Daha önce de yazdım, yine yazayım.
Mevcut HSYK kanun teklifinin yargının daha ileriye veya daha geriye götürülmesiyle ilgisi yok.
2010 sonlarına doğru yapılan 6087 sayılı HSYK Kanunu’nun da gerçekte yargının daha ileriye veya geriye götürme kaygısı yoktu.
HSYK seçimlerinden sonra, bugün hoyratça kullandıkları maskeleri o günden üretmek dışında bir kaygısı yoktu, bu kanunu hazırlayanların. Bugün daha iyi anlaşılıyor.
HSYK’nın bu hale gelmesine yol açan “eski” Anayasa Mahkemesi’nin 7/7/2010 tarihli gayrimeşru kararı da “yargı” kaygısıyla alınmamıştı.
Yargıyı daha ileriye götürmek, diğer bir ifadeyle yargıyı gerçekte “yargı” yapmak için yürütülmesi gereken çalışma bu değil.
Bu yüzden bu kanunu “olağan” bir dönemin olağan ilişkileri içinde anlam ifade edebilecek “normlar hiyerarşisi”, “hukuk devleti”, “yargı bağımsızlığı” gibi oldukça “masum” şablonlar üzerinden değerlendirmemiz mümkün değil.
Masallar dünyasında yaşamıyoruz. Gerçek dünya bizi gerçek iktidar ilişkilerine ve bunların kurumları kullanma biçimine bakmaya zorluyor. Müsaade edin, yeniden “çok safmışız” demeyelim.
Meselenin özüne bakalım.
Bunun için Yeni Şafak gazetesinde Ali Bayramoğlu’nun Hanefi Avcı ile yaptığı röportaj o öze çok iyi bir pencere açmış durumda.
Şöyle diyor Avcı: “Kamu kurumunda çalışan her kişi kendi elde ettiği bilgileri, cemaate aktarıyor. Bu yukarıda birleştiriliyor. Büyük bir havuz oluşturuyorlar. Sonra kime dava açılacak, kim tutuklanacak yukarıda karar veriyorlar. Önce olayı kendileri yakın medya üzerinden sızdırıyorlar. Sonra polis savcının işini yapıyor. Tespit tutanağı fezlekeye geçiyor. Fezleke iddianameme dönüyor. Örneğin bir dilekçe veriyorsun ya da soruşturma başlıyor. Öne arkaya kaydırarak belli kişi ve makama denk getiriliyor. Savcılar şikayet dilekçilerini dikkate almıyor. Tanık üretiliyor. Bu adamların çalışma biçiminin gösterilmesi lazım. Binlerce insan dinlenmiş kimsenin haberi yok.”
Devletin kurumlarını, yetkilerini, imkanlarını ve elbette ekonomik kaynaklarını, devletin dışında bir yerlerde, bu ülkenin şu ya da bu kesimlerine ve özellikle demokratik siyasetine karşı tuzak kurmak için kullanan bir yapının gayrimeşruluğu...
Bu görmezden mi gelinecek?

Tahammül edilemez
Halka ait bir yetki, halka hesap vermeyen ama direktiflerini başka yerlerden, halkın bilmediği ve denetleyemediği yerlerden alanlar tarafından kullanılıyorsa, buna kabile devleti dahi tahammül edemez.
Gayrimeşru bir yapının, meşru ilkeleri zırh olarak kullanmasına akıl itibar etmez. Siyaset de sessiz kalmaz, kalamaz.
Zorla işgal edilen bir evin geri alınması çabasına karşı “konut dokunulmazlığı” zırhına kimse sığınmaya kalkışmasın. Zira o konut işgalciye ait değil. Suçla mücadele ederken, suçludan destur istenmez.
Ahlak dışı bir yöntemle ele geçirilen HSYK üzerinden, yine Yargıtay, Danıştay ve hatta Yüksek Seçim Kurulu’nun iradesini sakatlayan bir yapının varlığı meşru olmaz. Olmadığına göre, sadece meşru sahiplerinin sığınabileceği temel hukuk kaidelerine müracaatları da meşru değildir.
Latincede meşhur bir söz vardır: “nemo auditur turpitudinem suam allegans” Yani kendi ahlaksızlığına dayanarak hak iddia edenin iddiası dinlenmez!
Bu yüzden bu derin yapı ve müttefiklerinin ‘yargı bağımsızlığı’, ‘erkler ayrılığı’, ‘hukukun üstünlüğü’ ihlal ediliyor şeklindeki feveranlarını ciddiye alacak halimiz yok.
İşin doğrusu esas mesele yargı da değil.
Esas mesele, yargı dâhil olmak üzere, halka ait kılınamayan, halkın katılımına, denetimine tabi kılınamayan, dolayısıyla sürekli karanlık operasyonlara açık anayasal düzen...
Buna mahkûm muyuz?