“Krizleri fırsata dönüştürmeliyiz” diyor TBB başkanı Feyzioğlu. Kimin için fırsat sorusuna elbette ki “hukuk” için diyecektir. İktidar içi çatışmadan hukuk ve adalet koparmaya çalışmak ve adaleti belli yargılamalar üzerinden kotarmak, fırsatçı formüller bulmak, bu formülleri mağduriyeti yaratanla “samimi” çalışma ortamı oluşturarak ortaklaştırmak ve nihayetinde montajlanmış bir adalet imar etmek gerçekten müthiş bir girişimci ruh istiyor ve bu ruh TBB başkanında var.

Büyük lafların, büyük sözlerin, büyük cümlelerin adamı olma dönemleri şimdi.

İngiliz politikasının en önemli yanı size birçok yol gösteriyormuş gibi yapıp, dönüp dolaştırıp aynı yola çıkartmasıdır. Bizdeki hukuk ve adalet anlayışı da böyle işliyor. Demokrasi, adalet, hukuk, eşitlik vb diyerek açılan yolların hepsi, bir bakıyorsunuz dönüp dolaşıp gücü elinde bulunduranın himayesine girmiş. 12 Eylül referandumunu hatırlayın. Memlekete özgürlük ve demokrasi getireceklerdi. Askeri vesayet dönemi bitecek ve hukukun üstünlüğü hâkim kılınacaktı. Artık geriye dönüş yoktu. Peki sonra? Sonrasını hepimiz biliyoruz. Bu süreci çılgınca alkışlayanlar, eleştirenleri darbeci, gerici ve vesayetçi olarak suçlayanlar, bir anda kendilerine dönen aynı argümanlar ile şok geçirdiler. Baskı ve tek adamlığı kurumlaştıran iktidar, artık onlara ihtiyaç duymuyordu. “Ama biz bunun için destek vermemiştik” sızlanmaları bile ağızlarına tıkandı.

Şimdi yeni bir iktidar krizi ve bu krizden adalet çıkarma oyunlarına tanıklık ediyoruz. Tek kanayan yara “Ergenekon ve Balyoz” davası olarak gündeme oturdu. Feyzioğlu işte bu kanayan yaraya pansuman yapmak için kolları sıvadı. Onlar çıkacak ve adalet yerini bulacak, toplum geniş bir nefes alacak vb…

KCK operasyonları ise laf arasına yerleştirilip geçiştirilen bir haksız(cık)lık olarak ifade ediliyor. Binlerce siyasi tutsağın DGM’ler tarafından yargılanıp mahkûm edildiği ve içeride hayatların söndürülmesi ise 2005 öncesi geçmiş hikâyeler. Biz ne yapalım 2005 sonrasına bakalım. 2005 sonrası davaları araya sıkıştıracağımız birkaç madde ile ele alıp “ateşi söndürelim”. Hukuka yine bir ayar, yine bir yama, yine bir “benim adamım” kollaması ve yine bir adalet tıraşlaması yapıp durumu kotaralım ve böylece Başbakan’ın iki dudağı arasına yerleştirdiği “olur” ile “samimi buldum kendisini” uzlaşmasında el sıkışıp tura çıkalım. Dışarıda büyük bir umut yeşeriyor haklı olarak. Tutuklu yakınları o umuda tutunuyor.

Bir de binlerce insan var içeride. DGM’lerin verdiği siyasi kararlarla hayatları çürütülenler var. İşkence altında alınmış ifadelerle, düzmece polis fezlekeleriyle, “ona 20 yıl ver, buna 30 yıl ver, ona müebbet yaz, hepsine örgüt üyeliğinden, hepsine yöneticilikten bas cezayı” talimatlarıyla söndürülmüş hayatlar. O kadar kolay, o kadar rahat cezalar kestiler ki, nasılsa kimsenin umurunda değildi onlar.

“Af, maf demiyelim şimdi ucu Sol’a ve Kürtlere dokunur” ideolojik hukukçuluğunun geldiği yer işte tam burası. Başbakanla ne konuştunuz? “Ergenekon, Balyoz” Güveniyor musun ona? “Ben profesyonel siyasetçilere güvenmem” Kime güvenirsin? “Ben sadece millete güvenirim.” Ne kadar tanıdık bir cevap değil mi? “Millet”

Türkiye’de hukuk, her gelenin kendi keyfine göre kurşuna dizip sonra o ölünün yüzünü makyajlayıp yaşıyormuş gibi halkın karşısına çıkartılmasından başka bir şey değil. Şimdi ellerinde boyalar, yeniden makyajlayıp dirilttikleri ölünün elinden “özgürlük” alıyorlar. Bu ölü, devletin tam ortasında korkunç bir koku yayıyor yukarıdan aşağıya. Aslında hepimiz burnumuzu kapatarak yürüyoruz.

Roboski katliamını askeri savcılık “kusursuz” buldu ve takipsizlik verdi. Şimdi hangi hukuk ve adaleti tartışacağız? Sahi Sayın Feyzioğlu bundan nasıl bir fırsat çıkarabiliriz söyleyebilir misiniz?

Bize “adam gibi adam” lazım değil. Adam siyasetinden sadece kof karizmalar çıkıyor görüyoruz. Herkes için eşit, adil ve evrensel bir hukuk mücadelesini yine herkes için savunacak ortak değerler gerek. O zaman ‘Adam’a değil, adalete güveniriz.

Yoksa 34 insanı paramparça eden bombaları ve o emri verenleri değil, kaçakçı denen çocukların kazandığı paranın hesabını utanmadan, hiçbir duygu hissetmeden, katır- eşek metaforu ile kendini “adam” yerine koyarak yazanları, tabi bir de onu alkışlayan binlerin “yaşa” seslerini duyarsınız.

“Yaşaaa” ne kadar tanıdık değil mi Millet?


Akın Olgun