Mahkeme öncesi tutuklu sanıkların bekletildiği polis merkezi nezarethanelerinin bizim 15 yıl öncesi nezarethanelerden farkı yoktu. Kirden gözükmeyen yataklar ve 5-6 metrekarelik hücrelerde 4-5 kişi sıcak havaya rağmen yaşamaya çalışıyorlardı. Nezarethanelerin duvarlarına yazılan yazılar, kir ve pislikten duvar rengi gözükmüyordu. Sanıkların cep telefonlarına izin verildiği için dışarıyla her an rahatlıkla görüşebiliyorlardı.
            Yargılamayı yapan ağır ceza heyeti bizde olduğu gibi başkan, iki üye ve savcıdan oluşuyordu. Savcı yargıçlarla aynı kürsüyü paylaşıyordu. İlginç ayrıntı; yazman görevini yapan kişi mahkeme heyeti ile aynı kürsüde oturuyor olmasıydı. Yazman herhangi bir daktilo ya da bilgisayar kullanmadan yargıcın söylediklerinden kafasına uygun olanları sadece önündeki kâğıda kalem kullanarak not alıyordu. Aynı kürsüyü paylaşan yazman dâhil 5 kişi üniforma giymedikleri için kimin hangi görevi üstlendiklerini anlamak ilk etapta hayli zordu.
            Yargılamaya konu genç çocuk 10 aydır tutuklu bulunmasına rağmen yargıç karşısına ilk defa çıkartılıyordu. Çok kısa olarak tercüman marifetiyle polis tutanaklarını kabul edip etmediği sorulduktan sonra mahkeme duruşmaya ara verdi.5 dakika sonra başka bir yargılamaya devam edildi. Yani alınan dosya bir anda bitirilmeden araya sürekli başka dosyalar alınıyor, karışık şekilde duruşma neticeleri katılanlara tefhim ediliyordu. Sıra tekrar bizim sanığa geldiğinde, bu kez avukatına söz verildi. Avukatlar da cüppe benzeri kıyafet giymeden bizde olduğu gibi kürsünün altında kendilerine ayrılan locada ilgili ilgisiz karışık şekilde oturuyorlardı. Avukat beni tanık olarak dinletmek istediğinde; kürsüye alındığımda önümde iki tane ciltli kitap duruyordu. Hangi inançtan olduğum dahi sorulmadan tercüman olan kişi Kuran-ı Kerim olduğu üzerindeki Arapça harflerden anlaşılan kitaba sağ elimi basarak yemin edeceğimi söyleyince hayli şaşırdım. Kur’an yanında bir de İncil bulunuyordu. Yargılama kürsüsünün arkasında ise Hz. İsa’nın büyük renkli bir fotoğrafı asılıydı. Başka duruşmalarda da aynı şekilde kişinin milliyeti ve taşıdığı isme göre Kur'an ya da İncil’e el bastırılıp yemin ettirilmesi Avrupa birliği toprakları sayılan bir ülkede Laik hukukun olmadığını, dini esaslara göre yargılama yapıldığını dışarıdan bir izleyici hemen gözlemleyebiliyordum.
            Yargılamada mahkeme heyeti üzerinde avukatların ağırlığı hissedilir seviyedeydi. Savcı esas hakkında mütalaasını sözlü olarak ayakta heyete okuduktan sonra heyetin verdiği netice cezaya avukatın değişik itirazlarını ciddiye alıp, heyet duruşmaya ara verip tekrar inceleyerek ceza miktarını biraz daha indiriyordu. Neticede avukatın itirazı olmayınca verilen ceza temyizi kabil olmak üzere kesinleştiriliyordu.
            Asıl kafa karıştıran konu yargıcın, avukatın tanıkların duruşmadaki sözlerinin tamamını kayıt altına alabilecek teknik bir donanım ve desteğin olmamasıydı. Kürsüde oturan yazman sanki kafasına göre bazen notlar alıyordu. Duruşma tutanağı ve hüküm fıkrası avukata verilmediğine göre temyize gidilme durumunda taraflar hukuki durumlarını, ne söyleyip söylemediklerini neyle ispatlayabilecekti? Bu durumu avukatlara sorduğumda kendilerinde duruşma tutanaklarının taraflara verilmesi gibi usulün olmadığını, aksi iddiaları olursa temyiz aşamasında dile getirebileceklerini, temyiz incelemesinin de 2 yıldan önce sonlanmadığını, itirazın da fayda getirmediğini ifade etmeleri beni bir kez daha şaşırtmıştı.
            Ülkemizde aksayan yönlerine rağmen yargılama sürecinde kişinin hukuki hak ve statüsünü önceden bilebilme hakkının daha sağlam usul kurallarına bağlı kılınması, duruşma usulü ve disiplini yönünden, Türk Hukuk uygulamasının Yunanistan'a göre çok daha ileri seviyelerde olduğumuzu tartışmasız ortaya koyuyordu.

18.07.2011
                                                                                                                                              
   Ali ÇAKIR-E.Bakırköy C.SAVCISI