmaları konusunda uzmanlık alanım dışında olduğu için fikir beyan edemeyeceğim. Amma velâkin, zannımca bu savunma mekanizmalarının bazılarının Kocasakal’ın biliçaltında yarattığı motivasyon ile televizyonlarda hemen her konuda konuşması olasıdır. Eğer bu tezim doğru değilse, örneğin eczacıların muadil reçete yazma sorunları gibi baro başkanı sıfatlı bir hukukçuyu ilgilendirmesi, bilmesi ve anlaması mümkün olmayan konularda dahi ekrana çıkarak eczacılar ile tartışmaya sevk eden saikin ne olduğuna dair olası fikirlerinizi benimle paylaşmanızı dilerim.
Öte yandan bir insanın hele ki belli bir kesimin lider adaylarından birisi olan hukukçu ve baro başkanı sıfatlı bir kişinin özü ile sözü bir olmalıdır. Zira, Kocasakal’ın sürgit ulusalcılık, yurtseverlik, emperyalizme karşı olma gibi hamasi nutukları atıp ve hem de iki dönemdir İstanbul Barosu’nun yetki çevresinde avukatlık faaliyeti gösteren yabancı hukuk bürolarına karşı hiçbir işlem yapmaması esas karakterini ortaya koyan bir ihmali davranıştır.
Keza, bir ceza hukukçusu olarak Kocasakal da gayet iyi bilir ki ceza hukukunda failin kastını gösteren şey, kişinin dışarıya yansıyan davranışlarıdır. Hem yabancı hukuk bürolarını emperyalizmin aracı olarak görüp bunlara karşı olacaksın, hem her ortamda bunu dile getirip, hattası TBB Başkanı V. Ahsen COŞAR’ın (VAC) açılış konuşmasını yaptığı arabuluculuk konferansını kameralar önünde cüppeli avukatlar ile basıp, VAC’ı önüne “kırmızı kart” koyup güya VAC’ı siyaset oyununun dışına çıktıktan sonra yabancı hukuk bürolarına dair hiçbir faaliyete geçmemesi çok manidardır.[5] Keza, güya VAC’a karşı olup yaklaşan TBB seçimlerinde VAC’ın
kazanmasını sağlayabilecek “bir bölen” gibi davranış göstermesi de Kocasakal için bir samimiyet göstergesidir.§
Bu hususun anlaşılabilmesi için Kocasakal’ın “eylem yok ama nutuk çok” zihniyetine bir örnek vermek isterim. Ankara Barosu’nun 2012 Uluslararası Hukuk Kongre’sinin ikinci gecesi gece yarısından sonra Litai Konuk evinin lokantasında Kocasakal’ın tek başına ardı ardına içtiği on küsur biranın ve etraftaki bir kısım şakşakçıların gazının etkisiyle bu satırların yazarı ile girmiş olduğu ibretlik bir diyalog şöyledir:[6]
Ü. KOCASAKAL: “Ben Yabancı Hukuk Bürolarını Türkiye’ye getirmeye çalışan TBB Başkanı V. Ahsen COŞAR’ın önüne tüm kameralar önünde kırmızı kart koymuş adamım. Emperyalizme karşı sadece TBB değil ülke çapında mücadele ediyorum”
S. KOCAOĞLU: “Başkan, koydun da ne oldu? Ne işlem yaptın? Hangi yabancı hukuk bürosu hakkında soruşturma başlattın. Laf başka icraat başka”
Ü. KOCASAKAL: (alaycı bir şekilde) “Sen hukukçusun değil mi?”
S. KOCAOĞLU: “Eh, senin kadar makam sahibi olmasam da birazcık hukukçu sayılırım”.
Ü. KOCASAKAL: “Önüme hiçbir şikâyet gelmeden ne işlem yapabilirim?”
S. KOCAOĞLU: “Sen ya avukatlık hukukunu ve baro başkanı yetkilerini bilmiyorsun ya da avukatlar ile kafa yapıyorsun. Yabancı hukuk bürolarına karşı işlem yapmak için şikâyete lüzum yok, bu doğrudan avukatlık kanunun ihlalidir ve re’sen soruşturulmaya tabi bir eylemdir”
Ü. KOCASAKAL: (patronize bir tarzda masadakilere) “Şu Yönetim Kurulu üyenize sahip çıkın. Ben koskoca İstanbul Barosu Başkanıyım. Benimle nasıl konuşuyor?”
S. KOCAOĞLU: “Ben Yönetim Kurulu üyesi değilim. Geçen dönem YK idim. Şimdi bu konferansın düzenleme komitesi başkanıyım. Yani ev sahibiyim. Sen de şu an burada İstanbul Barosu Başkanı değilsin. Misafirsin”
şeklindeki konuşmalardan sonra masadaki diğerleri tarafından taraflar sakinleştirildikten sonra başka konulara geçildi. Ancak KOCASAKAL hızını tam alamamıştı:
Ü. KOCASAKAL: “CHP’den bir halt olmaz. Bu ülkeye yeni ve devletçi bir parti lazım. Milli mücadele şartları oluşmuştur. CHP, emperyalizme hizmet etmektedir. Yeni bir liderin ortaya çıkması ve bu partiyi kurarak vatanı kurtarması lazım” §
S. KOCAOĞLU: (kinayeli bir şekilde) “ Bu lider de sen oluyorsun herhalde”
Ü. KOCASAKAL: “Evet, ben devletçi bir parti kuracağım. Aklı başında tüm CHP’liler de bu yeni partiye katılacak”
S. KOCAOĞLU: “Sen daha ekonomiyi anlayamamışsın. Dünyada devletçi bir iktisadi sistem mi kaldı? Çin bile dönüştü?”
Ü. KOCASAKAL: “Nasıl yok? Küba var Kuzey Kore var.”
S. KOCAOĞLU: “Kötü örnek, örnek değildir. Diktatörlükle yönetilen bu dandik ülkeler gibi mi olalım? Bu mudur senin hayalin. Öyle mi olalım diyorsun?”
Ü. KOCASAKAL: “Kuzey Kore, Küba bunlar mükemmel şekilde yönetilen ülkeler”
S. KOCAOĞLU: “Bilgin ne bu hususta. Hayır, Kaç kere gittin oralara? Hayır, gördün de mi konuşuyorsun?”
Ü. KOCASAKAL: “Ben masada daha fazla oturamam. Kalkıyorum”
S. KOCAOĞLU: “Kalkarsan kalk. Ama önce söyle devletçi parti kurmak için parayı nereden bulacaksın?”
Ü. KOCASAKAL: “Atatürk, Milli Mücadele’yi başlatırken parası mı vardı?”
S. KOCAOĞLU: “Sen Atatürk müsün?”
Ü. KOCASAKAL: (sinirli bir eda ile) “Ben oturamam artık burada gidiyorum buradan”.
S. KOCAOĞLU: “Yolun açık olsun. Ama şu devletçi partini muhakkak kur da Mümtaz Soysal gibi onbinde bir oyu al otur. Üç beş kere televizyona çıktın, 150 tane Maocu-Bozkurt seni orada burada alkışladı diye havalandıkça havalandın.”
SONUÇ:
1. KOCASAKAL’ın ilgisi avukatlık ve sorunları değil; genel siyasettir. Pek çok ortamda ve televizyon programlarında ihsas ettiği gibi Kocasakal devletçi bir parti kurmak istemektedir.
2. KOCASAKAL’ın devletçi parti kurabilmek için gerekli lojistik ve finansal desteğe sahip değildir. Mevcut durumda herhangi işadamının da bu işe sponsorluk yapmayacağı aşikârdır.
3. Evvelki hafta Ankara’da yapılan “Vatan, Cumhuriyet ve Emek” mitingine katılan taş çatlasa on bin kişilik topluluk Maocu-Bozkurtların siyasi gücünün zayıflığını ortaya koymuştur.
Açıktır ki vatan-millet-sakarya zihniyeti ile mevcut siyasi iktidar ile rekabet edebilmeleri mümkün değildir. Zira, iktidar partisinin sırf gençlik kolları toplantısına bile katılım sayısı yüz binleri bulmaktadır.
4. Maocu-Bozkurt lakırtılar AKP’yi geriletmemekte, bilakis güçlendirmektedir. İspatı iktidar partisinin üç dönemdir artan oy oranıdır. Kömür, pirinç dağıtıyorlar o yüzden oy alıyorlar; bilgisayarlarda hile yapıp saçim kazanıyorlar saçmalıkları kendini kandırmaktan başka
birşey değildir. Bu kafa ile muhalefet olmaz. Böylesine hayatın gerçeklerinden kopuk bir ideolojik muhalefetle de bu iktidar bir daha gitmez.
5. KOCASAKAL’ın bana göre siyasi ikbali eğer Yüksek Seçim Kurulu’nun vizesi mümkün olursa bir dönem daha İstanbul Barosu Başkanlığı’dır. Ama açılmış davadan dolayı bu ihtimal zor görülmektedir.
6. Para ve lojistik olmadığına göre varolan bir yapıyı kullanmak daha gerçekçi olacaktır. Yargıtay’ın Ergenekon davasındaki hükmü muhtemel onamasına ya da bozmasına göre Doğru Perinçek’ten boşalacak İşçi Partisi Genel Başkanlığı koltuğunu doldurmak Kocasakal için rasyonel bir tercih olabilir.
7. Belki bu şekilde partilerinde her türlü ilerici adımın önünü kesen CHP’li Maocu-Bozkurt’ların ayrılıp KOCASAKAL’lı İşçi Partisi’ne katılmasının yolu açılmış olur. Çok düşük bir ihtimalle de olsa belki bu oluşum MHP ile işbirliği yapabilir. Böylece Türk siyaseti içinde iyi kötü bir pakt meydana gelmiş olur.
8. Sosyal-faşistlerin ayrılması ile kendisine gelebilecek CHP kuracağı yeni kadroları ile AKP karşısında Avrupa tipi sosyal-demokratlar, sol-liberaller, libertaryen sosyalistler ile birlikte ortanın solu ve sağından pek çok ılımlı ismi kendisine çekebilir.
9. Aynen kemikleşmiş MSP çizgisinden “yenilikçiler” (!) hizbinin AKP haline gelip iktidar olması gibi, içindeki sosyal-faşistleri dışarıya atacak bir CHP iktidar alternatifi haline gelebilir.
10. Uluslararası entegrasyonu, insan haklarını, devlet değil birey odaklı bir yönetim anlayışını, sosyal politikaları, tam işlevsel bir serbest piyasa ekonomisini savunan, ideolojik değil idealist bir siyasi oluşum ülkeyi özlenen günlerine ulaştırabilir.
11. Mevcut iktidara muhalefeti ne idüğü belirsiz bir Maocu-Bozkurt ideolojik çizgisine bırakmanın AKP’ye zararı değil bilakis yararı vardır.
12. Ancak evrensel ilkeler ile yapılacak bir politikaya kafa yoran ve gönül vermiş bir ekip ile hukuk, siyaset ve ekonomik sorunlar çözülebilir.
13. Mesih, Mehdi ya da Kayıp İmam sizsiniz! Kurtarıcı aramayın! Kendi Kurtarıcınız Kendiniz Olun!
§ http://egeninsesi.com/89323-kocasakaldan_kilicdarogluna_ataturkun_koltugundan_kalk (Erişim Tarihi: 27. 03. 2013); http://www.aktifhaber.com/kocasakal-kilicdaroglu-ile-dalga-gecti-719403h.htm (Erişim Tarihi: 27. 03. 2013).
[1] bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Quo_vadis%3F (Erişim Tarihi: 27. 03. 2013).
[2] http://tr.wikipedia.org/wiki/Diyalektik (Erişim Tarihi: 27. 03. 2013).
[3]http://hakimiyetimilliye.org/2013/03/vatan-cumhuriyet-ve-emek-birlikteligi-umit-kocasakal-konusmasi/ (Erişim Tarihi: 27. 03. 2013).
[4] http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9Cmit_Kocasakal (Erişim Tarihi: 27. 03. 2013).
[5] http://www.adaletbiz.com/istanbul-barosu/istanbul-barosu-kirmizi-kart-gosterdi-h2857.html (Erişim Tarihi: 27. 03. 2013).
[6] Bu konuşmayda eksik vardır, fazla yoktur. Bu konuşmaya hâlihazırda Ankara Barosu Genel Sekreteri olan Av. Orhan ŞİMŞEK, halen Ankara Barosu YK üyesi olan Hatice KORKMAZ başta olmak üzere Antalya Barosu ve İstanbul Barosu’ndan çeşitli YK’lar olmak üzere yaklaşık 10 kişi şahittir.