Taraf gazetesinin Stratfor adlı şirketten çalınan e-postaları yayınlaması üzerine başlayan tartışmaya, bu şirketi hem biraz içeriden hem de dışarıdan gözlemleme şansı bulmuş birisi olarak katkıda bulunmak istiyorum. Amacım hem şahsımla ilgili soruları yanıtlamak, hem de konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak. Kendimden başka her hangi bir kişiye ya da kuruma kefil değilim, ama bildiklerimi paylaşmazsam bu konudan geriye sadece hayatında uluslararası bir deneyimi olan veya olmayan ama bir anda ajan avcısı, espiyonaj uzmanı, küresel danışman kesilen kişilerin iddiaları kalacak. En azından bazı yanlış anlaşılmaları gidermek isterim.

Tartışma mı, iddia mı

Bugüne kadar Taraf gazetesince yayımlanan bütün yazışmalar Stratfor analistlerinin kendi aralarındaki tartışmalardan ve edindikleri bilgileri birbirleri paylaşmalarından ibaret. Bu tartışmaların birçoğu fikir jimnastiği, bazısı dedikodu seviyesinde, bazısı spekülatif argümanlar. Hiçbirisinin doğruluğu kanıtlanmış değil, ama doğruyu bulmak için tartışılması gereken şeyler. Kaldı ki, bu iç yazışmalar kamuya açık olmayan gizli bir bilgi içermiyor. Hiçbirisi iddia edildiği gibi gizli istihbarat (!) belgesi değil. Onları ilginç kılan ve sizin için haber yapan tek unsur, Stratfor analistleri tarafından zamanında tartışılmış olması. Analistler bunu neden mi yapıyorlar? Çünkü yayımlanan her rapor uzun bir tartışmanın sonunda şirket adına çıkıyor ve isim taşımıyor. Dolayısıyla (stajyerden CEO’ya kadar) bütün analistlerin her bilgiye ulaşabilir olmaları ve raporlara katkıda bulunmaları bekleniyor. Bu da e-posta üzerinden sağlanıyor. Anlamlı ve tutarlı argüman içeren raporlar, Türk ya da yabancı, parasını veren herkesin okuyabileceği şekilde web sitesinden müşterilere ulaştırılıyor.

Benzer bir sistemi Taraf gazetesi yazarları kendileri aralarında iletişim kurmak için kullansalar, haber yapmadıkları birçok meseleyi her gün tartışsalar ve edindikleri bilgileri paylaşsalar, sonra birisi bu yazışmaları çalıp Taraf ’ın ve yazarlarının iddiaları olarak yayınlasa ne düşünürsünüz? “Durun bir dakika, doğruluğuna inansaydık biz zaten bunları haber yapıp kendi okuyucularımızla paylaşırdık, bir bildiğimiz var ki sadece kendi aramızda tartıştık” demez miydiniz?

Demek ki bazı kurumlarda analistler kendi aralarında böyle şeyler konuşuyorlar. Evet, tahmin edilebileceği gibi dünyanın her yerinde birçok kurumdaki araştırmacılar, politikacılar, gazeteciler bu ve benzeri konuları tartışıyorlar. Hatta belki daha spekülatif konular da gündeme geliyor, insanların duymak istemeyecekleri alternatifler masaya yatırılıyor. Ama bunların hiçbirisi gerçek oldukları anlamına gelmiyor. İnsanlar, düşünüyorlar ve vizyonlarını genişleterek, olabileceklere hazırlıklı olmak istiyorlar. Eğer bir iddiaları varsa ve bilinmesini istiyorlarsa bunu en fazla kişinin okuyabileceği şekilde sunuyorlar. Yok değilse bu konuşmaların hepsi kendi aralarında yaptıkları fikir alışverişi olarak kalıyor (yasadışı olarak ele geçirilip yayınlanmadığı ve iddia olarak yansıtılmadığı sürece tabii).

Somut bir örnek vereyim. Stratfor daha önce Gülen hareketinin yapısı ile ilgili bir rapor yayınladı, isteyen açar okur. Bunu beğenenler de oldu, tepki gösterenler de oldu, ama sonuçta ortaya meşru ve demokratik bir tartışma çıktı. Bunu hazırlayana kadar doğru veya yanlış birçok şey tartışıldı ve öğrenildi, ama sonuçta okuyucuların gördüğü ürün o rapordu. Eğer gerçekten Ergenekon davasında, Şık ve Şener’in tutuklanmasında ve hükümet ile ilişkisinde Gülen hareketi ile ortaya atılan iddiaların doğru olduğuna kanaat getirilseydi zaten o rapora eklenmiş olurdu. Doğruluğu kanıtlanmamış fikir alışverişlerini ve duyumları yazan kişilerin ağzından (buna ben de dahilim) sanki gerçekmiş gibi neden aktarıldığını anlamak gerçekten güç. Sanki birileri bu tartışmalarda konuşulanların doğru olduğuna inanmış da, bunu dillendirmek yerine yazanların ağzından ileri sürmeyi tercih ediyormuş gibi bir izlenim veriyor.

Diğer bir örnekse Başbakan’ın sağlığı meselesi. Ben söz konusu yazışma esnasında Stratfor’daki görevimden ayrılmıştım, ama sapla samanın karıştığını görmek için orada çalışmaya gerek yok. İlk soru Başbakan’ın sağlığı. Bu, Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde merak konusu, bunda şaşılacak hiçbir nokta yok. İkincisi Stratfor’a bu konuda iletildiği iddia edilen bilgi. Bir duyumun Stratfor’a iletilmiş olması onu doğru yapar mı? Ya da bunu Stratfor’un iddiası haline getirir mi? İkisinin de cevabı açıkça hayır. Ben bu şirketi biraz tanıdıysam eğer, bu bilgiye azıcık inansalardı hemen rapor olarak yayınlayıp müşterileri ile paylaşırlardı. Demek ki öyle olmamış (zaten görevimden ayrılmadan bu konudaki dedikodulara itibar edilmemesi gerektiği yönünde onları uyardığımı hatırlıyorum).

“Ama Stratfor şaibeli bir şirket ve rapor olarak yayınlamamış olsa da duyumların ve tartışmaların bazıları müşterilerine ulaştırılmış olabilir” mi diyorsunuz? İşte tam da bu noktada yanılıyorsunuz. Çünkü insanlar sanılanın aksine daha fazla bilgi istemiyorlar. İnsanlar neyi tartıştığınızla da ilgilenmiyorlar. Dünya bilginin kısıtlı olduğu bir yer iken bilgi kirliliğinin merkezi haline geldi. Kimsenin o kirlilikle uğraşacak vakti yok, tam da bu yüzden Stratfor ve benzeri şirketler büyük paralar kazanıyorlar. Mesela Güney Koreli bir yatırımcı (Türk de olabilir) bu tür bir şirkete şunun için para veriyor: “bana ihtiyacım olan bilgiyi en özet ve en hızlı şekilde ver, ben de ona göre kendi kararımı vereyim.” Tam da bu yüzden o tartışmalar şirket içerisinde kalıyor ve müşteri son ürünü görüyor, normal koşullarda. Çünkü bu şirketler “sana sadece önemli olanı anlatacağım” diyerek müşteri kazanıyor, “sana her duyduğumu anlatacağım” diyerek değil.

Duyumlar ve kaynakların sınırı

Bir de bu “duyma” meselesi var tabii. “Stratfor gizli örgütmüş”. CEO’sunun fotoğrafının İstanbul’da billboardlara asıldığı ve sayısız konferansta konuşmacı olduğu, sırf ‘Türkiye bölgesel güç olacak’ dediği için el üstünde tutulduğu (nedense Amerikalı deyince çok hoşumuza gidiyor), sadece Ekim 2011’de bir düzine röportaj verdiği bir şirket nasıl gizli örgüt oluyor, anlayan var mı? Bir arşivlerinize dönün, kaç tane Stratfor röportajı ve raporu yayınladınız bir bakın.

“Bilgi sızdıran, kaynaklık eden kişiler varmış, kim bilir karşılığında neler alıyorlarmış”. El insaf! Ne Sezgin Tanrıkulu ne de benimle görüşen başka birisi kamuoyunca bilinmeyen bir bilgi paylaşmamıştır, görüş alışverişinde bulunmak dışında hiçbir menfaat sağlamamıştır, şirket anlaşması çerçevesinde enerji danışmanlığı yapan kişi dışında şahsımla görüşen kimse para almamıştır. Ne böyle bir teşebbüse tanık oldum ne de içinde yer aldım. Hiçbir kurum ve kişi ile gizli saklı bir görüşmem olmadı. Bu nasıl gizli iş çevirmekmiş ki, bazı gazetelerle açık açık anlaşma yapılmış, dış politika ve ekonomi konularında yardım istenmiş. Şahsıma yöneltilen suçlamalar doğru olsaydı, gazetelerin dış haberler bölümlerine ihtiyaç duymazdım herhalde (ki zaten onlar da haber yapmadıkları hiçbir bilgiyi paylaşmış değiller). Ha, siz zaten açıkta olanı göremeyip dış mihrakları suçlarsanız o da sizin bileceğiniz iş. Ama biraz bilgi ve analitik düşünme daha faydalı olabilir.

“Kaynak” ve “kod” konularına mı takıldınız, yoksa “istihbarat” kelimesine mi? Onlar bütün bilgi ve görüşlerini paylaşanların toplandığı bir havuzda (nedenini yukarıda anlattım) kendilerine atıf yapılmasını kolaylaştırmaktan ve kişilerin isimlerini korumaktan ibaret. Basın Kanunu’nun 12. maddesindeki “haber kaynaklarını açıklamaya ve bu konuda tanıklık yapmaya zorlanamaz” hükmünden uluslararası şirketler yararlanamıyor mu? İstihbarat kelimesini ise bugün dünyada yüzlerce şirket kullanıyor. ‘Gölge CIA’ adını da 2001 yılında Barron’s adlı dergi yakıştırmış, bana sorarsanız Stratfor da ticari amaçlı kullanmış. Gazetelerin ‘istihbarat müdürleri’ de mi istihbaratçı yoksa? Her gün her gazetede onlarca kez atıf yapılan ‘üst düzey kaynaklar’ gönüllü birer muhbir mi mesela? Türkiye’nin en kritik davalarından birinde ne olacağını ‘savcılıktaki kaynağım aslında arayıp önceden haber vermişti’ diye açıkça övünülen bir ülkede mi ‘espiyonaj’ dersi veriyorsunuz? Hiçbir kanıta dayanmadan aynı suçlamaları tekrarlayan kişiler için bütün cevaplar bu söylediklerimde. Bir de ‘Havada uçuşan sorular’ kisvesi altında ‘Emre Doğru’, ‘TÜSİAD’, ‘Sezgin Tanrıkulu’, ‘Stratfor’, ‘CHP’ ne varsa karıştırıp akılla izah edilemeyecek asılsız iddialar ortaya atan Orhan Miroğlu’na ‘keşke yazınızda açıkça görünen husumetiniz, vicdanınızı ve aydın bilinen kişiliğinizi örselemeseydi’ diyorum.

Türkiye ve dünya...

Türkiye ile ilgili yayımlanan haberlerde bazı odak noktaları göze çarpıyor ve sanki ortada bir gariplik varmış gibi görünüyor. Sözüm ajanlık, bilgi sızdırma, CIA, ABD komplosu gibi akla mantığa uymayan suçlamaları yapanlara: Türkiye’nin, dünyanın gündeminde olmadığını mı sanmıştınız acaba? “16. en büyük ekonomiyiz, bütün bölgesel politika konularında diyecek sözümüz var, ihracatımız ve yatırımlarımız artıyor, sancılı bir dönüşümden geçiyoruz, ama durun bir dakika, size ne canım Türkiye’nin en can alıcı konularından”, öyle mi? Başbakan’ın ve hükümetin geleceğinin, olası bir Suriye müdahalesinin, cari açık probleminin, Gülen hareketinin yapısının ve hedeflerinin, Kürt meselesinin, enerji arz güvenliğinin ve başka birçok konunu her gün dünyanın farklı köşelerinde tartışılmadığını, bu konularda bazısı doğru bazısı yanlış bilgilerin değerlendirilmediğini mi sanmıştınız yoksa? Eğer gerçekten öyleyse kötü bir haberim var, o Soğuk Savaş döneminde kaldı. Hem demokratik ve dünyaya açık bir ülke isteyip hem de insanların bu konuları merak etmesini ve tartışmasını engelleyemezsiniz. Engellemeye çalışarak demokrat da olamazsınız. Artık sanılandan çok daha küresel bir dünya var, o dünyayla barışmanızı tavsiye ederim. Herkes herkesle her şeyi konuşuyor. Kafayı kaldırıp dışarıya bakmak yeterli.

Bu arada küresel demişken, küresel bir şirket olan Stratfor’un sözgelimi Rusya, Çin, Brezilya, Güney Afrika gibi ekonomik fırsatların çekici ancak siyasi risklerin yüksek olduğu ülkelerle ilgili çalışmalarının gündeme bile gelmemesi dikkatinizi çekti mi? Sanki bütün şirket işi gücü bırakmış, Türkiye üzerine yoğunlaşmış. Hani Irak, İran, İsrail, Malezya, Polonya, Türkmenistan yahu? Sadece ben aylarca Bahreyn, Mısır ve Libya üzerine araştırma yaptım. Bu Stratfor konusu sadece bizim basında fırtına koparmış olmasın?

Mesele özetle bundan ibaret. ABD ve Türkiye arasındaki fikirsel kopukluğu anlamak ve elimden geldiğince çözmek için Stratfor’da çalışmıştım. Ayrılmamdaki sebep ise Amerikan vizyonunu ve onun sınırlarını görmüş olmamdı. Ancak görünen o ki kendi ülkemizde de almamız gereken daha çok mesafe var. Stratfor tartışmasının en azından buna yardımcı olmasını dilerim.

TARAF GAZETESİ

Saygılarımla...

EMRE DOĞRU
Koç Üniversitesi, Doktora Eski Stratfor Ortadoğu Analisti ve TÜSİAD ABD Temsilcisi