Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu son olarak yeni yargı yılı açılışında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve diğer hükümet yetkililerinin karşısında yaptığı konuşmayla tartışıldı. İktidara yönelik ağır eleştiriler taşıyan konuşması, Erdoğan tarafından "gözümüzün içine baka baka bizi eleştirdi, bu bir hakarettir" sözleriyle değerlendirildi. İktidarın hedefinde olan Feyzioğlu ile Türkiye halkının içinde yaşadığı yargı kabusunu; davalar, soruşturmalar ve tüm bunların hukuktaki yerini konuştuk.

-Yeni yargı yılı açılışında yaptığınız konuşma çok tartışıldı, nasıl tepkiler aldınız?
Çok olumlu tepkiler aldım. Sosyal medyada paylaşımı 10 milyon civarında oldu. Binlerce kutlama mesajı geldi.

Bekliyor muydunuz bu kadar büyük bir destek?

Şaşırmadım. Desteği doğru sözler söylenmesine bağlıyorum. Her satırı, her kelimesi üzerinde düşünülmüştür o açıklamanın. Ben aslında milyonlarca insanın düşündüklerini söyledim. İnsanların hiç aklından geçmeyenleri ilk defa söylemiş değilim. Ancak demokratik kurallar, hukuk kuralları düzgün işlemediği için bütün söylediklerimin doğru olduğu kabulüyle çok ağır tepki verdi siyasi iktidar. Sayın Başbakan'ın St. Petersburg'da Suriye ile ilgili konuşmasından önce -yani bu kadar önemli bir konudan bile önce- "gözümüzün içine baka baka bizi eleştirdi, bu bir hakarettir" dedi.

-Erdoğan'ın gözünün içine baka baka konuştunuz gerçekten, kurgulamış mıydınız böyle bir şeyi? Siz konuşurken Erdoğan'ın yüzünde nasıl bir ifade vardı, gözlemleyebildiniz mi?

Bunu düşünmedim, ben konuşmamı yaptım. Bunun çok büyütülecek bir konu olmaması gerekir. Ben demokrasinin tarifini o olaydan sonra şöyle yapıyorum: Bir yurttaşın bir ülkenin başbakanının ve cumhurbaşkanının gözünün içine baka baka rahatça eleştirebildiği ve o yöneticinin de bu eleştirileri "benim gözümün içine baka baka nasıl eleştirirler, bu bir hakarettir" demediği rejimin adı demokrasidir diyorum artık. Tabi o gözünün içine bakamama geleneği demokrasi öncesi bir kültürden geliyor. Tek adamlık, hükümranlık devrinden geliyor. Bizim geleneğimiz farklı, biz cumhuriyet geleneğinin nesilleriyiz.

-Türkiye'nin en sorunlu gündemlerinden birinin rahatlıkla "AKP-Cemaat-Yargı" ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?

Bakın AKP ya da Cemaat yargısı şeklindeki terimleri hiçbir zaman kullanmadım. On binin üzerinde hakim var. Bütün bu hakimleri topluca hedef almak hem yapıcı değil, hem gerçekçi değil. Ayrıca bizim işimizin hep sistemlerle ilgili olduğunu söylemişimdir. Bana göre, sistem şu anda AKP etkisine açık haldedir. Bu etkileme gücü o davada kullanılır, bu davada kullanılmaz ya da hiç kullanılmaz. Tabii algı, siyasi iktidarın etkileme gücünü son zamanlarda da artan oranda sıklıkla kullandığı yönünde. Çünkü siyasi iktidarın temsilcileri bir mitingde, bir basın toplantısında, bir festival açılışında, herhangi bir yerde insanları korkutucu, endişeye sevk edici ve yargıyı da harekete geçirici bir cümle sarf ettiklerinde, bir bakıyorsunuz gerçekten yargı harekete geçiyor. Yani "başımızda Twitter diye bir bela var" deniyor, insanlar evlerinden toplanmaya başlıyor. "Bu memleketin savcıları şu işi soruşturur" deniyor ve bir bakıyorsunuz sabahına baskınlar yapılıyor.

-Özellikle Gezi Direnişi'nin ardından iyiden iyiye yaygınlaşan soruşturmalar, gözaltılar, tutuklamalar var. Sürekli gazetelerde "500 kişi, bin kişi hakkında dava açılması bekleniyor" türü haberler çıkıyor. Bu rakamların ortada hiçbir şey yokken telaffuz edilmesi, bu söylentiler, normal mi bu durum?


Elbette değil. Ankara polisinin dünyaya şikayet ettiğimiz bir fezlekesi var. Aşağı yukarı şöyle söylüyor: Sayıyor birtakım meslek örgütlerini, sivil toplum, sanatçı örgütlerini ve "hükümet muhalifi olan bu örgütler" diye başlıyor. Şimdi sen politika yazarı mısın, politika eleştirmeni misin, kimsin? Kimin hükümet muhalifi olduğunu, kimin olmadığını nereden biliyorsun. Ayrıca da sana ne? Polisin işi kimin hükümeti desteklediği kimin hükümete muhalif olduğunu saptamak mı? Bu cümleyle giriş yaptıktan, fezlekede "hükümet muhalifi sivil toplum örgütleri" dedikten sonra zaten mantığını koyuyor. Mantık şu: "hükümet muhalifiysen bir kere zaten gri alana geldin, yani benim alanıma geldin. Benim alanıma geldikten sonra ben adama terörist damgasını yapıştırırım." Ondan sonra da "hükümet muhalifi örgütler bu protestoların meşru olduğu konusunda halkı ikna etmek üzere ortaklaşa çaba göstermişlerdir" diyorlar. Ki biliyorsunuz milyonlarca insan çıktı sokağa. Polis fezlekesine göre, bu insanlar kendi hallerine bırakılsalardı, gösterilerin büyük bir suç teşkil ettiğini bileceklerdi. Tutuklamaya şevklerin pek çoğunda zaten "hükümeti devirmeye teşebbüs suçlaması" var. Çünkü Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası'na muhalefetten sevk etseler tartışacaktık konuyu. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Anayasa, her yurttaşın önceden izin almaksızın gösteri ve yürüyüş yapma hakkına sahip olduğunu söylüyor. Bu yüzden hükümeti devirmekten söz ediyorlar. Ne demiş insanlar, "hükümet istifa". Ben şiddete başvurmuyorsam "hükümet gitsin" de derim, "buraya park yapılmasın" da derim ya da "hükümet kalsın" derim. Hedefin meşruluğuna göre kişileri yargılamak, son derece anti demokratiktir, baskıcıdır ve "kime göre meşrudur" sorusunu sordurur.

-Önceki yıllarda AKP tarafından TMK'da ve diğer yasalarda terörist tanımına ilişkin değişiklikler yapılırken bu kadar yaygın uygulama alanları olacağı düşünülüyor muydu?


Terör tanımı, terörist tanımı sürekli değiştirilir. Ellerinden yetki gitmesini istemedilderi için -ki dünden bugüne hep böyledir- değişiklikler bir türlü çözüm olmaz. Ben fakülteden 1990'da mezun oldum, 1991'den bu yana "TMK kaldırılsın" diye bas bas bağıranlardan, yazanlardan biriyim. 1991'den bu yana kalkmadığı gibi çözüm olacak hiçbir esaslı değişiklik de gelmedi. TMK'yı kökten kaldırıp atmak lazım.

-Bu dönemde avukatlara yönelik de ağır bir baskı var. Bu baskının nedeni nedir, nasıl değerlendiriyorsunuz?


Siyasi davalarda mutlaka savunma hakkı sınırlanır, zaten siyasi davalar da demokrasinin olmadığı ya da sağlıklı işlemediği ülkelerde görülür. İşte bu siyasete göre şekil alan davalarda, siyasi iktidara meyletmiş yargı organları, siyaset mekanizmasının kendi ellerine verdiği eğilip bükülmeye müsait kanunları kullanarak ya da kanunları yanlış yorumlayarak savunma hakkını kısıtlama yolunu seçerler. Savunma hakkının kısıtlanması demek zaten avukatın süreç içerisinde baskı altına alınması demektir. Aktarılan tecrübeler sıkıyönetim mahkemeleri, DGM'ler, hatta ihtilal sonrası kurulan sıkıyönetim mahkemeleri de dahil olmak üzere avukatlar üzerinde bugünkü kadar bir baskının olmadığı şeklinde. Baskının tahammül edilmezliğini perçinleyen bir başka husus, sıkıyönetim mahkemelerinin ya da ihtilal dönemi mahkemelerinin geçici olduğunu biliyordunuz. Oysa ÖGM'leri olağan dönemli mahkemeler olarak takdim ettiler.

-Ali İsmail Korkmaz'ın avukatlığını üstlendiniz. Aileden mi talep geldi?

Bizim orada bulunmamız daha ziyade Ali İsmail'in hatırasına duyduğumuz saygıdandır ve bu olayın kamuoyu gündeminde tutulmasını sağlamaya yönelik olacaktır. Ali İsmail'in davasına girmek, bir başka davayla, başka hukuksuzluklarla ilgilenmediğimiz anlamına ise hiçbir şekilde gelmez. Ali İsmail'in davasında abisi avukat Gürkan Korkmaz "girmenizi istiyorum" deyince elbette benim "hayır" demem mümkün değildi.

-AKP eliyle yaratılan bu yargı ve uygulamalar topluma nasıl sirayet ediyor?


Şu anda kapısına herhangi bir tebligat için polis memuru gelen birisinin neler yaşadığını, kalbinin nasıl küt küt attığını bir düşünün. Acaba mesela Almanya'da bir yurttaşın cep telefonuna bir mesaj gelse ve "ben filanca karakoldan arıyorum ya da falanca savcılıkta savcıyım, terör örgütüyle bağlantılı olduğunuza dair deliller var. Biz buna inanmıyoruz ancak bunları tuzağa düşürmek için şu kadar parayı şuraya bırakacaksınız, biz de onları yakalayacağız" dense. Acaba kaç Alman bir savcıdan, bir polisten böyle bir telefonu bekler ve terör örgütü üyesi olmadığını ispatlamak için bir yere para bırakır. Yani bizim insanımız polisin, savcının kendisini durup dururken terör örgütü üyesi olarak suçlayabileceği konusunda tam bir ikna olma hali içinde. Vatandaş niçin terör örgütü üyesi olduğuna dair suçlamalar bulunduğuna inanıveriyor? işte bir şirket yöneticisi, bir işadamının eşi hatta bir ev kadını niçin hemen inanıveriyor? Çünkü adli istatistiklerimize baktığımız zaman dünyanın en çok terörist yetiştiren, en verimli tarlalarına sahibiz sanki. Dünyanın en çok terörist gazetecisi, subayı, öğretim üyesi, avukatı, sendikacısı hep bizde. Bu mesleklere baktığınızda, aslında bu mesleklerin özü itibarıyla siyasi iktidarın işlerini eleştirecek konumda meslekler olduğunu görüyorsunuz. Demek ki siyasi iktidarı eleştiren meslek mensupları sistem tarafından terör örgütü üyesi olarak damgalanıyor. Bu gerçeğin de bilincinde olan yurdum insanı da korkuyla gidiyor yatırıyor parayı.

-Dedeniz Turan Feyzioğlu'nun "mesleğinde zirveye ulaşmadan siyasete atılma" vasiyeti olduğunu biliyoruz. Bir hukuk profesörüsünüz, aynı zamanda TBB Başkanısınız. Yani zirvede sayılırsınız. Düşünüyor musunuz siyasete atılmayı?


O vasiyetin bir de devamı var; "ülkenin şartları mutlak olarak gerekli kılmadıkça girme" demiştir. Ülkenin şartlarının gerekli kılıp kılmadığı tartışılabilir, çeşitli pencerelerden. Ama ben kendi açımdan söylüyorum, şu an görevimin başındayım. Görev ahlakım bulunduğum yeri en iyi şekilde doldurmayı ve en iyi şekilde hizmet etmeyi gerektiriyor ve samimi söylüyorum, bu değerlendirmeleri yapmıyorum. Başkalarının yaptığını biliyorum, pek çok makamla ilgili bana teveccüh gösterildiğini biliyorum. Bir insan evladı olarak tabii ki onur veriyor bu bana. Ama ben bulunduğum yerlerde bir sonraki basamağı -eğer böyle bir basamak varsa- nasıl ulaşırım diye hiç düşünmedim. Bir sonrakini düşünmek yerine, bulunduğum yerdekini nasıl iyi yaparım diye düşündüm, hayat zaten sizin önünüze taşları döşüyor.

-Türkiye'de özellikle muhalefet eden insanlar birbirinden tuhaf davalarla yargılanıyorlar. Bir anda kendilerini bir arada olamayacakları insanlarla birlikte cezaevinde buluyorlar. "Benim başıma da böyle bir şey gelir mi" korkusu yaşıyor musunuz?

Türkiye'de insanların hukuki güvenliği maalesef yok. Sizi temin ederim bir savcıya ya da hakime sorun yargılanmaktan en çok onlar korkuyordur. Çünkü iç yüzünü biliyorlar. Bugün Türkiye'de herkes bir şeylerden çekiniyor. Benim Türkiye için endişem, kendimle ilgili duyabileceğim endişelerin ötesinde. Hukuki güvenlik eksikliği, eşit yurttaşlık noktasındaki derin sorunları, buna bağlı olarak mezhepçiliğin toplumun kılcal damarlarına en yukarıdan enjekte edilmesi, etnik ayrımcılık uygulamaları, buna bağlı olarak etnik milliyetçiliğin yükselişi ve refahın giderek artan bir şekilde adaletsiz dağılımının yarattığı toplumsal baskı, ülkeyi evlatlarımız açısından hızla yaşanamaz ve güvencesiz bir yer haline getiriyor. Bu endişe diğer bütün endişelerin önüne geçiyor. Ben endişeyle yaşayabilen bir insan değilim. Endişenin yaratması beklenen karamsar duyguyu, mücadele ederek aşmayı daha faydalı gördüm. Kendi kendime bu görevi verdim ama geri alma yetkisine de sahip değilim. Çünkü bu görev milyonlarca yurttaşımız tarafından damgalandı, mühürlendi. Artık vazgeçme hakkına da sahip olmadığımı düşünüyorum. Dolayısıyla şahsıma ait olmayıp, milyonlarca insanın ortak kaygılarını dile getiren bir mücadele olduğu için halka emanet olduğumu düşünüyorum.