Türkiye, henüz eski yaraları sarmadan üzerlerine yenilerini ekleyen bir ülke. Üstelik zamanında kapatılmayan yaralar, borçlar, hesaplar; ne derseniz deyin sonrasında adeta bir çığ gibi büyüyor ve bu durum, her konuda bir kamplaşmanın tezahürü olarak önümüze çıkıyor. 2009’da aramızdan ayrılan Türkan Saylan da, böylesi bir hesaplaşmanın parçası haline getirmiş önemli figürlerimizden. Tıp okudu, hayatını cüzzamla savaşa vakfetti, herkese yardım elini uzattı, bir tür bizim Dr. Albert Schweitzer’imiz oldu, belki de daha öte noktalara uzandı, bir tür ‘Azize’ mertebesine erişti. Hayatın garip bir cilvesi, onca insana şifa dağıtan bu insanın kapısını da kanser çaldı, 17 sene hastalıkla mücadele etti ama iki yıl önce, 18 Mayıs’ta yenik düştü. Terk-i diyar eylediğinde 74 yaşındaydı Türkan Saylan. Ama giderayak acısına acı katan bir başka büyük yara daha aldı ruhu ve bedeni. 13 Nisan 2009’da, Ergenekon soruşturması kapsamında evi basıldı, arandı, bir nevi ‘suçlu’ ilan edildi. Saylan, aynı zamanda Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin kurucularındandı ve uzun bir süre genel başkanlığını üstlenmişti. Anadolu’nun çeşitli yörelerinden okumaya muhtaç kızlara yardım elini uzatıyordu. Kendi açıklamasına göre, onların Ortaçağın karanlığından kurtulmaları, eğitimli, kendi kararlarını kendileri veren özgür bireyler olmaları için çabalıyordu.
Ölümünden sonra hayat hikâyesi bir televizyon dizisine dönüştürüldü. Yönetmen Cemal Şan, Saylan’ın gençlik yıllarından başlayarak yaşamından kimi kesitleri aktardı dizi boyunca. Kanal D’deki bu serüven 26 bölüm sürdü. Dizi, nisan başında ekranlara veda ederken Şan, bu kez Saylan’ın son günlerini konu alan bir Türkan’ adlı filmle karşımıza çıkıyor. 

Tarumar edilen evler ve hayatlar
‘Türkan’, Saylan’ın son günlerine odaklanıyor. Bir anlamda, dizinin uzun finali belki de. Senaryosunu Oya Yüce ve Ayça Mutlugil’in, Ayşe Kulin’in ‘Tek ve Tek Başına Türkan’ adlı romanından esinlenerek ortaklaşa kaleme aldıkları yapımda hikâye Saylan’ın Almanya’daki oğlu Çınar ve torunu Timur’un kendisini ziyarete gelmeleri beklerken başlıyor. Lakin, evinin kapısını bambaşka konuklar çalıyor. Ergenekon soruşturması kapsamında ÇYDD yöneticileri gözaltına alınırken Saylan’ın evi de ‘derinlemesine’ aranıyor, kitaplar, eşyalar didiklenirken ortalık bir güzel tarumar ediliyor. Sonrasında polisler haneden ayrılırken, film de yaşlı kadının son günlerine odaklanıyor. O artık ölümün yaklaştığını hissetse de, 2 Mayıs akşamı, ÇYDD’nin 20. yıl kutlamalarına katılabilmek, gece dolayısıyla bilet satabilmek ve elde edilen gelirlerle daha çok ‘Kardelen’ okutabilmek için ayakta kalması gerektiğine inanıyor…
Film, bir yandan Saylan’ın son günlerinden önemli ayrıntılara eğilirken babası tarafından zorla evlendirilmek isterken okumak için evini terk eden Zehra’nın hikâyesini de paralel bir şekilde perdeye taşıyor. Şan, özellikle girişte etkileyici sahneler yakalamış. Saylan’ın evine yapılan baskında, polis memurlarının yaşadığı ikilem ve acziyet, çok iyi ifade edilmiş. Arama yapan ekibin toptan yaşadığı, “Ne işlerle uğraşıyoruz?” psikolojisi başarıyla yansıtılmış. Sonrasında film, daha sakin bir yapıya oturuyor, Saylan’ın hastane ziyareti, oğullarıyla hesaplaşma gibi bölümlerde, duygusal tonaj yükseliyor ve el mahkum, gözyaşlarınız akıp gidiveriyor. 

Kim haklı, kim haksız?
Malum, Türkiye Ergenekon soruşturması sürecini hali hazırda yaşıyor. Kim kurt, kim kuzu, kim suçlu, kim suçsuz; halen anlayamadık. Hukuk sisteminin hantallığı mı desek, geçmişin acı çekenlerinin şimdi acı çektirenlere dönüşmesi mi bilmiyorum ama kafalar karışık ve henüz gerçek yolunda, herkesi ikna edecek adımlar atılmış durumda değil. ‘Türkan’, bu sisli ve puslu ortamda, döneme erken müdahale sayılabilecek bir hamlenin ürünü. Ama yönetmen ve senaristleri, siyasal açıdan bir tavır belirlemekten çok, Türkan Saylan gibi bir kişiliğinin “Bu sonu hak etmedi” dedirten final yürüyüşüne dikkat çekmeyi yeğlemişler. Filmde, ölümle hesaplaşma var, herkesin annesi olup da belki de bu yüzden kendi oğullarını ihmal etmek durumunda kalan bir annenin dramı var, bir doktorun hastalarına gerçek anlamda vedası var… Var da var.
Peki ‘Türkan’ sinematografik açıdan nasıl değerlendirilmeli? Evet, ortada büyük bir sinema yapıtı yok ama derdini sakince, usturuplu, ölçülü, serinkanlı anlatabilmiş, ajitatif olma tuzağından uzak durabilmiş bir film var. Yapımın kendine özgü bir ‘misyon’ taşıdığı da muhakkak. Kişisel kanım, bu misyonun üstesinden geldiği yönünde. Bir de şu noktanın altını çizmek istiyorum; ‘Türkan’ı izlerken nedense Said-i Nursi’nin hayatını anlatan ‘Hür Adam’ aklıma geldi. Mehmet Tanrısever’in yapıtı da benzer şekilde haksızlığa uğradığını inanılan bir başka Cumhuriyet dönemi figürüne odaklanmıştı. Ne var ki Tanrısever, cesur bir çabaya soyunmuş ama filmini, sinematografik açıdan çok de etkileyici bir işe dönüştürememişti. Üstelik ele aldığı kişiliği, insandan çok ‘ermiş’ gibi sunmuştu. Böylesi bir kıyaslama düzleminde ‘Türkan’ daha insani özellikler barındırıyor ve duygusal açıdan, seyircisini daha kolay ele geçirme gücüne sahip. Kim bilir, belki de ileride bu iki önemli toplumsal figüre, daha güçlü filmlerle dönme imkânımız olur. Neyse, bu da farklı bir tartışma konusu.
Toparlarsak başta Saylan’ı canlandıran Rüçhan Çalışkur’un takdire şayan performansı (sanatçının, önümüzdeki sezonki tüm yarışmalarda ‘En iyi kadın oyuncu’nun öncelikli adaylarından biri olacağı aşikâr) olmak üzere Ragıp Savaş, Tardu Flordun, Beyza Şekerci, Uğur Demirpehlivan ve ara rollerdeki onlarca isim; her biri gayet iyi oynamışlar.

Radikal