CAN UĞUR@canugur1987

Türkiye’nin düşünce hayatında yer alan isimlerin konumları ve tezleri her zaman tartışıldı. Özellik Soğuk Savaş döneminde ortaya atılan tezler günümüzde de tartışılmaya devam ediyor. Geçen günlerde Cangül Örnek’in Can yayınlarından ‘Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı -Antikomünizm ve Amerikan Etkisi’ ismiyle çıkan kitabı bu tartışmalara ışık tutar nitelikte. Günümüz Türkiyesi’nde iktidara yakın duran kalemlerin kendilerini nasıl meşrulaştırdıklarını bir dönem AKP’ye açıktan destek sunan isimlerin bugün nasıl ‘karşı cephede’ mücadele verdiğinin tarihsel arka planını anlamak açısından kitapta sunulan veriler açıklayıcı olma özelliğinde. Türkiye’deki düşünce hayatının yakın tarihimizdeki yolculuğunu konuştuğumuz Cangül Örnek’le Soğuk Savaş sürecinden başlattığımız sohbetimizi bugün geldiğimiz noktada düşünce hayatımızdaki ‘gel-git’lerin nedeninin ne olduğu konusuyla noktaladık.

Soğuk Savaş döneminde Türkiye’deki düşünce hayatının temel belirleyeni nedir?

Anti-komünizm. Bunu tereddütsüz söyleyebilirim. Fikir insanları arasında bu konuda öyle bir obsesyon vardır ki ve anti-komünizm o kadar sığ iddialarla yapılır ki ortada bir düşünce hayatı kaldığını söylemek bile kolay değil. Mesela o dönemin Avrupası’na ya da ABD’sine bakıldığında düşünsel-sanatsal alanda yürütülen anti-komünist mücadelede ileri sürdükleri iddialarla kayda değer tartışmalar açan bazı isimler sayabiliriz: Fransa’da Raymond Aron mesela, Karl Popper ya da ideolojilerin sonunu ilan eden Daniel Bell gibi. Türkiye’de bu isimlere denk isimler aramıyorum ancak iddiaları absürtlüğün ötesine geçebilen çok az isim sayabiliriz. Bu bakımdan Peyami Safa’yı, belki, ayrı bir yere koymak mümkün.

Kitabınızda ‘Soğuk Savaş dönemiyle ilgili antikomünizm ve Amerikan etkisinden sıkça bahsediyorsunuz? Temeli olan bir yönelim mi yoksa ortaya çıkarılmış bir durum mu?

Temeli var tabii ki. Türkiye’de anti-komünizmin temellerini, birincisi. Türkiye’nin sınıfsal güç dengesi, ikincisi ise tarihsel koşulları belirliyor. Yağma mantığı üzerine kurulu kapitalistleşme sürecinin ilik aşamalarında Çalışma Kanunu ve Cemiyetler Kanunu gibi yasal düzenlemelerle işçi sınıfı örgütlenmesinin ve sosyalist hareketin önü kesilmeye çalışılıyor. Sonra Kemalist kadronun aslında uzun yıllar dostluğuna muhtaç olduğu Sovyetler’e, başta İngiltere olmak üzere Batı’ya yaklaşmak için koyduğu hızlı ve ölçüsüz mesafe var... Bunları ve daha pek çok şeyi dikkate almadan anti-komünizmin temellerinden bahsetmek mümkün değil.

Yukarıda bahsettiğimiz olgunun Soğuk Savaş’ın bitimiyle son bulmadığını söylüyorsunuz. Bugüne yansımaları neler bu yönelimin?

En bariz yansıması, herhalde, ortada çok güçlü bir komünist hareketin olmadığı durumlarda bile sağın, başta bugünkü AKP liderliği olmak üzere, beğenmedikleri her türlü hak arama mücadelesi ya da sosyal devlet kalıntısı söz konusu olduğunda komünizmi hatırlatmaları. Ama anti-komünizmin bununla sınırlı olduğunu düşünmüyorum. Bana kalırsa komünizmle düşünsel-sanatsal düzeyde mücadele etmeye en uygun kesimler, daha doğrusu etkisi çok daha güçlü olarak hissedilen kesimler, “anti-komünist sol” diye adlandırabileceğimiz okumuş kesim ve bunların siyasette aktif olan kadro ve hareketleri. Bugün de bu kesim daha etkili görünüyor bana. Anti-komünist sol olabilir mi diye haklı bir soru sorulabilir. Bu durumda kitabı okumayı önereceğim.

Son zamanlarda Türkiye’de ‘düşünsel hayata’ yön verme iddiasında bulunan kesimlerin ABD’ye bakışları ciddi bir değişime uğradı mı?

Ben ciddi bir değişim olduğunu düşünmüyorum. Özellikle milliyetçi ya da İslamcı sağ için bir süreklilik söz konusu. İslamcı sağın düşmanını daha çok hemen yakınından devşirdiğini görüyoruz: Türkiye’de seküler kesimler ya da Aleviler, bölgedeki Şii hareketler birçoğu için ABD’den çok daha öncelikli nefret objeleri.

Bana kalırsa esas değişime uğrayan ya da uğramakta olan solun ABD’ye bakışı. ABD’nin son derece açık, dünya çapında tepki çeken müdahaleleri bile ünlü İmparatorluk tartışmasına referansla “emperyal” sıfatıyla tanımlanıyor. Neo-liberalizm ya da negatif anlamda kullanıldığında küreselleşme kavramları “emperyalizm” kavramını kullanmamak ya da kavramın dayandığı teorik çerçeveye referans vermemek için bilinçli olarak tercih ediliyor. Post-yapısalcı bir anlamda söylemiyorum ama bazen “söz” çok şey ifade eder. Özellikle Türkiye’nin 1980 sonrası hayata gözlerini açmış genç aydın ya da yarı-aydın kuşağı üzerinde hegemonya kuran ve bazı durumlarda ABD’nin rolüne işaret etmenin sizi “demode”, “dışa kapanmacı”, hatta “milliyetçi”, vb yaptığı bir fikir ortamında nefes alıp veriyoruz. Bu, çoğunlukla, her sorunun altında “ABD parmağı” arayan yaygın bir konspiratif düşünme alışkanlığına sürekli işaret edilerek, bu alışkanlık adeta araçsallaştırılarak yapılıyor.

Güncel tartışmalara baktığımızda sağ kesimden yazar ya da gazeteciler istediklerinde ‘Amerika karşıtı’ istediklerinde ise ‘Amerika’nın yanında’ olabiliyor. Bu ‘geçişkenlik’ nasıl oluyor?

Bu geçmişte de böyleydi. Örneğin Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisini okuduğunuzda bazı konularda –ki bunlar dinsel rekabet ya da ahlakla ilgili konulardır- ABD’yi eleştiren, ama daha çok Batı karşıtı olarak nitelenebilecek bir pozisyona rastlarsınız. Burada “Batı karşıtı” ifadesini bilinçli olarak kullanıyorum. Çünkü kitabımda da anlatmaya çalıştığım gibi Batı karşıtlığı, özellikle Aydınlanma kaynaklı fikir ve değerlere; sekülerizm karşıtlığına denk düşüyor. Aralarında Necip Fazıl’ın da olduğu sağ kesim bunları Avrupa ile özdeşleştiriyor. Anti-semitizmin de Batı’ya duyulan düşmanlığın sürekli unsuru olduğu gözden kaçmamalı. Hedef çoğunlukla “Batı medeniyeti” ya da Avrupa olsa da, seyrek de olsa ABD’nin de eleştirilerden kendisine düşen payı aldığını görmek mümkündü. Bugüne gelecek olursak... Bana kalırsa bu kesimlerin sabiti “Amerika’nın yanında” olma durumu. Yani geçici tepkiler bir tarafa bırakılacak olursa bu kesimlere “Amerikan karşıtlığı” yakıştırmasına kendileri de itiraz edeceklerdir.

Bu ‘geçişkenlikler’ sadece Amerika konusuyla sınırlı değil. Türkiye’de ‘kalem oynatan’ kesimlerin çok kısa sürede keskin dönüşlerine tanık oluyoruz. Nedeni nedir?

Bunu ben de çok düşünüyorum. Net bir yanıtım yok. Ama özellikle son yıllarda ifrata vardırılmış tavır değişikliklerine tanık olduğumuzu gözlemlemeyen yoktur sanırım. Kısa kısa değineyim... Bunun belki de başlıca nedeni, solda durduğu düşünülen okumuş kişiler arasında “aydın inadı” diye niteleyebileceğimiz bir tür metafizik bir özelliğin tutunmamış olması. Bu tarihsel olarak böyle. “İnat”tan kastım cezalandırılma tehdidine rağmen doğru bildiğini savunmak değil yalnızca. Bazen “doğru bildiğin” doğru olmayabiliyor çünkü. Kastım ezberlere, sürekli tekrarlananlara, yani solda da hegemonik olan görüşlere ciddi şüpheyle yaklaşmak. Böyle bir tavır “muteber” sol kesimlerden ya da örneğin bugünkü fikir ortamını büyük ölçüde belirleyen akademik soldan belli oranda dışlanmak anlamına gelecektir.

Bir başka neden, evrensel düzeyde bir teorik derinlik ve tarihsel kavrayış noksanlığı. Özellikle sol ya da liberal-sol kesimlerden bahsediyorsak, bence öncelikli olarak Türkiye’de Kemalizm eleştirisinin Türkiye’nin özgünlüklerine yaptığı aşırı vurgunun yarattığı bir tahribattan söz etmeye başlamamız lazım. İşin ironik yani, tıpkı Kemalistler gibi, her başlığa Türkiye’nin evrensel yasalara uymayan kendine özgü bir ülke olduğu savıyla bakılınca ortada teori kalmıyor. Teori olmayınca tutarlılık tesadüflere kalmış oluyor.

Diğer bir neden ise bu keskin dönüşleri geriletecek bir aydın itirazının ya da siyasi çıkışın Türkiye’de güçlenememiş olması. Öyle olunca dün örneğin Türkiye’nin demokratikleştiğini yazan yazarlar, bugün Türkiye’de totaliter bir rejimin inşa edildiğini söyleyerek kanaat önderliği yapmayı sürdürebiliyorlar. Bu tutarsızlığa itiraz ettiğinizde ise secere tutan, mimleyen, hatta kinci insanlar olarak algılanıyorsunuz. Halbuki sorun, dün onu bugün bunu söyleyenlerin ideolojik duruşlarında, dünyayı okuma biçimlerinde ciddi bir değişiklik olmaması. Etraflarındaki olgular değişmiş oluyor yalnızca. Ama bu dünya görüşünü itibarsız ve etkisiz kılan bir çıkış olmadığında bu kalem erbabı hâlâ referans noktası olabiliyor.

ANTİ-KOMÜNİZMİ İSLAMCILAR POPÜLERLEŞTİRDİ

Aslında şunu sormak istiyorum: Türkiye’de anti-komünizm sadece devlet-hükümet yönlendirmesiyle mi ortaya çıktı?

Devlet önemli ama daha fazlası var. Aslında Osmanlı modernleşme sürecinde önemli rol oynamış aydın kuşağını pozitivist, sosyal Darwinist görüşlerinin oluşturduğu bir birikimden söz edilebilir. Bana kalırsa özellikle 1950’lerden itibaren anti-komünizmi hem düzenin organik ideolojisi haline getirmek bakımından hem de popülerleştirmek-tabana yaymak bakımından İslamcıların büyük etkisi olmuştur.

Kaynak: Birgun.net