Prof. Dr. Ersan Şen

Basında Yargısız İnfazlar

Haber verme ve alma hakkının maksat ve sınırları aşılarak; suçlanmadan, mahkemece yargılanmadan ve suçluluğu kesinleşmeden açık veya örtülü olarak bir insanın “suçlu” ilan edilmesi, “suçlu” gösterilmeye çalışılması, bu doğrultuda kamuoyunun yönlendirilmesi, önyargı oluşmasını sağlamaya elverişli ve/veya dürüst yargılamayı etkilemeye teşebbüs amacı içeren her türlü yayın ve yayıma “basında yargısız infaz” denir.

Anayasa m.28/1’e göre; “Basın hürdür, sansür edilemez”. Ancak bu maddenin 2. fıkrasının Anayasa m.26/2’ye yaptığı atıf nedeniyle, başkalarının haklarının korunması ve yargılama görevinin gereğinin yerine getirilmesi amaçları ile basın hürriyetinin sınırlanabilmesi mümkündür.

Anayasa m.38/4’e göre, “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz”.

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.6/2’ye göre; “Bir suçla itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır”.

Böylece, suçsuzluk/masumiyet karinesinin güvencesi altında soruşturulan veya kovuşturulan şüpheli veya sanığın suçlu ilan edilmesi, gösterilmesi, haber verme - alma hakkı ve basın hürriyeti gerekçe gösterilerek yargılanan bir kişinin suçlu olduğu algısını oluşturacak şekilde yayın ve yayım yapılması hukuka aykırıdır. Hak ve hürriyetler çatışmasında, suçsuzluk/masumiyet karinesi, ifade hürriyetine göre bir adım öndedir. Soruşturmanın gizliliğini ve bu gizlilikle gözetilen amaç ile yargılananın masumiyet/suçsuzluk hakkına zarar vermeden haber hazırlamak, yayın ve yayımını yapmak mümkündür. Ancak habercilik adı altında bilerek veya bilmeyerek şüpheli veya sanığın, suçsuzluk ve masumiyet karinesinin kamu görevlileri ve basın mensupları tarafından hiçe sayılması kabul edilemez. Bu noktada birey yararı kamu yararından önde kabul edilmeli ve korunmalıdır. Aksi halde, yargısız infazlar nedeniyle insanlar suçlu ilan edilip daha yargılama bitmeden mahkum edilebilmekte ve sahip oldukları suçsuzluk/masumiyet karineleri kağıt üzerinde kalmaktadır.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi İkinci Dairesi 25.07.2013 tarihli Çetinkaya - Türkiye kararında; ifade özgürlüğünün mutlak bir hak olmadığını, özellikle başkasının hakları ve itibari dikkate alınarak basının bazı sınırları aşmaması gerektiğini kabul ederek (İHAM Büyük Dairesi’nin 20.05.1999 tarihli Bladet Tromso ve Stensaas - Norveç ile 16.06.2015 tarihli Delfi As - Estonya kararları), başvurucu hakkında herhangi bir yoruma yer bırakmayacak şekilde “uluslararası uyuşturucu kaçakçısı” tabiriyle yapılan bir nitelendirmenin toplumu, başvuranın suçlu olduğu yönünde inandıracak nitelikte olduğu, suçsuzluk/masumiyet karinesine aykırı olarak yetkili hakimlerin yargılamaya konu eylemleri değerlendirirken önyargılı davranmalarına neden olduğunu ifade etmiştir. Bu ifade, herhangi bir yoruma yer bırakmayacak şekilde bazı gazeteciler tarafından aynen ele alınıp yayımlanmıştır. Gazetelerde; “Şimdiye kadar yapılmış en büyük baskın sözkonusudur. Sivrisinekleri kovalamakla yetinmedik, aynı zamanda bataklıkları kurutmak için de çabaladık.”, başvuranın tarif etmek için “uyuşturucu kaçakçısı”, uluslararası uyuşturucu kaçakçısı” tabirlerinin kullanıldığı ve basın toplantısı sırasında İstanbul Valisi’nin kaçakçılara huzur vermeme konusunda kararlı olan polislere saygı duyduğuna dair sözlerine yer verildiği anlaşılmaktadır.

Burada mesele; yargılanan kişinin suçlu olup olmadığı, aleyhinde toplanan delillerin kuvveti, tutuklanması, mahkum edilme ihtimalinin yüksekliği ve suça işlemiş olabileceğine dair kolluğun ve savcının sahip olduğu inanç ve toplumda bu konuda mevcut olan algı değildir. Mesele, şüpheli veya sanığın dürüst yargılanma hakkının korunması, “hukuk devleti” ilkesine uygun olarak ve suçsuzluk/masumiyet karinesi gözetilmek suretiyle önyargısız yargılanacağına ve yargılandığına dair yargılanan kişinin ve toplumun sahip olduğu inanç, yargıya duyduğu güvendir. Kolluk ve savcılık makamının görevlerinden kaynaklanan yetkilerini kullanıp başlatılan soruşturma sürecinde şüpheli ve delillere ulaşması, mesleki olarak takdire şayan bir konu olabilir, ancak bu husus yargılamanın başında ve sırasında şüpheli ve sanığın “suçlu” gösterilmesini ve ilan edilmesi haklı kılmaz.

İHAM İkinci Dairesi’nin 08.07.2014 tarihli Şener ve Şık - Türkiye kararlarında; ilgili makamların, “Ergenekon terör örgütü” adı ile tanımlanan hiyerarşik yapılanmaya dahil olmamakla birlikte, bu örgüte bilerek ve isteyerek yardım etmekle suçlanan araştırmacı gazetecilerin, “ilgili” ve “yeterli” olmayan gerekçelerle bir yıldan fazla süre tutuklu kaldıklarını ifade etmiştir. Mahkeme, gerek Şener ile Şık'ın ve gerekse avukatlarının, tutukluluk gerekçeleri yeterli ve somut olmadığından itiraz haklarını gereği gibi kullanamadıklarını ifade etmiştir.

3 Mart 2011 tarihinde polis, “OdaTV” adı ile bilinen yargılama kapsamında Şener ve Şık'ın ev ve işyerlerinde aramalar gerçekleştirmiş, gözaltına alınan sanıklar ise Ergenekon isimli terör örgütüne üye olmak suçlamasından 5 Mart 2011 günü tutuklanmışlardır. Şener örgüt üyeliği iddiasından başka, Ergenekon adlı hukuki süreci keskin şekilde eleştiren bir kitap yazmak ve Ergenekon adına propaganda yaptığına inanılan bir başka kitaba katkı yapmakla suçlanmıştır. Şener’in, Ergenekon terör örgütünün faaliyetlerini gizlemek ve kamuoyunun algısını manipüle etmek suretiyle örgüte bilerek ve isteyerek yardım ettiği iddia edilmiştir.

Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı başvurucu Şık’a, Ergenekon örgütü hakkında yürütülen soruşturma çerçevesinde OdaTV internet sitesinde yapılan aramalarda “İmamın Ordusu” adlı kitabının bir kopyasının bulunduğunu söylemiştir. Cumhuriyet Savcısı ayrıca elinde, kendisi aleyhine delil olarak “Ulusal Medya 2010” başlığını taşıyan ve Ergenekon örgütünün muhtemel bir darbeyi gerekçelendirmek için medyada yapılması gerekenlerle ilgili stratejilerini anlatan bir belge ile telefon dinlemelerine ait tapelerin bulunduğunu ifade etmiştir. Cumhuriyet Savcısı ve Hakim; başvurana, kitap taslağı hakkında 13 soru, özgeçmişi hakkında ve OdaTV internet sitesi çalışanları hakkında da dört soru sormuşlar ve Nedim Şener adlı gazeteciye de, “Ulusal Medya 2010” adlı belge hakkında beş soru ve farklı iki soru daha sormuşlardır.

Sanıkların yargılanmalarına 26 Ağustos 2011 tarihinde başlanmıştır. Sanıklar, dava devam ederken 12 Mart 2012 tarihinde serbest bırakılmışlardır.

Başvurucuların ilgili ve yeterli gerekçeler olmaksızın uzun süre tutuklu kalmasına karar veren yargı makamları, başvurucuların kamu yararı içeren meselelere dair fikirlerini paylaşmaları üzerinde boğucu bir etki yapmıştır. Özgürlükten mahrumiyet sonucunu doğuran tedbirlerin uygulanması, Devletin fiillerini araştırıp yorumlamayı planlayan araştırmacı gazeteciler açısından otosansür ortamı oluşturmuştur.

Başvurucuların tutuklanması ve bir yıldan fazla süre tutuklu kalması, toplumsal ihtiyaç baskısını da karşılamamıştır. Somut olayda uygulanan tedbirler, ulaşılması hedeflenen amaç bakımından orantılı olmadığından, demokratik bir toplumda da gerekli değildirler. Bu sebeple, her iki başvurucu açısından da İHAS m.5/4 (kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı) ve m.10 (ifade hürriyeti) ihlal edilmiştir.

Konu ve hak ihlali bu kadar net ortaya koyulduğu halde, aşağıda kısaca yer vereceğimiz 07.03.2011 tarihinde bir gazetenin manşetten, Nedim Şener ve Ahmet Şık adlı gazetecilerin suçsuzluk/masumiyet karinesi ile dürüst yargılanma haklarını nasıl ihlal ettiğini ve devam eden soruşturma sırasında nasıl “suçlu” ilan ettiğini görmek mümkündür.

Gazete manşetten; “Ergenekon Savcısı Öz’den açıklama; Gazetecilikten tutuklanmadılar.” başlığına ve devamında, “Ergenekon Savcısı Öz, tutuklanmaları dış dünyada da tepki çeken gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık için konuştu: Kitapla ve gazetecilikle ilgisi yok, ciddi deliller var.”  alt başlığını kullanmıştır. Habere, “ÖZ: TUTUKLAMA HUKUKİ”  başlığı altında “SAVCILIK ise ilk kez açıklama yaptı: Açıklanması mümkün olmayan deliller vardı, tutuklama hukuki.” sözleri ile devam edildiği görülmektedir.

Şener ve Şık hakkında tutuklu oldukları sırada çıkan bu haberin basın hürriyeti, haber verme ve alma hakkı kapsamında değerlendirilebilmesi mümkün değildir. Haber net bir şekilde; ilgililerin suçsuzluk/masumiyet karinesini ihlal ettiği gibi, kamuoyunda ve yargı makamları üzerinde bir ön yargı oluşmasına neden olma niteliğini taşımaktadır. Haber olarak sunulan ve konuyu soruşturan Savcının görüşleri olarak yansıtılan yayım, esasında bir tür yargısız infazdır ve masumiyet/suçsuzluk karinesi ile dürüst yargılanma hakkını gözetmesi gereken “Basın Meslek İlkeleri” ile de ters düşmektedir.

Basın Meslek İlkeleri m.9’a göre, “Suçlu olduğu yargı kararıyla belirlenmedikçe hiç kimse ‘suçlu’ ilan edilemez”.

Basın hürriyeti, hiçbir maksat ve gerekçe ile yargısız infazın vasıtası olarak kullanılmaz. Demokratik hukuk toplumunda halkın gerçekleri öğrenme hakkı ve basın hürriyetinin önemi ve gerekliliği bir nebze olsun tartışılamaz. Ancak bu tartışılmazlık, ifade hürriyetinin kapsamına giren basın hürriyetinin mutlak, yani sınırlanamaz bir hak olduğunu göstermez. Her insanın, bağımsız ve tarafsız mahkeme önünde dürüst yargılanma hakkına sahip olarak yargılanma hakkı vardır. Hiçbir gerekçe, şu veya bu sebeple toplumda ve mahkemede algı oluşturmak veya toplum ve mahkeme üzerinde baskı kurmak amacıyla kullanılan, bu kapsamda şüpheli veya sanıkları bir anlamda “hükümlü” ilan eden yayın ve yayımları meşru hale getirmez.

Türk Milleti; yargısız infazlar ve “Tünel Sistemi” adlı hatalı yargılama kültüründen kurtulmadığı sürece, hukukun evrensel ilke ve esasları lafta kalmaya, hukuk güvenliği hakkının özü zedelenmeye, her türlü kanuna ve kaideye rağmen güvensizlik hissi varlığını korumaya devam edecektir.

Yeri gelmişken; tedbir olan yakalama, gözaltına alma ve özellikle de tutuklamanın “suçlu” algı oluşturacak ve yargısız infaza dönüşecek şekilde uygulanmasının da, ayrı ve ciddi bir sorun olarak karşımızda durmaya devam ettiğini söylemek isteriz. Yine hiçbir gerekçe, amaç ve fonksiyonundan sapmış bir şekilde tatbik edilen tutuklama tedbiri haklı hale getirmez. Türk Hukuku’nda; keyfi, somut gerekçeden yoksun ve uzun tutukluluk sorununun, birçok İHAM ve Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen devam ettiği görülmektedir. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun açık hükümleri karşısında, temyizde geçen sürenin tutukluluktan sayılmamasının yanlışlığını özel olarak açıklamaya gerek duymadığımız gibi, bu konuda ortaya koyduğumuz gerekçelerin dikkate alınmadığını da görmekteyiz. Ancak yanlışa yanlış demek zorundayız. Hukukçu; hukuken sakat gördüğü her tasarruf ve durumla ilgili iddiasını, savunmasını, talebini ortaya koymalı, tespitini yapıp kararını vermelidir. Hukukçuyu özel yapan da budur.

Son söz; hukuk ve adalet, bireyler ve toplum için en önemli meseledir. Herkes; hukuk ve adalet istemeli, bu kavramlar her bireye aşılanmalı ve toplum, eşit hukuk güvenliği hakkının varlığı görüp yaşayabilmelidir. Kanaatimizce, başta siyasiler ve yargı mensupları olmak üzere herkesin üzerine düşeni yaptığı bir durumda hukuk ve adalette başarıya ulaşılacaktır. Bu hedef için; “hayal”, “gerçekleşmesi mümkün değil” diyenler çıkabilir. Ani bir düzelme olmayabilir, ancak bir plan ve program dairesinde hukuk ve adalet başarısı gelecektir. Bunun yolu, kaliteli eğitim ve öğretimden geçer.

İlk iş olarak; temel hukuk ders ve bilgileri, mutlaka ilkokul ve ortaöğrenim seviyesinde verilmelidir. Geleceğimiz olan çocuklarımıza; kişi hak ve hürriyetlerinin, hukukun evrensel ilke ve esaslarının, başkalarının hak ve hürriyetlerine saygılı olmanın, hukukun, yargının, adaletin ve düzenin ne olduğu ve önemi anlatılmalı ve öğretilmelidir. Unutulmamalıdır ki, ağaç yaşken eğilir.

adalet.org