O buğulu pazar sabahı Tarabya’dan önce güneye, sonra dönüp Karadeniz’e doğru ağır ağır yol alan motorun iki yolcusundan biri Romanya’ya kaçan şair Nâzım Hikmet, diğeri onu 17 Haziran 1951 tarihinde, yani o buğulu pazar sabahında motorla Türkiye’den kaçıran gazeteci ve oyun yazarı Refik Erduran’dı.
Erduran kaçışın, kaçırılışın öyküsüne ilk paragrafı şöyle açtı: “Nâzım’ı kaçırmayı koşullar gündeme getirdi. Nâzım artık aktif militanlıktan vazgeçmiş, kendisinin ‘davam’ dediği şeye en büyük katkısının şiirle, edebiyatla, kültürle olacağına inanmıştı. Oturacak, oyunlar ve şiirler yazacaktı. Türkiye’de kalmış, geçimini sağlamış bir Nâzım Hikmet sonradan vatandaşlıktan atılma gibi haksızlıklara maruz kalan bir kahramanın bugün yaptığı etkiden daha az bir etki yapardı. Türk statüko yöneticilerinin büyük aptallığı burada ortaya çıkıyor. Yanlış satranç oynadılar. Nâzım’ı öldürmeye, ortadan kaldırmaya karar vermişlerdi. Sabahattin Ali’nin başına gelenleri biliyorsunuz. Nâzım hasta kalbiyle o yaşta, daha önce deniz subayı olduğu halde, bir anlamda askerliğini yapmış olduğu halde tekrar askere çağırıldı. Ayrıca otomobille öldürülme girişimi vardı. Nâzım, eşi Münevver’le yürürken üzerlerine hızla bir otomobil geliyor; Nâzım karısını geri itiyor, kendini de yana atıyor ve ezilmekten güçlükle kurtuluyorlar. Bu gerçekten öldürme girişimi olmasa bile gözdağı denemesidir. Hasta kalbiyle askere gitse öyle bir muamele yapılırdı ki, maddeten ve manen ezilerek ortadan kaldırılması kolay olurdu.”
Nâzım’a ‘git’ telkinleri
Nâzım’ın aleyhine ortam oluşunca partideki arkadaşlarının Türkiye’den gitmesini telkine başladıklarını anlatan Erduran şöyle konuştu: “Ama bu mümkün değildi. Pasaport alamazdı. Bu konuyu konuştuğumuz zaman Münevver ağlıyor, Nâzım kara kara düşünüyordu. Kâbus gibi bir durum. Sonunda kendisini deniz yoluyla Bulgaristan’a kaçırmayı önerdim. Kaçışa karar verilmesinde Mehmet Ali Aybar’ın çok rolü oldu. Benim o sırada partiyle temasımı Aybar kuruyordu. Nâzım’la konuşurken aramızda parti lafı edilmiyor, Nâzım hep ‘arkadaşlar’ diyordu. Gider, ‘arkadaşlar’la konuşur; ‘arkadaşlar’, ‘Motor küçük, olmaz. Takayla olsun bu iş’ derlermiş. Nâzım’la ben balıkçı kılığına girip takayla gidecekmişiz. Bu yol bana çok saçma geldi. Bir defa aynı gün takayla gidip dönmem mümkün değil. Hem daha şüphe çekici. Taka süratli değil. Motor önerisini yineledim. Önce reddetti. Çekiniyordu Nâzım Ağabey, ‘Karadeniz insanı yutar, Karadeniz’le şaka olmaz’ diyordu. Hız yapan bir motorla Bulgaristan’a gidilebilirdi. Nâzım sonunda kabul etti. Ama Boğaz’ın çıkışında ne var, Karadeniz’de ne var, onu araştırmak gerekiyordu. Bunun için de annemin akrabası, zamanın Kuzey Deniz Saha Komutanı Münci Paşa’yı ziyarete gittim. Ziyaret bittikten sonra tam ayrılırken o anda aklıma gelmiş gibi bir film senaryosunu bahane ederek Boğaz çıkışında kontrol olup olmadığını sordum. Olmadığı yanıtını aldım. O zaman Tuzla Piyade Okulu’nda askerdim. Kaçırmanın bir gün içinde olması gerekiyordu. Paşa’yla konuşmamızdan kaçış için tehlikeli bir durum olmadığını anladım. Saatte 35-40 mil yapan bir motor olması halinde Nâzım’ı Bulgaristan’a kaçırabileceğime kanaat getirdim.”
İSKENDER ÖZSOY/Cumhuriyet