Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın ile üniversite yöneticileri hakkında ihalede yolsuzluk yaptıkları iddiası ile açılan ceza davasında, ihaleyi alan yüklenici İspanyol firmasının sanık olarak yargılanan Türkiye temsilcisinin avukatlığını üstlenmiştim. Dava Van'da Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülüyordu. Rahmetli Teoman Evren'in müvekkili olan Rektör Yücel Aşkın'ın bir süre tutuklu kaldığı dava aşamasında, tutuklu olan üniversite Genel Sekreter Yardımcısı Enver Arpacı hapishanede intihar etmiş, onun intiharı üzerine 14 Kasım 2005 tarihinde Ankara Barosu Başkanı olarak yaptığım basın açıklamasında şunları söylemiştim:

'Sartre diyor ki, "İnsanın kişiliği, kendisine yapılan haksızlığa karşı takındığı tavırda gizlidir." İnsanın, insanlık onuru söz konusu olduğunda, bu tavır, insanın kendi yaşamına bizzat kendisinin son ver­mesi de olabilir. Müteveffa Enver Arpacı'ya Tanrı'dan rahmet diliyorum. Keşke seçimi böyle olmasa idi, keşke mücadele etmeyi tercih etse idi. Ama bu geçti. Şimdi yaşayanların, bu intihardan bir sonuç çıkarmaları gerekir. Umarım çıkarırlar.'

Gerek açıldığı tarihte, gerekse derdest olduğu süreçte kamuoyunun çok fazla ilgilendiği bu davanın soruşturmasını yürüten ve hazırladığı iddianame ile kamu davası açan Ferhat Sarıkaya isimli savcıydı. Aynı savcı, o tarihlerde kamuoyunda çok tartışılan Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın da isminin karıştığı Şemdinli olayları sonrasında açılan davanın iddianamesini de hazırlamıştı. Bana göre Yücel Aşkın ve arkadaşları aleyhinde açılan dava, daha sonra açılan ve kamuoyunda Ergenekon, Balyoz adıyla bilinen davaların provasıydı. Yücel Aşkın ve arkadaşları aleyhinde açılan ceza davası, iddiaya konu ihale yolsuzluğunu yargılamaktan daha çok üniversitedeki iktidar mücadelesinin ve siyasi hesaplaşmanın aracıydı. Bu amaca hizmet etmek için hazırlanan iddianame bütünüyle hayal ürünüydü. Ayakları yere basmayan bu iddianamenin dayandığı kanıtlar da son derece yetersizdi. Nitekim üç yıla yakın süren yargılama sanıkların lehine sonuçlandı.

Gerek bu davadaki iddianame, gerekse Şemdinli olayları üzerine açılan davadaki iddianame sonrasında, o zamanki Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, anılan davaların iddianamelerini düzenleyen savcı Ferhat Sarıkaya'nın meslekten ihracına karar verdi. Bu son derece ağır bir karardı. Ferhat Sarıkaya'nın düzenlediği iddianame, bu iddianameye dayanarak açtığı kamu davaları siyasi olduğu kadar, bu karar da siyasiydi. Siyasi olmasının yanı sıra anılan karar, askerin yargıya müdahalesi sonrasında verilmiş bir karardı. Bu yönüyle de ortada yargı bağımsızlığına aykırı bir durum vardı. Enver Arpacı'nın intiharı üzerine harekete geçen vicdanım, bu karar üzerine de harekete geçti. Son derece ağır olan, hukukun siyasallaştırılmasının tipik ve somut bir örneği olan bu karar üzerine, Ankara Barosu Başkanı olarak 24 Nisan 2006 tarihinde aşağıdaki açıklamayı yaptım;

'Savcı Ferhat Sarıkaya tarafından, gerek Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü ile diğer yöneticileri hakkında, gerekse Şemdinli'deki olaylar sonrasında düzenlenen iddianamelerin, yargı bağımsızlığı ile tarafsızlığını çok açık biçimde çiğneyen, içeriği ve dayandığı kanıtlar itibarı ile suç ve suçluların belir­lenmesine ve cezalandırılmasına değil de, siyasi bir amaca hizmet eden, bu bağlamda yargıyı/hukuku siyasallaştıran iddianameler olduğu çok açıktır.

Ne var ki, anılan iddianameler, gerek sade vatandaşların, gerekse Türkiye'nin düşünen, yazan ve konuşan önde gelen insanlarının aleyhlerinde düzenlenmiş olan, yargı bağımsızlığı ile tarafsızlığına aykırı, insanların lekelenmeme hakkına açıkça saldırı niteliği taşıyan ilk iddianameler değildir.

Bu nitelikteki iddianameleri düzenleyen ve insanların mahkemeler önünde yıllarca acı çekmes­ine neden olan savcılar hakkında, bugüne kadar hiçbir işlem yapmamış olan Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu'nun, askerin talebi üzerine savcı Ferhat Sarıkaya'yı meslekten ihraç etmiş olması, yargı bağımsızlığı ile hukukun üstünlüğü adına son derece endişe verici bir talihsizlik olmasının yanı sıra, Şemdinli'deki olayların üstünün kapatılmak istendiğinin de çok somut bir göstergesidir.

Yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü bağlamında endişe verici bu gelişme ile birlikte gündeme gelen ve aynı ölçüde endişe verici olan bir diğer husus ise, 12 Eylül ruhunun ve hukukun günümüze uyarlanmasından ibaret bulunan terörle mücadele yasa taslağı ve din ile ilgili olanlar dışında kalan özgürlükler konusunda duyarlılığı olmadığı anlaşılan sivil iktidarın, bütün bu gelişmeler karşısındaki teslimiyetçi tavrıdır.

Sivil toplumla devlet arasında bağ kurmanın yegâne yolu olan siyasal dizge, ancak sivil topluma yöneldiği oranda demokratik olur. Devlete, bürokrasiye ve hatta askere doğru yönelen siyasal yapı ise demokratik değil, baskıcıdır.

Ankara Barosu olarak, günümüz Türkiye'sindeki gidişin, sivil topluma ve demokrasiye doğru değil, baskıya doğru olduğuna vurgu yapar, kamuoyunun bu konuda dikkatini çekmek isteriz.'

Bu açıklamanın ardından olanlar oldu. Referansları hak değil, hukuk değil, adalet değil, ilke değil, vicdan değil, siyaset olan, siyasi tarafgirlik içinde hareket eden bir grup sözde solcu avukat baroyu bastı. Vay sen nasıl Ferhat Sarıkaya'ya arka çıkarsın diye bir dolu gürültü çıkardı. Sonra ne mi oldu? Hoşlandığı şeyleri yapanlar ve söyleyenler, hoşlanmadıkları şeyleri duydular ve gittiler.

Ferhat Sarıkaya ile ilgili olarak yaptığım açıklama sonrasında o tarihlerde İstanbul Barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu Ankara'ya gelmişti. Birlik Başkanı rahmetli Özdemir Özok, Kazım Bey'i yemeğe almış, beni de davet etmişti. O akşam yemekte hem Kazım Bey, hem de Özdemir Bey, Ferhat Sarıkaya ile ilgili açıklamamı eleştirdiler, verdiğim desteği yadırgadıklarını ifade ettiler. Ben de kendilerine 'Ferhat Sarıkaya'nın siyasi düşünce ve tercihlerinin beni ilgilendirmediğini, Ferhat Sarıkaya ile ilgili olarak verilen meslekten ihraç kararının son derece ağır bir karar olduğunu, karar ile eylem arasında bir denklik olmadığını, bu kararın yargı bağımsızlığı ilkesi yönünden son derece yanlış olduğunu, askerlerin olaya müdahil olmalarının doğru olmadığını, ihraç kararının siyasi ve yargının siyasallaşmasının tipik bir örneği olduğunu, bu yolun açılması durumunda gelecekte başka siyasi düşüncedeki iktidarlar için bunun kötü bir örnek oluşturacağını'  söyledim.

Üzülerek ifade etmem gerekir ki, daha sonra yaşananlar, özellikle Deniz Feneri davasıyla ilgili soruşturmayı yürüten savcılar hakkında yapılanlar ile 17 Aralık 2013'den sonra yaşananlar maalesef benim bu söylediklerimi doğruladı. Bu bağlamda Ferhat Sarıkaya ile ilgili olarak yapılan bu işlemle, Deniz Feneri soruşturmasını yürüten savcılar ile 17 Aralık 2013'den sonraki süreçte bazı savcılarla ilgili olarak yapılan işlemler, bu işlemleri yapanlar arasında çok da fazla bir fark olmadığını gösterdi. O gün Ferhat Sarıkaya'ya yapılanlar sonrasında susanların, daha sonra kimi savcılar hakkında yapılanlar sonrasında söylediklerini dinleyince gülsem mi, ağlasam mı diye düşünmeden edemedim.

Van dedik, Şemdinli dedik, Enver Arpacı dedik, Yücel Aşkın dedik, Ferhat Sarıkaya dedik. Bunlar üzerine bazı şeyler söyledik. Ama bu söylenenler yetmez, başka şeyler de söylemek gerekir. Basının ve hatta bir milletvekilinin Yücel Aşkın'ın Ermeni kökenli olduğunu söyleyip yazdığı, Enver Arpacı'nın yapılanları onuruna yediremediği için intihar ettiği, Şemdinli'de, Uludere'de, Sivas'ta, Malatya'da, başkaca yerlerde insanların öldüğü, Hrant Dink'in katledildiği günlere, yani şimdi unutulan o günlere geri dönelim ve vicdanımız emrettiği için o gün de söylediğimiz şeyleri bugün yeniden söyleyelim.

Ülkemizde olsun, dünyanın diğer ülkelerinde olsun, geçmişte yaşananların güncel bir çeşitlemesi olan, İstanbul'da 6-7 Eylül'de, 1 Mayıs'ta, Sivas'ta, Çorum'da, Kahramanmaraş'ta, Van'da, Şemdinli'de, Uludere'de, Malatya'da yaşananlar, bu olaylar üzerine düşünen ve duyarlı olan insanlar üzerinde kuşkusuz aynı ortak kaygıları ve duyguları çağrıştırmıştır, hala da çağrıştırıyor.

Örneğin bu olayların görünürdeki figüranları ile onların arkasındaki aktörleri düşündüğümüzde: 'Seçmek durumunda bırakılıyorlar', 'zorlanıyorlar' dedim. Kim tarafından mı? 'Sadece her çeşidin­den fanatikler ve yabancı düşmanları değil, sizin ve benim tarafımdan da, aramızdaki herkes tarafın­dan. Gerçekten de hepimizin içinde kök salmış bu düşünce ve ifade alışkanlıkları yüzünden, bütün bir kimliği, öfkeyle ilan edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, o sığ, o yobaz kolaycı yaklaşım yüzünden. İçimden katiller böyle imal ediliyor diye haykırmak geliyor' diyen Amin Maalouf geliyor aklımıza.

Elias Canetti ben de varım diyor. Açıp okuyoruz Canetti'nin 'Kitle ve İktidar'ını. Ve orada, Çorum'da, Kahramanmaraş'ta, Van'da, Şemdinli'de, Uludere'de, Malatya'da, Sivas'da, 6-7 Eylül'de İstanbul'da, Kanlı Pazar olarak tarihe geçen 1 Mayıs 1977'de Taksim'de yaşananlarının değişik türden bir analizinin yapıldığını, orada yaşananların arka planının ne olduğunun yazıldığını, figüranların ve onların arkasındakilerin motivasyonlarının psikolojik boyutuyla incelendiğini görüyoruz. Neler mi bunlar? Kitle ve iktidar! Birbirini hiç durmadan, hiç soluk almadan üreten, sonra yeniden üreten ve çoğaltan, birbirinin hem nedeni ve hem de sonucu olan iki canavar. İnsan doğasının, kitle ve iktidarla olan ilişkisinin zaman, mekân, ırk ve din farkı olmaksızın nasıl benzeştiğinin tarih üstü boyutlarıyla ele alındığı eserde: 'insanlar arasında emir ve itaat ilişkisinin nasıl biçimlenerek saldırganlığa dönüştüğü, en az sorgulanan, ama en tehlikeli şey olan emir vermenin, emredilende özgür ve bağımsız bir kişilik oluşmasını önleyen bir sızı bıraktığı, bu sızının emir alanları nasıl katılaştırdığı ve itaate dönüştüğü, bu itaatin giderek nasıl içselleştirildiği, kitlenin yıkıcı, iktidarın öldürücü olduğu, insanın -iktidar- isteği ile Tanrının kıyamet ve dehşet tehdidini çaldığı, deşarj olmadan kitlenin gerçek anlamı ile mevcut olmadığı, insanın başkaları ile arasına koyduğu mesafelerle taşlaşıp çoraklaştığı, insanların mesafe yüklerinden kurtulabilmek için kitle olarak deşarja gereksinim duydukları, deşarj olmak için evleri, evlerin pencerelerini, camlarını kırdıkları, arabaları yaktıkları, kitlenin iç dünyasının en çarpıcı özelliğinin zulme uğramış olma duygusu olduğu, bu duygunun bir kez ve sonsuza dek düşman ilan et­tiği insanlara yönelttiği kendine özgü bir öfke ve sinirlilik olduğu' o kadar çarpıcı biçimde anlatılıyor ki. Okuyup bitirdiğinizde, beni anlatıyor, bizi anlatıyor, Van'ı, Şemdinli'yi, Uludere'yi, Malatya'yı, Sivas'ı, 6-7 Eylül'ü, 1 Mayıs'ı anlatıyor diyorsunuz.

Verili dünyanın reddi ve her türlü tahakkümün eleştirisi üzerinde temellenen tini tanımlayan edimin, 'benliğin ötesine geçip ötekinin/başkasının tüm farklılığı içinde tanınması' olduğunu ifade ediyor 'Tarih ve Tin' isimli incelemesinde Joel Kovel. Ve sonra 'Gerçekten, başkasının/ötekinin varlığını, kişiliğini ve haklarını tanımamaya başladığınızda, özgürlüğünüzü, sadece özgürlüğünüzü değil, insanlığınızı da eksiltir ve hiç farkına varmadan bir tahakkümden bir başka tahakkümün kucağına itilirsiniz. Bütün bunların bedelini ise, bugün hemen hepimizin yaşadığı gibi: sevgiden, aşktan, içtenlikten, güvenden, güvenlikten, adaletten, sanattan, neşeden, oyun ve kahkahadan yoksun iğreti hayatlar yaşayarak ödersiniz' diye ekliyor.

Ecole Polytechnique'de, İnsan ve Toplum Bilimleri üzerine dersler veren, esas uzmanlığı modern edebiyat üzerine olan Fransız akademisyen Alain Finkielkraut, kendi ifadesi ile hemen her toplumda ve dilde, alma ve verme edimini, iyiliği, açgözlülüğü, yardımseverliği, ihtirası belirtmek üzere mevcut olan 'sevgi' kavramından, bu kavramın içinde barındırdığı 'ben' kaygısının yücelttiği 'başka/öteki' kaygısından yola çıkarak kaleme aldığı 'Sevginin Bilgeliği' isimli özgün eserinde, 'devrimci göreve' ya da 'tarihin anlamına' çağrı yapan 'büyük teorilerin', 'insanı, ya sistemin kurbanı ya da destekçi­si olarak konumlandırdığını: kimsenin sorumlu olmadığı yerde, başkalarına karşı sorumsuzluğun başladığını' söylüyor.

'Yüz görülmez, yüze bakılmaz' diyen Finkielkraut, başkasının söylediklerinin önceden bilinen bir bağlam içine oturtulup, yargılanmasını, insanın, yakınıyla veya hiç de yakını olmayan, ama kendisine göre başkasıyla/ötekiyle olan karşılaşmasını, yüzün insana söylediklerini, bir yandan Fransız Devrimi, Naziler, Milliyetçilik, Kızıl Tugaylar gibi yaşanmış olaylardan örnekler vererek, diğer yandan edebi­yatın ve günlük hayatın metaforlarıyla anlatıyor.

İnsan haklarını 'Ötekinin/Başkasının Hakları' temelinde savunan Finkielkraut'un, öteki/başkası ile ilişkinin filozofu olarak dayandığı referans Emmanuel Levinas'tır. Bizim ülkemizde çok fazla tanınmayan, eserleri daha yeni yeni Türkçeye kazandırılan Levinas, Fransız felsefesinin önemli düşünürlerinden birisidir. 'Başkasıyla/ötekiyle olan ilişkide, elbette onu anlamayı istemek vardır; fakat bu ilişki anlamayı aşar. Başkası/öteki öncelikle muhatabım, seslendiğimdir; konuşmaksızın ona yaklaşmam olanaksızdır' diyen Levinas, insanı tekil ve sorumlu bir varlık olarak ele almanın yollarını araştırır. Levinas, 'insanı, bir sınıfa, bir gruba, bir çevreye, bir topluma, bir cemaate ait gören, birey yok­tur, sorumluluk tarihsel ve ekonomik koşullara aittir' diyerek, insanı sorumsuzlaştıran ve böylece katliamları, soykırımı, şiddeti, terörü meşru kılan tüm totaliter anlayışlara karşı çıkar. Levinas'a göre, insan bağımsız, özerk, sorumlu bir bireydir. Bireyin, edimlerini sahiplenebilmesi ve sadece kendi adına konuşabilmesi için, gereksinme duyduğu şey din değil, kutsallığın yok edilmesidir. O'na göre, özgürlük insan için yeterli değildir. Esasen, hiç kimse yalnız değildir. İnsanın ilk ve en temel deneyimi ötekiyle/başkasıyla, başkasının/ötekinin yüzüyle karşı karşıya gelmesidir. Zira yüz karşısın­dakini sorumluluğa davet eder.

Onun için Levinas 'Başkası, öldürmek isteyebileceğim tek varlıktır. Çünkü onu şiddet kullanarak iktidarım altına aldığım zaman, ancak kısmen yadsımış olurum. Yüzde somutlaşan sonsuzluk, ik­tidarıma direnmeye başlar ve beni, yüzü bütünsel bir biçimde yadsımaya kışkırtır. Yüzün üstünde iktidar kurma girişiminin doruğu olan öldürme eylemi, başkası öldüğünde yüz katilinin ellerinden kayıp gittiği, tahakküm edilecek olan ebediyen kaybolduğu içindir ki, paradoksal bir biçimde kendi iktidarsızlığına ulaşır' diye yazar ve devam eder 'Yüzü öldürmek imkânsızdır. Onun, beni, iktidarımı rahatsız etmesinin nedeni, şeylere yönelimsel olarak benim anlam vermemdir. Onlar, benimle ilişkili oldukları sürece anlamlıdırlar. Ama yüz, yüz benden bağımsız olarak anlam ifade eder.'

Başkasıyla/ötekiyle karşılaşmayı, yüzü, hakiki yüzü, sevilen yüzü, yok edilen yüzü inceleyen ve 'öteki/başkası kimdir' sorusuna yanıt arayan Alain Finkielkraut: Hegel, Husserl ve Heidegger'in keşfedilmesiyle birlikte, günümüz felsefesinin, artık 'Ben kimim' sorusuna Descartes'in 'düşünen bir varlığım' yanıtını vermekle yetinmediğine vurgu yapar ve insan gerçekliğini, akıl ya da algılama ye­teneği ile değil, başkasıyla/ötekiyle karşılaşma ve varoluşla ilişkilendirir.

Peki! Varoluş nedir? Başkası/öteki kimdir? Başkası/öteki ile karşılaşma ne demektir? Alain Finkielkraut'un gönderme yaptığı başkası/öteki ile ilişkinin filozofu olan Emmanuel Levinas, varoluş nedir sorusunu, İvan Gonçarov'un sevimli tembeli Oblomov'u örnek vererek yanıtlar. Dramı tembel­lik olan, sahibi olduğu toprakların geliri ile yaşamını sürdüren Oblomov, tembelliğini, her şeye karşı duyduğu kocaman bir isteksizliğe kadar vardırır. Tembelliği hareketsizliğe, hareketsizliği uyuşukluğa dönüştüren, uyuşukluğundan mektuplarını daha açmayan, arazisinin yönetimini başkalarına devre­den, hayatından, hayata dair olan her şeyi kovalayan ve böylece uyuşukluğa dönüştürdüğü tembellik keyfini bozabilecek her şeyle bağını koparan Oblomov, bir tek şeyi, bir tek yükü, bir tek ağırlığı yok edemez. Varoluşunu. Bu da kaçınılmazdır. Zira her şeyi durdurabiliriz, her şeyden vazgeçebiliriz, her şeyden kurtulabiliriz, her şeyden kaçabiliriz, her şeyi yok edebiliriz. Ama varolmaktan, varoluştan asla kaçamayız, asla kurtulamayız. Onu yok edemeyiz.

Varoluşu, Oblomov'un dramını anlatarak açıklayan Levinas, sözcüğün tam anlamıyla şunu demek ister: Yaşamdan, yaşamın gerçeklerinden kurtulmak, kaçmak için, bunları hepten unutmak için, ne yaparsanız yapın, varoluştan, kendi varoluşunuzdan kurtulamazsınız. Zira varoluş, her zaman, her yerde ve her koşulda, feshedilmesi mümkün olmayan bir sözleşmenin tüm şartlarını ve ağırlığını, yani kendisini size dayatır.

İnsanın varlığın içine kıstırıldığını, 'Varolmak, bir lütuf değildir, bir ağırlıktır' diyerek açıklayan Levinas, uyuşukluğu, toplumsal bir simge ya da nevroz belirtisi olmaktan ziyade, ontolojik bir tecrübe olan Oblomov örneğini boşuna vermez. O'na ve O'nu konuşturan Finkielkraut'a göre Oblomov, şu temel trajedinin tanığıdır: Bezginlik ya da tembellikle insan, varoluşu ile yüzleşir, varoluşu karşısında istemeden de olsa geriler, kimi zaman da ilerler, 'doktor' der, 'ilaç' talep eder. Ama ne derse desin, ne talep ederse etsin, varoluşundan kaçamaz, kendi varlığından kurtulamaz.

Romantizm ve lirizmden çok, akılcılığa yakın olan Jean-Paul Sartre, 'varoluş, özden önce gelir' ilkesine dayandırdığı varoluşçu felsefenin ilkelerini açıkladığı 'Varlık ve Hiçlik' isimli kitabında: 'Başkası/Öteki benim için, kâh varlığımı benden çalan, kâh bana ait bir varlık olduğunu ortaya çı­karandır' diye yazar. Ona ve Levinas'a göre, başkası/öteki ile karşılaşma, karşılaşılan her iki kişiye de yalnız ol­mama durumunu hatırlatır. Başkası/öteki bakış değil, yüzdür. Başkası/öteki, beğeni veya hayranlığın hizmetine sunulmuş plastik bir figür, taştan veya bronzdan yapılmış bir heykel, ruhsal hareketler­in sabırla deşifre edilmek üzere yazıldığı ve sergilendiği bir metin değil, yüzdür.

Onun için Levinas, 'Başkasının/ötekinin, bendeki başka/öteki düşüncesini aşarak kendini tanıtma biçimine, biz aslında yüz diyoruz. Bu tarz, bakışım altındaki tema veya bir imgeyi oluşturan nitelikler topluluğu gibi art arda sıralanmaktan ibaret değildir. Başkasının/ötekinin yüzü, bu yüzün bende bıraktığı görsel izlenim, benim ölçülerimle bana uygun olan düşünceyi sürekli olarak yıpratır ve aşar' der ve şunu ekler 'Yüz, çağrısına sağır kalamayacağım ve de onu unutamayacağım, yani onun zavallılığının sorumlusu ol­maktan kaçamayacağım bir şekilde beni etkisi altına alır."

Peki! Yüz nedir? Hakiki yüz nedir? Her ikisini de anlamamıza ve ayırt etmemize yardımcı olmak için Alain Finkielkraut yaşanmış iki örnek verir: Birincisi, Dreyfus'a sahip çıkan, onun uğradığı haksı­zlık karşısında susmayarak ünlü eseri 'İtham Ediyorum'u yayımlayan Emile Zola'nın, anti-Dreyfuscu teorisyen Barres tarafından itham edilmesi: ikincisi, 1983 yılının başında, Kızıl Tugayların Roma sek­siyonu tarafından kaçırılan, devrim mahkemesinde yargılanıp ölüm cezasına mahkûm edilen ve 27 Ocak 1983 günü öldürülen 67 yaşındaki kadın gardiyan Germane Stefanini'nin her dakikası banta kayıt edilmiş sorgulaması.

Ünlü Fransız yazar Emile Zola, 13 Ocak 1898'de, Dreyfus'un uğradığı haksızlığa isyan adına 'İtham Ediyorum' başlığı ile Fransız Cumhurbaşkanı Felix Faure'a açık bir mektup yazar. Mektup L'Aurore gazetesinde yayımlanır. Savaş Bakanı General Billot tarafından Zola aleyhinde Seine Ağır Ceza Mahkemesi'nde hakaret iddiası ile dava açılır. Yapılan yargılama sonunda, Zola bir yıl hapse ve 3000 Frank para cezasına mahkûm edilir. Zola aleyhindeki davanın savcısı ve aynı zamanda Dreyfus karşıtı cephenin en önde gelen teorisyeni olan ve temelde Dreyfus'un 'etnik burnundan' rahatsızlık duyan Barres şunları söyler: 'Bu Zola denilen adam kimdir? Kökenine bakıyorum: Bu adam Fransız değil. 'Rougon-Macquart'ların yazarının samimiyetinden şüphe edilmez. Ama bu samimiyet hak­kında söyleyeceklerim var. Sizinle benim aramda bir sınır söz konusu. Hangi sınır mı? Alpler.' Zola savunmasında savcı Barres'e yüklenir ve sorar: 'İnsandan mı söz ediyorsunuz Barres? İnsan mı dedi­niz? Hangi insan? Nerede oturur? Hangi zamanda yaşar? Savcı Barres'in, Zola'ya ve Dreyfus'a yönelik motivasyonu ırkçılık olan saldırısıyla, üstüne hiç vazife olmadığı halde Prof. Dr. Yücel Aşkın'a yönelik olarak bir milletvekilimizin yaptığı, bir kısım medyanın yazıp çizdiği referansı ırkçılık olan saldırı arasında herhangi bir anlayış farkı var mıdır?

Savcı Barres, Dreyfus'un masumiyetini gösteren kanıtlara, kurmay takımının dava sırasında ve sonrasında işlediği yolsuzluklara karşı sessiz ve kayıtsız kalır. Tıpkı, Van'daki savcının, Prof. Dr. Yücel Aşkın'ın, Enver Arpalı'nın masumiyetini gösteren kanıtlara sessiz ve kayıtsız kaldığı gibi. Savcı Barres, Dreyfus'un ve Zola'nın 'yüzüne' bakmış mıdır? Aynada kendi 'yüzüne' bakmış mıdır? Bu yüzlerin, hangisi 'yüz', hangisi 'hakiki yüz' dür? Acaba Van'daki savcı, Eriver Arpalı'nın 'yüzünü' anımsıyor mu? Ya Malatya'da dayak yiyen çocukların 'yüzü', Hakkâri'de, Şemdinli'de, Sivas'ta, Uludere'de, 1 Mayıs'ta ölenlerin 'yüzü'! Bunların fail­leri, acaba oralarda kurban ettiklerinin 'yüzlerini' anımsayabiliyorlar mı?

Geçelim ve başka yüzleri tanımak için Alain Finkielkraut'u okumaya devam edelim. 1983 yılının başında, Moro olayı sırasında devlete meydan okuyan Kızıl Tugay üyeleri, Rebbibia Hapishanesi'nde mahkûm olan yoldaşlarının intikamını almak için anılan hapishanede gardiyan olarak çalışan sakat ve yaşlı bir kadını, Germana Stefanini'yi kaçırırlar. 'Proleter komünist tutuklu­ların hayatları üzerinde baskı uygulamış olma' suçlamasıyla ve devrim adına yargılarlar, ölüme mahkûm edip, ölüm cezasını infaz ederler. Germana Stefanini'nin, Kızıl Tugayların devrim mahkemesinde yapılan sözde yargılamasının her dakikası banda kaydedilmiştir. İşte bu kayıttan bir bölüm:

Rebbibia'ya gardiyan olarak nasıl girdin?

Nasıl yaşayacağımı bilemez haldeydim. Babam yeni ölmüştü.

Bir sınavdan geçtin mi?

Hayır, sakatlar kontenjanından girdim.

Ne iş yapıyordun?

Tutuklulara gelen paketleri dağıtıyordum.

Kes zırlamayı! Gerçi bize vız gelir... Tekrar ediyorum, kes şu zırlamayı, bizde asla bir acıma duygusu uyandırmıyorsun.

Dava görünümü altındaki bu sağırlar diyalogu, aslında teröristler ile kurbanların karşı karşıya gelmesidir. Gardiyan şaşkın bir halde zavallılığına isyan ederken, teröristler, başkaldırdıkları toplum­da Stefanini'nin işgal ettiği yerden başka bir şeyi görmezler. Onların gözünde gardiyan işkencecidir. Bu yorumlayıcı indirgemecilik bağlamında, her şahıs, yerine getirdiği görevin içinde eritilmiş ve sanki kendi sınıfına hapsedilmiş, her yüz temsil ettiği düşüncenin, görevin, ilkenin adına yok edilmiştir. Zira Kızıl Tugay üyelerini büyük devrimci geleneğe bağlayan şey, kişileri toplumsal kimliklerinin içine kapatma olgusudur. Tıpkı bugün benzeri diğer terör örgütlerinin yaptığı gibi.

Onların yaşadığı dünyada sözlerin önemi yoktur. Onların yaşadığı dünyada insan konuşmaz, yansıtır. Onların yaşadığı dünyada insan sadece bir aidiyetin dilsiz simgesidir. Bu bağlamda Germa­na, burjuvazinin, sermayenin sesidir. Toplumsal varlığını, yani suçluluğunu sürekli olarak bildirmeye baştan mahkûm edilmiş bir sanığa yargıç konumundaki tugay üyeleri sürekli 'kendinizi savunmak için ne söyleyeceksiniz' diye sorarlar. Hukukun dilini, dilin yok olduğu bir bağlama taşırlar. Yüz yüze gelinen bir oyun sahnelerler ve aynı anda onu bütün gerçeklerden arındırırlar. İşte totalitarizmin özü budur. Davanın kendisinden ziyade, mahkeme karşısına zorla çıkarılan insanları yokluğunda mahkûm etme olgusu. Kurumsal veya yasadışı terörü tanımlayan şey, dava, adaletin yerine getirilmesi ve hatta baskı da değildir. Tam tersine hukukun ve baskıcı adaletin, son halini almış yokluğudur.

Totalitarizmin irade dışı mizahı, adaleti ortadan kaldırmak için mahkeme dekorunu ve törenini seçmiş olmasından ileri gelir. Kafka'nın romanında tam olarak da bu anlatılır. Davayı, bireylerin küresel denetiminin sembolü ve zaferi olarak addetmek için, şakayı anlamamış olmak gerekir. Böylece, baskıcı adalet ve adaletsiz baskı, yani görkemli yanılgı, totalitarizm ve karşıtı, ortak bir utanç içinde birbirine karıştırılır. Zira mahkeme ve dava, onlara, onların işledikleri suçun tekilliğine ve varlıklarına yönelik değil, bağlı oldukları düşünceye yöneliktir.

Yakınını yok etmek, onu yüzünden dolayı cezalandırmak için onu katlederek ortadan kaldırmak ve tam öldürüldüğü anda yüzünden kaçmak için onu katliamdan bile silmek. Auschwitz'te, Chlemno'da, Treblinka'da, Belzec'te, Sobibor'da, Maidanek'te, soykırım düzeyinde olmasa da, Vietnam'da, Hiroşima'da, 11 Eylül'de, Londra metrosu'nda, İstanbul'da İngiliz Konsolosluğu'nda, Akmerkez'de, Hakkâri'de, Şem­dinli'de, Uludere'de, Sivas'ta Madımak Oteli'nde, 6-7 Eylül'de, 1 Mayıs'ta İstanbul'da, Çorum'da, Kahramanmaraş'ta, Irak'ta, Suriye'de yapılan budur.

Çoğunluğu belki iyi bir baba, iyi bir eş, iyi bir evlat olan katliam görevlileri, hangi mucizeyle, cinayetlerini, soykırımı yaşamlarının sıradan bir parçası haline getirebildiler ve insani yakınlık duy­gusunun dışına çıkarak onlarca, yüzlerce, milyonlarca insanın katline katlanabildiler diye soruyor Alain Finkielkraut. Yanıtı Yahudi katliamı sırasında Sobibor'da ve Treblinka'da komutanlık yapan Franz Stangl, gazeteci Gitta Sereny'ye veriyor: 'Anlıyor musunuz, onları nadiren birer insan olarak gördüm. Her zaman için devasa bir kitleydiler. Kimi zaman duvarın üstünde ayakta duruyorlardı ve onları avluda seyrediyordum. Nasıl anlatmalı bilmem ki, çıplaktılar... Kamçılarla yönetilerek koşturu­lan devasa bir yığındılar.'

Gitta Sereny, bu yanıtı bizim anlamamıza yardımcı olmak için şöyle okuyor: 'İnsanlar soyunma barakalarındayken, yani çıplakken Franz Stagl veya aynı konumdaki başkası için artık insan değildirl­er.' İnsanların çıplak olarak istiflenmesiyle, gruplaştırılmasıyla, her birinin diğerinin yerine geçe­bildiği, homojen ve benzer bir yığın oluşur. Böyle yapılmak suretiyle, yüzünün insana atfettiği gizemli ayrıcalık elinden alınır. Bedenler bir yerde çıplak olarak toplandığında sınırlar ortadan kaldırılır, birey kitle içinde boğulur, yüz artık vücudun geri kalanından ayrı değildir. Yüz, yüz olmaktan çıkmıştır. Nazilerin öldürmeye hazırlandıkları insanları giysilerinden arındırmalarının nedeni işte budur. Onları görünmez hale getirmek. Yani yüzü yok etmek.

'Yakınımın yüzü beni yoksunluğa cezbe der. Bana bakar, her şeyiyle bana bakar, hiçbir şeyine kayıtsız kalamam' diyor Levinas. Peki! Her birinin kurbanı ayrı olan Barres, Franz Stagl, Kızıl Tugay­lar, bunların bizim ülkemizdeki benzerleri, onlar kurbanlarının 'yüzlerine' bakarlarken ne düşündül­er? Van'daki savcı, tıpkı savcı Barres gibi 'kendinden başka kural tanımaksızın gelişen gücü adalet olarak adlandırarak bakar yüze.' Şemdinli'de, Uludere'de bombayı patlatanlar, Sivas'ta insanları yakanlar, Diyarbakır Cezaevinde insanlara işkence edenler aynen 'Franz Stagl ve onun ar­kasındakiler gibi, kendi varlığının gelişmesinin önündeki engelleri yok ederken', günümüzdeki terör örgütlerinin militanları, tıpkı Germana'nın yargıçları Kızıl Tugaylar gibi, 'varlıklarını, proletaryanın, yoksulların, ezilenlerin bedelini talep edenlerin hizmetine sunarlar.' Birinciler, dirimsel güçlerinin gelişmesini en ufak bir utanç duygusunun bile durdurmasına veya engellemesine izin vermeden 'biz' derler ve kendilerinde, başkası adına var olma zayıflığını yok etmeleri adına, 'başkasını/ötekini' yok ederler. İkinciler ise, tam tersine, zayıflar ve yaşamda kaybetmiş olanlar için kendilerini kurban eder­ler. Başkasını/ötekini öldürmezler, başkası için öldürürler ve ölürler. Onların gözünde, Germana'nın ölüme mahkûm edilmesini meşrulaştıran şey ezilenlerin çektiği acıdır. Ahlakın boyunduruğunu sars­mak için ya da Barres gibi 'Eğer yasa benim ırkımın yasası değilse isyan ederim' diyerek değil, ahlaki zorunluluktan ötürü katlederler.

Bütün bu insanlık durumlarına, dramlarına, trajedilerine karşı, ne demek gerekir? Söylenmesi gerekeni İncil'de Korintoslululara yazılan 1. Mektup: 27-28 söylüyor: 'Tanrı bilgeleri şaşırtmak için dünyanın aptalca şeylerini seçmiştir ve Tanrı güçlü olanları şaşırtmak için dünyanın zayıf şeylerini seçmiştir ve dünyanın aşağılık şeyleri ve hor görülmüş şeyleri Tanrı tarafından seçilmişlerdir ve olmayan şeyler, olan şeylere yokluğu getirmek için seçilmişlerdir.'

Uzun uzun anlattım. Levinas'tan, Finkielkraut'tan, Sartre'dan, Canetti'den ödünç alarak anlattım.

Bilmem anlatabildim mi?

Av. Vedat Ahsen Coşar/ Gerçek Gündem