Hukukun çözemediği ya da toplumsal vicdanın kendi içinde bile yeterince tartışmadığı bir meseleye sinema çare bulur mu? Yönetmenine ve probleme yaklaşımına bağlı olarak bulabilir elbette. Festival takviminin ‘Ulusal yarışma’ bölümündeki beşinci film olan Ersin Kana imzalı ‘Hile Yolu’, kendine işte böylesi bir misyon ve yol seçmişti amma velakin ortaya çıkan yapıtın pek doyurucu olduğunu söylemek pek mümkün değil. Hrant Dink cinayeti ekseninde, ‘Derin devlet’teki yapılanmayı ve bu yapı içinde kiralık katil gibi kullanılanların vakti zamanı gelince, sistem dışına nasıl itildiklerini anlatan film, Amerikan sinemasının bu türüne ait trüklere sırtını dayayan bir çalışma olmuş. İki katilin ekseninde gelişen olaylar zincirinde arka planda Dink’in gerçek görüntülerini kullanan, Rahip Santoro ve Zirve Yayınevi gibi cinayetlere de çağrışımlarla değinen ‘Hile Yolu’, daha çok TV filmi havasındaydı. 

Güneydoğu ’da askerliğini yaparken komutanının gözüne girmiş, terhis sonrası da bu göze girmenin mükâfatı olarak kendisini ‘Derin devlet’in hizmetine sunmuş olan Korhan’la yardımcısı Murat, ‘Paşa’dan (kendisi ‘1 numara’ mı bilinmez ama) aldıkları emirler doğrultusunda ‘Sistem’e zarar verenleri yoldan temizlerken çok geçmeden sıranın kendilerine de geldiğini anlayacaklardır. “Biz her eve lazımız”, “Onlar ölüyor, ben yaşıyorum”, “Bizim güvenecek kimsemiz olmayacak mı?” türünden ‘Derin devlet’ didişmesi içinde hâkim jargondan pasajlar sunan filmin hukuk sistemimizin, “Kusura bakmayın, cinayetin ardından bir örgüt bulamadık, daha doğrusu var ama biz çıkartmayı başaramadık” dediği Dink katliamına bir kez daha dikkatleri çekmeye çabalaması önemli. Fakat gösterim sonrası birçok eleştirmen arkadaşımın haklı olarak altını çizdiği gibi, “Ee, bu katillerin de problemi varmış ve bunları gördük de ne oldu?” meselesi de önemli. Keşke film meseleye elini değdirmişken ‘Derin devlet’e daha derin bir şekilde parmak bassaydı. 
Bense kendisine, “Paşa şimdilerde ne yapıyordur?” sorusunu yönelttim. “Uzlaştı ve böylece içeriye girmedi” dedi. Zaten yaşadığımız dönemin ikna edici olmayan yanlarından biri de bu, Dink cinayeti bir ‘İleri demokrasi’ ülkesinde işlendi ve buna rağmen cinayetin aydınlatılması yolunda hiçbir ilerleme kaydedilemedi.

 

Fenerbahçe meselesi 
Filmde bir de Yoğurtçu Parkı’nda geçen ve Paşa’yla Korhan arasındaki diyaloglarda, “Bizim takım ne yapıyor?”, “Takımı ‘Dede’ye emanet ettiler”, “Locada generallerle maç seyrediyorum” türünden ifadelerin yer aldığı bir bölüm var. Yönetmen Kana, basın toplantısına katılmayınca soruları yanıtlayan Hakan Alak’a “Fenerbahçe’yi niye böyle bir işin içine soktunuz?” sorusunu sordum. Cevabı, “Kıvrak cevaplar vermeye gerek yok. Filmi Yoğurtçu Parkı’nda çektik. Dolmabahçe’de filmi çekseydik İnönü Stadı’nı kullanırdık. Orada hiçbir sorun yok. Eğer bir anlam yüklemek istiyorsanız, ‘evet, maçı protokolde izleyen, yönetimde yer alan emekli generaller var. Bunun göndermesi bu. Aziz Yıldırımdeğil yani...” oldu. Son olarak Ozan Bilen, Serkan Yakan ve Mazlum Kiper’in oyunculuklarının etkileyici olduğunu belirtmeliyim. 
Günün ve festivalin en çok beklenen filmi ise ‘Küf’tü. Çünkü Venedik’ten ‘Geleceğin Aslan’ı’ ödülüyle dönmüş ve sahaya rakiplerinden farklı olarak böylesi bir destekle çıkıyordu. Evet, gerçekten de kayda değer bir film ‘Küf’. Ama açıkçası beklediğim ölçüde çarpıcı değil. Doğumundan beri ölümle bir meselesi olan ama her randevudan Azrail’i atlatarak ayrılan Basri, demiryollarında yol bekçisi olarak çalışan kendine özgü bir taşralıdır. Lakin İstanbul ’a üniversite okusun diye gönderdiği oğlu, günün birinde devlete karşı suç işlediği için gözaltına alınmış ve ardından kendisinden bir daha haber alamamıştır. Sonrasında karısını da kaybeden Basri, iyiden iyiye içine kapanır. Ama bıkmaz usanmaz, her ayın başında ve ortasında devlete “Bana oğlumun ölüsünü ya da dirisini verin” dilekçeleri yazar. Zaman zaman karakola çağrılır, bu işten vazgeçmesi öğütlenir, emniyet müdürleri değişir vs. ama Basri’nin arayışı bitmez. Belki bir haber alır diye de yanından radyosunu eksik etmez. Demiryolunda birlikte çalıştığı Cemil’in kaçamağına istemeden şahit olmasıyla başlayan süreçte kendi dertlerinin dışında başka bir belayla da muhatap olmak durumunda kalacaktır.

‘Missing’le uzak akraba 
‘Küf’, bana fazla kusursuz olma çabasıyla yüklü, kendini kasan ve bundan dolayı belki istemeden de olsa araya mesafe koyan bir filmmiş gibi geldi. Ayrıca anlatımdaki Nuri Bilge etkileri de çok açıktı. Bunda elbette bir problem yok, ama filmde Ercan Kesal ve Muhammet Uzuner gibi oyuncuları da izleyince, ister istemez zihinde ‘Bir Zamanlar Anadolu ’da’ çağrışımları oluyor ve bu da filmin dezavantajına dönüşüyor. Yönetmen Ali Aydın, “Kayıplar meselesine bugüne kadar hep siyasi olarak bakıldı, biz insani olarak da bakmayı düşündük” diyor. Bence siyasi bakmakta bir problem yok, zaten mesele siyasi. Üstelik geride kalan olarak insani bakmak meselesine girmeden siyasileşmek zorunda kalıyorsunuz. Basri belki yapı itibarıyle yalnızlaşmayı seçen bir karakter ya da filmin kurgusu içinde öyle duruyor. Oysa örgütlenmesi belki hem acısını azaltacak hem de bu devletin sadece kendi oğluna değil birçok oğula aynı zulmü yaptığını anlayacak ve yalnızlığını bir nebze giderecek. Ama film böyle de kabulümüz. Uzuner’in canlandırdığı polis şefi ise evet etkileyici ama bir yanıyla da Leman dergisinde bir zamanlar Derya Sayın’ın çizdiği ‘Denize bakıp suskunluğuyla karizma yapan tiplemeler’e benziyor. Hoş Uzuner, rolüyle ilgili basın toplantısında “Öyküde sanki devlet, vicdan azabını benim tiplemem üzerinden halletmeye çalışıyordu” yorumunda bulundu ve bu yaklaşım da bana zekice ve mantıklı geldi. Sonuç, Costa Gavras’ın ‘Missing’iyle uzak akraba olan ‘Küf’ bu yılki Portakal’ın da iddialı yapımlarından ama benim beklentim daha yüksekti. Basri rolünde Ercan Kesal ‘En iyi erkek’in, Cemil rolünde de Tansu Biçer, ‘En iyi yardımcı erkek’in favorilerinden.
RADİKAL