Ahmet Şık’ın, arkadaşı Ertuğrul Mavioğlu’na ön okuma için gönderdiği taslak metin mahkeme kararıyla Mavioğlu’nun bilgisayarından silinirken herkesin gözü kulağı Radikal gazetesindeydi. Yaşanan darbelere ve cunta dönemlerine rağmen ülke tarihinde sadece tek parti zamanında örneğini görülen böyle bir uygulama elbette herkesi tedirgin etmiş ve bu durumun karşısında ciddi bir kamuoyu oluşmasını sağlamıştı. Ancak gazetenin içerisinden bir sesin meseleye yaklaşımı hemen herkesinkinden farklı oldu. O da 28 Mart tarihinde yazdığı yazıda mesai arkadaşlarına ‘’ Neden o polislere direnmediniz’’ diye soran Yıldırım Türker’di.

Türker yazısında Radikal çalışanlarını şöyle eleştiriyordu:’’ Bu durum karşısında sıradan vatandaşın yapabilecek fazla bir şeyi yok diyelim, gazeteciler buna nasıl izin veriyor? Kapılarına dayanan polise, en değerli muhabirlerinin bilgisayarını kuzu kuzu nasıl ve neden teslim ediyorlar?
Neden o polislere savcılarını da utandıracak şekilde bir direniş gösterilmiyor?’’  Bu suallerin yanıtlarına ilişkin kendi tahminleri de olduğunu söyleyen Türker bunları şöyle sıralıyordu: ‘’Bu tahminlerin önde geleni, gazetecilik ruhunun bu memlekette tükenmeye yattığıdır. İkinci tahminim, Fethullah Efendi yandaşlarının bu kadar fütursuz davranacak kadar palazlanmışlığı karşısında herkeste artık açıkça görülebilen korkudur.’’

 Yıldırım Türker’de hasıl olan direniş beklentisi ve hayal kırıklığı üzerine kendisine yardımcı olacağını düşündüğüm bir kupür var elimde.  Siren İdemen’in Ahmet Şık ile yapmış olduğu bir söyleşi, Express dergisinin 2005 Temmuz sayısından kesilmiş. Başlığı ‘’17 kollu ahtapot’’ olan bu röportajda Ahmet Şık, Radikal gazetesinden nasıl ve neden kovulduğunu anlatıyor. Ben Yıldırım Türker’in şikayet ettiği ‘Ölmeye yatmış, sinmiş gazetecilik’ olgusunun medyada çok bilinen bu tekil örnek üzerinden daha doğru tartışılabileceği kanısındayım.

Ahmet Şık’ın sekiz yıldır muhabirlik yaptığı gazeteden kovuluş sebebi; çalışma koşullarının iyileştirilmesi için yürüttüğü mücadele neticesinde yönetimin kendisiden rahatsız olması olmuş. Ahmet Şık, röportajda iyileşmesini istediği koşulların neler olduğunu, haftalık çalışma saatlerini sürekli aşacak şekilde düzenlenmiş servis saatlerinden, Doğan Grubu’nda yaşanan besin zehirlenmesine, şirkete kanunen kurulması zorunlu olan kreşin kurulmayışından, çalışan önerilerinin dile getirilmeleri için oluşturulan şikayet sisteminin nasıl sansürlediğine varıncaya kadar uzun uzun anlatıyor.  Kendisinin çalıştığı süre zarfında, dile getirdiği her şikâyette yönetim tarafından biraz daha mimlendiğini ve ‘’çıbanbaşı’’ kabul edildiğini anlıyoruz.

Ahmet Şık’ın anlattığı olaylar içerisinde en dehşet verici olan ise, üst yönetimin çalışanlardan değişecek olan iş yasası nedeniyle yenilemesini talep ettiği bir sözleşmenin içeriği.  Buna göre; çalışanların maaşları bordroda düşük gösterilirken kalan kısım kendilerine telif olarak ödenmek istenmiş. Burada amacın, şirketin tazminat yükünü azaltmak olduğu anlaşılıyor. Tabii ki çalışanların hakları üzerinden yapılan böylesi bir tenzilat işçiler açısından bir kazanımın kaybı anlamına geliyor.  İçlerinde Ahmet Şık’ın da olduğu pek çok insan bu duruma alenen karşı çıkıyorlar. Yönetim nezdinde yapılan bir sürü girişim ve görüşme sonuçsuz kalınca Şık, mahkemeye giderek çalışanlar için mevcut durumun devamını talep eden bir dava açıyor. İşte bu dava Ahmet Şık’ın Radikal’den kovulmasını hızlandıran süreci de başlatmış oluyor.  Kendisini bu konuyu görüşmek için çağıran grubun en üst düzey yöneticilerinden Münir Cankurtaran, önce Şık’a davadan vazgeçmesi için para teklif ediyor, kendisi bu teklifi kabul etmeyince de ‘’Çoluk çocuğun var, yazık olur, sen işine gücüne bak’’ yollu nasihatlerle onu yola getirmeye çalışıyor. Bu girişimlerinden bir sonuç çıkaramayan Cankurtaran nihayet  ‘’Biliyorsun sektörün yarısı Aydın Bey’in. Bu yarıda çalışamazsan öbür yarıda da biz seni çalıştırmayız, aç kalırsın’’ diyerek Ahmet Şık’ı aba altından tehdit ediyor.  Bütün bunlara karşın haklarının gaspına karşı duracağını söyleyen ve uzlaşmayı reddeden Şık’a, yapılan bu telkinleri düşünmesi için bir mühlet veriliyor. Ve böylece Şık ve ailesi için sıkıntılı bir bekleyiş başlıyor. Bu sırada Ahmet Şık maaşının yatması gereken günde yatmadığını fark ediyor. Bu ona sonunun ne olacağına ilişkin kuvvetli bir fikir veriyor. Zira o dönem gazetede bir çalışan için maaşının yatmaması ve manyetik kartının kapı girişinde çalışmaması işten kovulduğu anlamına geliyor.

Ahmet Şık’ a beklediği telefon izinli olduğu bir cumartesi günü geliyor ve kendisine Münir Cankurtaran tarafından gazeteye çağırıldığı söyleniyor. Buradan sonrasını Şık’ın kendi sözleriyle okuyalım:’’’ Münir Bey, seninle görüşmek istiyor’ dendi. İzin günüm olmasına rağmen gazeteye gittim. Bir baktım odasının kapısında güvenlikçiler var. İçeride ise yayın yönetmeni İsmet Berkan, gazetenin avukatı, insan kaynakları müdürü ve Münir Cankurtaran…Üç hafta önce babacan muhabbet yapan adam, gayet sert. Bir kağıt uzattı:’’ yayın yönetmenin İsmet Berkan bir şikayette bulundu, son aylarda performansın düşükmüş savunma vereceksin.’’ ‘’  Tahmin edeceğiniz gibi savunmasından bir saat sonra aranan Ahmet Şık ‘Verdiğin savunma yeterli bulunmadı’ demek suretiyle işten atılıyor.  Kendisine uygun görülen tazminat ise elbette bordrodaki maaşı üzerinden hesaplanıyor ve bu meblağ ‘’Kusura bakma bordrodan olunca böyle oluyor’’ denilerek Şık’a veriliyor. İlahlar karşısında tek başına kalan Ahmet Şık’ın çilesi ne yazık ki Radikal’den ayrılmakla da bitmiyor. Çünkü tam da Münir Cankurtaran’ın dediği gibi bu gruptan bu şekilde kovulan bir gazeteciyi basının diğer grupları da almıyorlar. Zira patronlar arasında bir centilmenlik antlaşması var. Bu sebeple Şık önce Alev Er’in’ Gel başla’ demesiyle Aktüel’e geçse de üç gün sonra Doğan Grubu’nun müdahalesi ile yeni işinden de atılıyor ve tekrar işsiz kalıyor.

O dönemde Radikal gazetesindeki sendika mücadelesini birlikte yürüttüğü arkadaşlarından Hakan Gülseven ‘’ Ahmet’e dokunan yanar’’ adlı yazısında Ahmet Şık’ı şöyle anlatıyor:’’ Ahmet Şık sendikal faaliyetin en canlı çalışanlarından biri oldu. Öyle kenarda parası falan olan tiplerden değildi, zar zor geçinirdi, her ay sonunu borçla getirirdi, yine de sendikal faaliyetten dolayı atılma tehlikesine karşı, her zaman yaptığı gibi gülümseyerek, bir göz kırpıp kat kat dolaşır, sendika propagandasına devam ederdi.’’ Gülseven’in Ahmet Şık ile ilgili aktardığı şu anısı onun patronajla ilişkisini anlamamız, dahası kovulma sebeplerini görebilmemiz açısından çok önemli. ’’ Kriz bahanesiyle Aydın Doğan bize ‘sıfır zam’ layık görmüştü. Maaşlar çok düşük. Hiçbirimiz geçinemiyoruz. Bir gün, ne hikmetse, Aydın Doğan hepimizi müdürlerin yemek yediği paralı alakart lokantasına davet etti. Izgara levrek ikram edilmişti. Aydın Doğan şirinlik yapmaya çalışıyor, ‘çalışanlarım beni sevsin’ gibi bir ruh halinde, hiçbir zaman üzerine yakışmayan ‘babacan’ pozuyla krizin etkilerinden falan söz ediyordu. Aydın Doğan’a ilk karşılık Ahmet’ten gelmişti: “Geç bu işleri,” der gibi, “Bize layık gördüğünüz maaşla yaşayamıyoruz!” diye kalkmıştı ayağa. Arkasından ben de ağzıma ne geldiyse söyledim. Aydın Doğan öfkeden morardı, hakiki haline döndü… O dönem yayın yönetmeni olan İsmet Berkan’a, “Sizin orada bildiğin komünistler çalışıyor!” demiş…’’

İşte Yıldırım Türker’in ‘’Yazdığı kitabın taslağını koruyamadınız’’ diye arkadaşlarına sitem ettiği Ahmet Şık’ın Radikal’den kovuluş hikâyesi tastamam böyle yaşanıyor. O günlerde de yine Radikal’de çalışan Türker’in bu meseleyi ele alan bir yazısı olup olmadığını arşivde kontrol ettim ama bulamadım. Görebildiğim kadarıyla kendisi Ahmet Şık’ın kovuluşuna  ‘’direnmediği’’ gibi yazılarında da ne gazetedeki çalışma koşullarını ne de bu koşullara karşı çıkmanın karşılaştığı baskı ve sansürü dert edinmiş. Yani Ahmet’in kendisini patrona karşı bile koruyamamış arkadaşlarından, Ahmet’in kitabını polise karşı savunmasını beklemek gibi bir naifliği dile getiren Türker, o gün şimdi direniş beklediği insanlardan çok farklı bir tavra sahip olamamış. Eğer bunun aksi bir durum varsa ve ben bilmiyorsam peşinen özür dilerim. Ancak ne olursa olsun, kendisinin şimdi ‘’ölmeye yatmış gazetecilik’’ konusunda ‘tahmin’ aşamasına gelmiş olmasını sevindirici bulmak gerekir. Bir inkişafdan söz edebiliyoruz. Ancak işin bütününe bakınca, naifliğinin sınırı olmadığını da eklemek lazım. Zira içinde bulunduğu yapıyı tanıması için yeteri kadar zaman geçirmiş görünüyor. Yüreği temiz olduğundan insanlara konduramamış zahir.

Ne var ki; bir direnişin oluşması için orada beraberlik bilinci ve duygusu gerekir. İşsizlik korkusuyla iğdiş edilmiş, kariyer zırvalarıyla yabancılaşmış insanların tekelci düzen karşısında yalnızlığını gidermeden herhangi bir konuda ortak tepki ummak mümkün değildir. Geçim sıkıntısı, gelecek korkusu ve artan ihtiyaçlarının cenderesinde sıkışan insanların bu kaygılarının üzerine tek başlarına gidebileceklerini düşünmek safdilliktir. Sabah gazetesindeki grev sırasında, dışarıdaki arkadaşları ile yan yana görülmekten çekindiği için sigara içmeye çıkamayan insanların korkusundan söz ediyoruz. Ahmet Şık gibi yürekli olamayan çoğunluğun sendika denilince kaçacak delik aramasından bahsediyoruz. Bu insanların yalnızlık ve sinmişliği, taleplerinden vazgeçmesinin dayatıldığı toplantıda Ahmet Şık’ a Münir Cankurtaran’ın dışarıdaki insanları kast ederek ‘’ Değmez Ahmetçiğim bunlar için’’  demesindeki özgüveni sağlamaktadır. Patronu bu denli küstahlaştıran işçinin parçalanmışlığıdır Herkesin kendi menfaatini aradığı yerlerde hiç kimse mutlu olamaz. Türker gibi direniş destanları beklentilerine girmeden yapılması gereken önce kendi içinde bulunduğumuz düzeni değiştirmek için çaba göstermektir.

Yeni ‘’Devrimci’’ Radikal’de çalışan özellikle sol görüşlü yazarların meseleye bu açıdan bakmalarını ve çalıştıkları yerin tarifini doğru yaparak kendilerini bu devrim masalına kaptırmamalarını salık veririm. Çözüm olacaksa öncelikle ve sadece beraberlik ruhunun tesisi ile mümkündür. Yoksa mevcut sistem alabildiğine güçlenerek devam ederken Yıldırım Türker’den bir ‘’Özgür Gündem’’ öykünmesi okumak ya da Koray Çalışkan’ın herkesi ‘’Radikal’în içi boşalmasın’’ diyerek gazaya çağırdığını görmek en hafif tabiriyle absürttür. Eyüp Can’ı panzerlerin üstünde, Oral Çalışlar’ı barikatlarda savrulurken düşünmek gibi bir saçmalığı beraberinde getirir. Olan biten Sırrı Süreyya’nın Hakkı Devrim’e poşu alması gibi bir sürreal tablodur ki; bak bak bir şey anlamanız mümkün değildir.