Kerem Çalışkan - Kamuoyunda halen bütün ağırlığı ile tartışılan Balyoz davasını, Türkiye'nin önde gelen ceza hukukçularından Prof. Köksal Bayraktar ile konuştuk.

Prof. Bayraktar, Balyoz'da ve Ergenekon'da Emekli Korgeneral Mehmet Otuzbiroğlu'nun, Ergenekon'da Hurşit Tolon ve Mehmet Haberal'ın da avukatı. Bir süre GS Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı da yapmış olan Prof. Bayraktar, halen Yeditepe Üniversitesi'nde hukuk derslerini sürdürüyor. Binlerce hukuk öğrencisi, avukat yetiştirmiş ve birçok akademik esere imza atmış olan Prof. Bayraktar hukuk camiasında adı saygıyla anılan bir isim.

Sayın Köksal Bayraktar, Balyoz davasının Yargıtay tarafından onanmasını, Cumhuriyet'e yazdığınız akademik bir makale ile de eleştirdiniz. Bu karar hakkındaki görüşlerinizi özetle söyleyebilir misiniz?
Şunları söylemek mümkün. Yargıtay hukuk ilkeleri açısından hatalı bir karar vermiştir. Bu üzücü ve hayal kırıklığı yaratan bir durumdur. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, sanıkları mahkûm ederken "darbe" suçundan yola çıkarak, "hazırlık" aşaması ile "eylem" aşamasını birbirine karıştıran bir karara imza atmıştır. Günümüz hukuk prensipleri açısından bu mümkün değildir. Kaldı ki Balyoz'da "hazırlık" aşaması denilen olgu da çok tartışmalıdır. Bu konuda kanıt olarak kabul edilen dijital delillerde sayısız çelişki ve hata vardır. Yargıtay bunları incelemeyi ve araştırmayı da reddederek, hukuk açısından 'yaralayıcı' bir tutum takınmıştır.

Peki sizce Yargıtay hangi mantıkla ve neye göre karar verdi?
Yargıtay'ın kararını şu örnekle anlatmak mümkün. 100 yıl önce dünya hukukçuları arasında tartışılan bir kavram vardı. "İradi suç" denirdi. Örneğin, Paris'teki bir kişiyi öldürmek için Varşova'dan tabanca satın alan ve Varşova'dan trene binen bir kişiyi cezalandırır mısınız? Bu soruya 1910'larda, yani 100 yıl önce "Evet cezalandırırım! Çünkü bu iradi suç işlemiştir, cinayet suçudur" diye cevap veren bazı İtalyan hukukçular vardı. Günümüzde bu anlayış eskimiş ve aşılmıştır.
Artık her olayda üç aşama yani "hazırlık, teşebbüs ve eylem" aşamaları hukuk bakımından ayrı ayrı incelenmekte ve ancak "eylem" veya "yakın girişim" aşamaları cezalandırılmaktadır. Günümüzde Avrupa'da ve dünyada, çağdaş hukukta temel olan yaklaşım budur. Hazırlık aşaması, eylem gibi cezalandırılamaz. Hukukta günümüzde bu öğretilir. Ama Yargıtay'ın Balyoz'da uyguladığı cezalandırma, adeta 100 yıl öncesinin "iradi suç" kavramına dayalı bir uygulama olmuştur.

Sayın Bayraktar, bunu herkesin anlayacağı bir şekilde açabilir misiniz?
Daha basit bir tanımla şöyle anlatayım: Sanıklar 'cinayet işleme niyetleri veya hazırlıkları' bile tartışmalı iken çünkü ortaya sürülen dijital deliller kuşkuludur, ortada bir 'cinayet' veya 'cinayet girişimi' bile yokken, 'katil' diye cezalandırılmışlardır. Balyoz'da durum budur. Hukuk ilkeleri açısından itirazımız ve üzüntümüz bundandır.

Yargıtay'ın incelemediği dijital delillerden çok söz edildi. Bu konuda ne diyorsunuz?
Evet, bu konuda sanık avukatlarının gündeme getirdiği binlerce çelişki ve tutarsızlık var. Bizim takip ettiğimiz davaya ilişkin iki örnek vereyim: Birincisi, iddia edilen delilde "Bursa Deniz Hastanesi" deniyor. Diyoruz ki hakime, aynen ben burada konuştuğum gibi konuşuyorken heyecanlanıyorum, ''Efendim, Bursa'da nasıl deniz hastanesi olur? Bursa'da deniz yok ki?'' diye... Hakim 'Adam sen konuşmaya devam et' diyor.''

İkinci örnek şu: Askeri yazışmalar bildiğiniz gibi çok katı kurallara bağlıdır. Yazışmada bunun dışına çıkılamaz. Askeri yazışmalarda 2007 öncesine kadar "özet formu" terimi kullanılıyor. 2007'den itibaren "Bilgilendirme Notu" terimi kullanılıyor. Şimdi 2003'te yazıldığı iddia edilen belgede "Bilgilendirme Notu" terimi kullanılmış. Çok açık ki bu belge 2007 sonrası oluşturulmuş veya üzerinde oynanmış. Mahkemeye bunu söylüyoruz. Dikkate almıyorlar! Bunun gibi sayısız örnek var. Windows'un kullanılan yazılım programının 2003'ten sonra ortaya çıkmış olması dahil, toplam 5 bine yakın bu tür çelişki var.

Neredeyse tüm yaşamını hukuka adamış bir insan olarak bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?
Ben şunu düşündüm. Türkiye'nin nice değerli evladı kırıldı. Tıpkı bir savaştaki kırım gibi. Yassıada'dan sonra, 12 Eylül'de de, 12 Mart'ta da insanlar kırılmıştır. Genç insanlar o zaman kırılmıştır. Ama burada; Türkiye Cumhuriyeti devletinin yaşayışına hükmetmiş, yaşayışında çok önemli rolleri üstelenmiş olan insanlar kırıldı. Bunun karşısında ben açıkçası üzüldüm. Büyük bir düş kırıklığına uğradım. Kendime göre Türkiye'de bir dönemin kapandığını ya da kapatıldığını bizzat gördüm.

Hangi dönemin?
Laik Türkiye Cumhuriyeti döneminin perdesinin kapatılmaya çalışıldığını gördüm. Hukuk açısından ise, onu itiraf edeyim; ben daima hukuka büyük saygı duyan bir insanım. Benim içimde daima bir hukuk ümidi vardır. Ta ki tasdik kararı gelinceye karar böyle yaşadım. Ergenekon'da da mahkûmiyet kararının ifade edilebildiği dakikaya kadar hep ümit içerisinde yaşadım. Dedik ki; ''Hayır olamaz! Hazırlık hareketiyle bu tür eylemlerle insanlar cezalandırılamaz.'' Ama onu görünce işte düş kırıklılığına uğradım. Bana göre bu ''Türkiye'de bir yerde hukukun yenilmesidir.''

Kime yenilmesidir?
Siyasi iktidara yenilmesidir. İçinde yaşadığımız şu ya da bu günlere yenilmesidir. Hukuk yenilmiştir...
Toplum ve Türkiye açısından hukukun yenilmesi ne anlama geliyor? İnsanlarda ve toplumda hukukun yenilmesi nasıl bir etki yaratacaktır?
Yaratacağı etkilerden birincisi: İnsanlar hukuka bence gittikçe daha az inanacaktır. Bu, kaosu, kargaşayı beraberinde getirecektir. Bunlar çok vahim olaylar.

Peki iktidarlar açısından, yönetim açısından ne anlama gelir.
Tabii böyle bir ülkenin yönetilmesi çok daha zor olur.

İÇİMİZDEKİ 'UMUT KUYUSU'NUN DİBİNİ KAZIYORUZ
Hala hukuk bakımından bir beklentiniz var mı?

Fransız yazar Andre Malraux'un dediği gibi "Her insanın içinde bir umut kuyusu vardır." Malraux, bunu Altenburg'un Ceviz Ağaçları kitabında çarpıcı biçimde anlatır. Esir kampındaki savaş esirleri, yakınlarına iletileceği inancı ile mektup yazarlar. Dışarda, bahçede böyle yazılmış yüzlerce kağıt rüzgarda uçuşmasına rağmen, hâlâ bir umutla mektup yazmaya devam ederler... Şimdi biz de, Balyoz'da Yargıtay kararı sonrası biraz o duruma geldik. Içimizdeki 'umut kuyusu'nun dibini kazıyoruz... Biraz su var mı hâlâ diye...

Savaş esirleri benzetmeniz çarpıcı. Balyoz'dakiler de kendilerini zaten böyle görüyor. Peki hukuken başka ne gibi yollar kalıyor geriye?
Hukuk açısından üç girişim daha yapacağız. Önce Yargıtay Başsavcısı'na Balyoz davasını Yargıtay Genel Kurulu'na götürmesi için başvuracağız. Ikinci olarak Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkını kullanacağız. Üçüncü olarak, o son yer olarak görünüyor, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) gideceğiz.

Bekliyor musununuz Anayasa Mahkemesi'nden hukuk hatalarını düzeltecek bir sonuç?
Ümit ediyorum... Çok saçma gelebilir ama ümit ediyorum.

AİHM’den bir beklentiniz var mı?
Yine az önce söylediğim gibi; ''Yine de bu ümit devam ediyor.'' Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yine bir şeyler ümit ederek gideceğim. Aksi halde yaşamanın bir anlamı yok! Burada bir hikaye var. Ergenekon'da da anlattım bunu.

Prof. Köksal Bayraktar kimdir?
Ceza Hukukçusu Prof. Köksal Bayraktar, 1941’de Bandırma’da doğdu. 1961’de Galatasaray Lisesi’nden mezun oldu. 1965’te İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi ve aynı fakülte Ceza Hukuku alanında asistan, 1971’de doktor, 1975’de doçent, 1981’de profesör oldu. 1999 yılında Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim kadrosuna girdi. 2005-2007 yılları arasında aynı fakültenin dekanlığını yaptı. Şu anda Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde hukuk dersleri vermekte. Bayraktar, akademik hayatında birçok kitap ve bilimsel çalışmanın yazarı oldu. "Hekimin tedavi nedeni ile cezai sorumluluğu”, “Suç işlemeye tahrik”, "Siyasal suç”, “Doğum kontrolünün ortaya koyduğu hukuki problemler ve çözüm yolları”,”Türk Hukuk Bibliyografyası”, “İçtihatlar külliyatı”, ”Hukukun Üstünlüğü” Bayraktar’ın doğrudan ya da ortaklaşa yazdığı bazı eserleridir. Bilimsel makaleler ile dergi ve gazete yazıları diğer çalışmalarını oluşturmaktadır.

BALYOZ DAVASI NEDİR?
Türkiye'nin vicdanını kanatan bir "hukuk yarası" var: Balyoz davası. Özel Yetkili Mahkeme'nin (ÖYM) verdiği kararları Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin onaması bu yarayı tümüyle gözler önüne serdi.
Balyoz davası 2010 yılında Taraf Gazetesi’nden Mehmet Baransu'ya bırakılan bir bavul dosyanın savcılığa teslimi ile başladı. Savcılık bu dosyalar üzerinden 2003'te İstanbul 1. Ordu'da yapılan bir seminerin aslında darbe planı olduğu gerekçesi ile “hükümeti devirmeye teşebbüsten” 365 emekli ve muvazzaf asker hakkında dava açtı. 3 yıl süren yargılamada Özel Yetkili Mahkeme'nin (ÖYM) verdiği kararların bir kısmını bozan Yargıtay 9. Ceza Dairesi büyük bölümünü onadı.
Balyoz davasında 237 asker "darbe yapacağı, hükümeti devireceği" gerekçesi ile 18 yıla varan çeşitli cezalara çarptırıldı. Şu anda büyük çoğunluğu cezaevinde.

Balyoz'da ağırlıklı olarak denizci ve havacı subayların ceza aldığı, karacıların ise daha az sayıda olduğu gözlendi. Bu da Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel'in kendisi ile daha önce çalışan karacı subayları kurtardığı, ancak denizci ve havacıları yaktığı iddialarına yolaçtı.

 

yurtgazetesi