Ülkemiz bağlamında eski devletten yeni devlete ya da eski rejimden yeni rejime geçişte, sürecin aktörü olmayan bizlere ise şu an itibariyle sadece olan biteni izlemek düşmektedir.

Son on yıldır eski rejimin resmen feshi niteliğindeki uygulamalar (yargı, yürütme, yasama) ile adı konmamış yeni rejimin ilk günlerine geçilirken; neden eski rejim kendini yok etmeye yönelik bir omurga oluşturdu sorusu için belki de çok geç kalınmıştır.

İhtilal meclisi sayesinde ‘21 ve kısmen ‘24 Anayasaları ile yasamada toplanan güçler birliği anlayışı, 1961 Anayasası ile güçler ayrılığına dönmüştü. Ancak 1972 ve sonrasında hızla yürütmeye verilen yetkilerden dolayı 'birlikte yasama' ile adım adım izlenen yol sonucunda  'tek başına yürütme' ya da muktedirlerin lütfuyla neoliberal 'meşrutiyet' ile yeni 'olası”'rejimin de yönetim şekli ortaya çıkmaktadır.

İşin trajikomik kısmı ise eski rejimin kendini yenilemek yerine, geriye dönüşe ya da yok olmaya endeksli bir omurgadan oluşan yapısı ile nihayetinde kendi feshine imza atmış olmasıdır. Oysa bir devrim ile kurulmuş eski rejim, neden kendini yok etmeye yönelik yapı oluşturarak, kendi kendini feshetme durumuna gelmiştir?

Ülkemiz ve dünyada kapitalizme dâhil coğrafyalardaki tekil devletlerin yaşadığı süreç tam olmasa da birbiri ile örtüşmektedir. Ancak milli kurtuluş savaşı ve çağdaşlaşma aşamasını da gerçekleştirmek zorunda olan Türkiye gibi ülkelerde durum daha da zorlaşmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti gibi bir ulus devlet yapılanması içinde olan ve ithal ikameci, kalkınma eksenli, devletçi bir siyasi yapı için varlıksal anlamda kopuşun başlangıcı olan 12 Eylül 1980 sonrası Özal’lı neoliberal yapılanmanın başladığı yıllarda ekonomik kazanımlardan geri dönüş başladığında 'eski günler' özlemi, 2000’ler ve 2010’lara gelindiğinde 'devleti bitirdiler, orduyu bitirdiler, yargıyı yok ettiler, T.C.’yi tasfiye ettiler' söylemine ve umutsuzluğuna dönmüştür. Ne yazık ki 80’lerdeki eski günleri özletenler de şimdinin 'TC.’yi tasfiye ettiler' sözünü söyletenler de 'eski rejimin' ürünü legal, meşru, seçimle gelen siyasi aktörlerdi. Bu durumda da yukarıdaki sorumuzun tekrarını yapmak durumundayız: Neden bir devrimle kurulmuş eski rejim, kendini yok etmeye yönelik yapı oluşturarak kendi kendini feshetme durumuna gelmiştir?

Ülkemizde 1923 Devrimi sonrası dönemde ortaya çıkan 1929 dünya ekonomik krizi ve getirisi sonucu planlı ekonomik kalkınma modeli , 'planlanmayan' sebeplerle kamu hizmeti sunumu ve çeşitliliğinde genişleme sürecine sebep olmuştur. Türkiye’de tam anlamı ile olmasa dahi istihdama dayalı, kalkınma bazlı, kamu hizmeti tesisi ve üretiminde devletçi bir yapılanma oluşmuştur. Ancak devletçi bir yapılanmanın olmasından demokratik, halkçı bir bakış açısının ya da kamu yararının gözetildiği anlamı çık(a)mamaktadır. 1961 Anayasası madde 41/2’deki 'İktisadî, sosyal ve kültürel kalkınmayı demokratik yollarla gerçekleştirmek; bu maksatla, milli tasarrufu artırmak, yatırımları toplum yararının gerektirdiği önceliklere yöneltmek ve kalkınma plânlarını yapmak Devletin ödevidir' hükmünde belirtildiği gibi kamu hizmeti sunum ve üretiminin; demokratik, halkçı ve kamu yararı gözeten bakış açısı ile sağlaması gerekmekte idi.

Oysa ülkemizde 1961 Anayasası ile ilerici nitelikler taşıyan, güçler ayrılığını, hukuk devleti ve insan hakları kriterlerini baz alan bir devlet teşkilatı normu yürürlükte olmasına rağmen; ısrarla 72’den itibaren yasamanın yetkilerinin bir kısmının yürütmeye devredilerek 'birlikte yasama' sürecine geçişin ve üniformal gücün asker olduğu sıkıyönetim rejimlerine de geçiş başlamıştı. 1980 darbesinin getirisi de yine 'birlikte yasama'nın devam ettiği bir süreç olmuştur.

1972’den itibaren yürütmeye verilen yetkilerle, birlikte yasama süreci ile Anayasa ilerici olsa dahi şeffaf olmayan siyasi hayatın, devletçi ancak halkçı ve demokratik olmayan kalkınma ve kamu hizmeti üretiminin olduğu, üniformal gücün de asker olduğu bir süreç yaşanmıştır. 1980’lere gelindiğinde ve devamında deregülasyon sonucu özelleştirme ve taşeronlaştırma sürecinde, gereken demokratik tepkinin verilmemesi ise yine 80’lere kadar uygulanan devletçi ancak halkçı ve demokratik olmayan 'otoriter devletçilik' ya da 'şefkatli despot' yönetim anlayışından kaynaklanmaktadır.

1970’lerdeki daralma krizi sonrası 80’lerin neoliberal politikaları ile tekil ya da tekçi devlet yapılarındaki deregülasyon süreci tamamlanmış, 90’larda küreselleşme denen fenomen ile artık yeni süreç başlamıştır.

Günümüzde ise “Devlet”in çoğunluğunun özelleştirildiği, yurttaş yerine risk alan serüven toplumu ile kendi kabuğu arasında yaşayan insanlardan oluşan cemaatçil yapıların geliştiği, geçmişte göreceli olsa dahi kabul gören “seçmen”in “tüketici”ye dönüştüğü, iç terör algısının çok güçlü ve terör hukukunun işlediği, dolayısıyla da özel güvenlik şirketlerinin ve polisin güçlendiği, uluslararası şirketlerin hukukunun olduğu, klasik anlamda devletler genel hukukunun çöpe atıldığı, haliyle orduya da eskisi gibi gerek kalmadığı, devletin ve hukukun uluslararasılaştırılması sonucu yasamanın artık pek anlamının kalmadığı, seçimlerin ve seçmenin de bir işlevinin olmadığı, ancak yürütme ağırlıklı yargı ve yürütme ağırlıklı bir yasamanın; “neoliberal meşrutiyet” anlayışının hakim olduğu bir döneme girmiş bulunmaktayız.

Bu şartları kendi özgülünde barındıran ve güçlendiren, dolayısıyla kendi hukuklarının uluslararasılaşmasına sebep olan devletler için değil ama Türkiye gibi ülkeler için yıkım ve faturanın ne olduğunu yaşayarak görüyoruz.

Kapitalizme dahil coğrafyalarda elbette hukukun uluslararasılaştırılması eşitsiz bir biçimde hasıl olacaktı. Çok uluslu şirketlerin öngördüğü yönetişim anlayışı dayatılmakta, sermayenin mobilize olması, dolayısıyla kendine engel olarak görmeye başladığı ulus devletlerin de tasfiyesine neden olmaktadır

Yaşanan odur ki egemenlik eşittir vergi çıkarsaması bile bu süreçte sekteye uğramıştır. Devletin maliyesinde önemli değişiklikler yapılmış, kamusal gelir ve kamusal gider yönetimi ayrılarak özellikle de kamusal gelir yönetiminde “özerkleşme” adı altında yeni bir yapılanma oluşmuştur. Temsilsiz vergi olmaz, kanunsuz vergi olmaz ilkelerinin dayanağı güçler ayrılığı ilkesi ve ulus adına bu yetkiyi kullanan yasamanın gücü, işlevi ne olacaktır? Küresel anlamda liberal hegemonya gereği küresel yönetişim ile yasamanın işlevsizleştiği, güçler ayrılığı için denetim mekanizması niteliğindeki yargının da işlevsizleştiği tek güç odağının yürütme olduğu, küresel ve de ülkesel bazda yürütme ağırlıklı bir “yönetim” meydana getirilmek istenmektedir. Burjuva hukukunun armağanı olan hukuk devletinde, hukuki ve kanuni denetim gibi kavramlara artık gerek kalmamaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti için deregülasyon dönemi kapanıp 'T.C.'nin feshi dönemi ve adı konmamış yeni rejim döneminde ise yıllarca bir serap gibi gösterilen liberal demokrasi gerçekten uygulanabilecek midir? Ya da liberal demokrasi diye bir hayal yeni dönemde var olacak mıdır? Ulus devlet, sosyal devlet, tekçil devlete koşut olarak yıllarca zıt bir kavram olarak hayalleri kurulan liberal demokrasi; uluslararası şirketlerin hukukunun olduğu, klasik devletler genel hukukunun çöpe atıldığı, devletin ve hukukun uluslararasılaştırılması sonucu yasamanın artık pek anlamının kalmadığı, kendi hukuklarının uluslararasılaşmasına sebep olan devletlerin dayattığı “neoliberal meşrutiyet” anlayışının hakim olduğu bir dönemde ne kadar dillendirilecektir?
 Uluğ İlve Yücesoy

adalet ve sosyalizm