Açık ki bu iki argüman; “Hükümet El Kaidecilere destek veriyor, Erdoğan da basını susturmak isteyen bir diktatör” mealine geliyor ve Avrupa, aslında daha çok ABD’nin sinir uçlarına ulaşmayı hedefliyor.

Basın özgürlüğü ve İslami terör gibi modern Batı’nın bam teli olan iki konuya dokunduğunuz anda ses almamanız elbette söz konusu değil. Bu manzaraya, Erdoğan’ın müdanasız ve sorgulayıcı tavırlarıyla; Batılı devletler nezdinde, çeşitli gerekçelerle taş taş üstüne konularak oluşturulmuş “otoriterleşme” imajını eklediğinizde; 14 Aralık operasyonuna Batı’dan gelen basın özgürlüğü tepkileri anlaşılır oluyor.

Anlaşılır ama kabul edilebilir değil, haklı hiç değil.

Çünkü, Türkiye’deki siyasi kültürün tarihini ve bu tarihle bağlantılı dinamiklerini; bu toplumun sembollerinden, kurumlarına, toplumsal yaşamını düzenlediği ilişkilerine kadar antropolojisini bilmeden; üst perdeden yaptığınız her didaktik uyarının adı nominalizm olur, mesajınızın muhatabı da sizi ciddiye almaz. Şimdi olduğu gibi.

Bunu geçelim. Zira, milli olma, yerli olma, Anadolu topraklarından olma iddiasında bulunan; yıllarca Türkçe olimpiyatları düzenleyen; hatta yurtdışındaki okul müfredatlarında Türkçe dersi bulunması nedeniyle Kemalist-solcular tarafından kültürel sömürgecilikle bile suçlanan cemaatin; İngilizce tweetleri; İngilizce döviz ve pankartları bence daha eğlenceli.

Nasıl bir yerlilikse bu; global otoritelere boynu kıldan inceyken, yerel otoriteye başkaldırıyor; yetmiyor, o otoriteyi Saddam’ın sonuyla korkutuyor. Hatırlarsınız, Saddam’ı bir bayram sabahı asan da global otoritenin başı olan ABD’ydi. Yakışır.

El Kaidecilik suçlamasına gelince; Tahşiyeciler, El Kaide’nin eylemlerini terör olarak adlandırmıyor olabilir; Bin Ladin’e sempati besliyor bile olabilir (ki bu iddiayı kesin bir dille reddediyorlar); ama öyle bile olsa şiddete başvurmadıkları sürece bu onları hukuken suçlu yapmaz. Ama Tahşiyecilerin evinde “bulunan” bombayla, Ergenekon operasyonları sırasında “ele geçirilen” bombanın seri numaraları aynı çıkarsa; bu hem Ergenekon operasyonlarını yapan polisleri ve onlara operasyon emri verenleri, hem de Tahşiye operasyoncularını en iyimser yorumla zan altında bırakır. Ama aslında bunun Türkçesi, devletin sağladığı yetki ve imkanlarla masum vatandaşa kumpas/komplo kurmaktır ve apaçık bir suçtur. Üstelik bırakın ortaya çıkarılan delilleri, polislerin çelişkili ifadeleri bile bu konudaki zannın kanaate dönüşmesi için yeterlidir. Cemaatçiler başlarını “hırsızlık” adlı döne döne okudukları ezbere gömdükleri için görmüyor olsa da, bu artık ortak kanaattir. 

Silah nedir ki hem; bürokratik pozisyonunun imkanlarını grup çıkarlarını korumak için seçilmişlere yöneltmek, silah değil midir? Alt edilmek istenen grup ya da bireylere hukuk aracılığıyla tertip düzenlemek hangi tür ve kimin “rıza”sını kazanmaya yönelik bir ‘hizmet’tir? Sorular çoğaltılabilir.

Ama şurası mühim. Basın özgür olmalıdır tabii; kumpasçılıkta üstüne düşen rolü yerine getirmiyorsa. Gülen’in sohbetinde adları anılmış, STV dizilerinde hedef gösterilmiş, Zaman’da haberlere konu olmuş insanlar; hiç de kurgu olmayan, hiç de senaryo olmayan, gerçek bir operasyona maruz kaldıysa; buna artık “sohbettir, dizidir, haberdir, özgür olmalıdır” denip geçilebilir mi? Hukukun kendisi bir suç manivelasına dönüştüyse; grup çıkarlarını canlarından üstün tutan bir cemaatin yayın organlarının tek yaptığının özgür habercilik olduğu ileri sürülebilir mi?

Sanmıyorum.




Yeni Şafak