Tüm dünya Güney yarımküredeki siyasal alt üst oluşlarla meşgul. Gazete sütunları, televizyon ekranları Tunus, Mısır, Yemen, Libya vd halk ayaklanmalarıyla ilgili haber ve yorumlarla dolu. Bunları devrim olarak adlandıranlar da var, reform diyenler de. Demokrasi gelişiyor diye sevinenler de var, bu beklentiyi kuşkuyla karşılayanlar da.  'Tarihin sonu' nu bekleyenler de var, yepyeni bir çığrın hayalini kuranlar da.

Hangi tarafın haklı olduğu zamanla anlaşılacak. Süreklilik kopuş diyalektiği içinde ilerleyen tarihsel süreçte hangi uğrağa demir atılacak zaman gösterecek. Kesin olan tek şey, bir geçiş sürecinden geçmekte olduğumuz. Bu geçişin yönü, içeriği ve temposu şimdilik belirsiz. Değişimin yönü dikey mi olacak yoksa yatay mı? İleriye doğru mu saracak yoksa geriye mi ? Yavaş mı seyredecek yoksa hızlı mı? Umut mu saçacak  yoksa hayal kırıklığı mı? Zamanla öğreneceğiz.

Bu süreç gerçekten öğretici. Örneğin her fırsatta sosyalizme ve devrimcilere söven, bu sözcükleri lugatlarından çıkarmış, işitince tiksinti duyan, bir aşağılama sıfatı olarak kullanan kimi insanların bir anda 'devrimsever' olduklarına tanık olduk. Arap dünyasındaki değişim rüzgarları en çok onlara yaramış olmalı, yeni bir yanlarını keşfettiklerine göre!

Öte yandan bir sürü de kafa bulandıran  durum var. Örneğin Türkiye'nin model ülke olma konusu tam bir muamma. Bunu dillendiren çok sayıda isim var. Ama hiç biri bu modelin ne olduğu, neyi amaçladığı konusunda doğru düzgün bir şey söylemiyor. Bu modeli çok tuttukları ve onunla övünç duydukları kesin de, ne kast edildiği anlaşılmıyor. Örneğin 'ileri demokrasi' ne anlama geliyor? 'Demokrasi' kısmı az çok anlaşılır da 'ileri'si ne oluyor? (Burjuva) demokrasisinin 'geri'si hangisi, 'ileri'si hangisi? Haritada nereye denk düşüyor?  Ölçüm hangi mezurayla yapılıyor? Ölçümü yapan kim? Patenti kime ait?

Sakın bu 'ileri' yakın vadedeki bir momenti imliyor olmasın? Eğer öyleyse yanlış kavram kullanılıyor. Bildiğim kadarıyla bunun doğrusu (literatürdeki adı) 'faşizmin ileri evresi', 'ileri demokrasi' değil.

********

Faşizm uzun erimli bir süreçtir; çeşitli evrelerden geçen, adım adım 'ilerleyen' bir süreç. "Faşizm, sakin bir gökyüzünde birdenbire kopan bir sağanak gibi gelmez" der Poulantzas (Faşizm ve Diktatörlük).  Burjuva düzeninin nasıl faşistleştiğini anlattığı kitabında bir dizi gerici operasyonla  faşist devletin kurum ve aygıtlarının nasıl oluşturulduğunu somut olarak ortaya koyar.

Faşizm denince  akıllarına sadece onun militarist (devlet) formları, SA ve SS gibi paramiliter milis örgütleri, führervari yönetici tipleri  ya da darbeci generaller gelen, demokrasi için sandık ve parlamento ile birden fazla partinin, özgürlükler içinse kendi gibilerin yazma ve konuşma serbestisinin varlığını yeterli görenlerin, 'ileri demokrasi' ya da 'ılımlı islam' benzeri modellerin birer 'faşistleşme' projesi olduğunu anlamaları beklenemez.

Siyasal iktidarın kimliğini, politikaların içeriğine göre değil de, söyleme göre değerlendiren, temsilin niteliği yerine niceliğini önemseyen, çokluğu fetişleştiren, kendilerine dokunmayan yılanın başkalarını sokmasını hiç ama hiç umursamayanlar da bir gün gelip faşizmle yüzleşeceklerdir, eğer tam bir iktidar tutkunu ya da faşistsever değillerse. Bu genellikle sürecin son demlerine denk geldiğinden çok geçtir. Faşizm artık geri dönüşsüz bir noktada ulaşmış, süreci kesintiye uğratacak dinamikler çoktan felç olmuş,  toplumsal aktörlerse ortadan kaldırılmıştır.

İktidara yerleşen faşizmle baş etmek, ölümcül bir hastalıkla boğuşmak kadar zahmetlidir.  Bir ölüm kalım sorunuyla karşı karşıya olduğunu ancak hastalık son evresine girip, kendisini elden ayaktan düşürdüğünde anlayan bir insanın umutsuz çırpınışlarına benzer. Başlarda hayret ve hayal kırıklığı (olamaz!) yaşanır. Bu yerini bir süre sonra inkar (doğru değildir!), öfke ve isyana  (niçin ben?) bırakır.  Ardından çaresizlik ve panik (nasıl atladım? ve şimdi ne olacak?) gelir. Bunu pişmanlık ve suçlulukla (neden daha önce fark etmedim?, neden zamanında önlem almadım?) dolu bir kabulleniş izler.

Oysa süreç farklı gelişebilirdi. Çoğu fiziki hastalıkta olduğu gibi faşizm illeti de belli aşamalardan geçerek ve çeşitli belirtiler göstererek  ilerler. Kişi, sinyalleri algılayamamış, doğru yorumlamamış veya ciddiye almamışsa, sonuçtan kendisi sorumludur. Buna karşılık önemsemiş, ama  ehliyetsiz hekimlere düşmüş  ya da şarlatanlara kapılmışsa, yine kusur kendisindedir.

Toplumsal olaylarda da benzer bir durum geçerlidir. Faşizmin ilk belirtileri kendini gösterdiğinde bunlar ciddiye alınır ve ehliyetli kişilerle onların önerilerine uyulursa, süreç kesintiye uğratılabilir. Uygun bir terapiyle de zamanla iyileşme gerçekleşir.  Buna karşılık yanlış akıl hocalarına takılmışsa, illet de geri dönüşsüz bir yola girer ve telafisi olanaksız sonuçlar doğar. Üstelik bu yanlışın bedelini yalnız kusurlu olanlar değil, tüm toplum ve gelecek kuşaklar da öder. En büyük haksızlık da, bu sonuçta hiç payı olmayan, tersine uyarmak için elinden geleni yapmış olan insanlara yapılmış olur.

Başkalarının aptallık, cehalet, bilinçsizlik, sorumsuzluk, vurdumduymazlık, konformizm, fırsatçılık ve eyyamcılığının  bedelini ne yazık ki onlar öder. Bu yüzden bu kusurları basit insani zaaflar olarak hoş görmemek gerekir. Bu kötülüğe prim vermektir.  Ve daha büyük çaplı kötülüklere zemin hazırlamak demektir. Nitekim faşizm kolektif kötülüğe ihtiyaç duyan bir sistemdir. Topyekün bir akıl tutulması, ahmaklaşma, soysuzlaşma, duyarsızlaşma, vulgarlaşma, sıradanlaşma ve alçaklaşma yaşanmadan, bu tür bir sosyal ve kültür doku oluşmadan faşizm asla kurumsallaşamaz. Sürecin sosyo-politik dinamikleri ise, kitlelerin güven ve istikrar uğruna özgürlükten, siyasal sorumluluk ve etikten ve vazgeçmeleridir. Yoksa süreç kesintisiz işleyemez. Faşizm sorunu değerlendirilirken bu yönü de mutlaka hesaba katılmalıdır.

Haftaya faşizmin siyasal doğası ve gelişimi üzerinde duracağım, sürecin hangi uğrağında olduğumuza dair biraz fikrimiz olsun diye.

 

Tülin Öngen / Birgün