Orhan Pamuk, bir zamanlar, Türkiye’nin kalbindeki çelişkiyi sembolize ediyordu. Ama, Shaun Walker’a konuşan Nobel ödüllü yazar, ülkenin değiştiğini söyledi. Yeditepeli İstanbul’un Cihangir semtindeki evinin balkonunun manzarası, akıl almaz güzellikte. Cihangir Camii’nin minareleri o kadar yakın ki; müezzinin güçlü bir sesle okuduğu ezan, biriyle konuşmayı imkânsız kılıyor; Haliç’in karşı yakasında, Osmanlı sultanlarının yaşadığı Topkapı Sarayı bulunuyor; biraz daha uzakta, yeni Türk ekonomisinin yükünü çeken yüksek iş kuleleri ve merkezleri yer alıyor.

Bu manzara, İstanbul’un turistik yerler ve yabancıların yaşadığı bölgelerle dolu Avrupa yakasından, Anadolu yakasına doğru çevriliyor. Bir bütün olarak görüldüğünde, bu manzara, Türkiye’nin en iyi yazarının romanlarında açığa çıkardığı felsefi, kültürel ve jeopolitik ikilemleri çok açık bir biçimde gözler önüne seriyor.

Yaz başında 60 yaşına giren Pamuk, 30 yıldır İstanbul üzerine kitaplar yazıyor ve 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü ile onurlandırıldı. İstanbul’un dünyanın en güzel şehirlerinden biri olduğu iddiası rekabete açık, ama Pamuk’un İstanbul’un çağdaş vakanüvislerinden en ileri görüşlüsü olarak öne çıktığı tartışılmaz.

Pamuk’un bu statüsü, geçtiğimiz aylarda, aynı isimle 2009’da yayımlanan son romanının bir emsali olarak tasarlanan Masumiyet Müzesi’nin açılmasıyla daha da ön plana çıktı.

Balkonunda kızgın güneşin altında oturan Pamuk, “İkisi birlikte düşünüldü. İkisini birlikte planladım. Kitabı, müzeyi düşünerek yazdım ve müzeyi de kitabı düşünerek yaptım” diye konuştu. 1998’de romanın üzerinde çalışmaya başmadan önce, yokuşlarıyla meşhur Çukurcuma semtinde bir ev satın almıştı ve o evi, romanın baş kahramanlarından biri olan Füsun’un yaşadığı yer yaptı.

Hem kitap hem de müze, 70’ler ve 80’lerdeki İstanbul’u ayrıntılarıyla akla getiriyor. Pamuk, yıllarca, romanına uyacak objeler bulmak için bu bölgenin bit pazarlarını aşındırdı. Pamuk, “Önce romanı yazıp, sonra objeleri bulmadığını; önce karakterlerine ve hikâyelerine uygun objeleri bulduğunu ve daha sonra bu objeler hakkında yazdığını ve sonunda, binlerce objeyle dolu bir ev ortaya çıktığını” söyledi. Aynı zamanda, binayı objeleri barındıracak bir müzeye dönüştüren bir proje için mimarlarla birlikte çalıştı ve bu müze, bu yılın başında kapılarını halka açtı.

Masumiyet Müzesi, İstanbul’un sosyetik semti Nişantaşı’nda oturan hali vakti yerinde bir genç olan Kemal’in, ailenin daha az zengin tarafından gelen Füsun’a olan saplantılı aşkını açığa çıkarıyor. Kemal’in tüyler ürperten delicesine bir aşk noktasına varan bu saplantısı, onu duygusal bir çöküşe sürüklüyor. Böylece, Kemal, Füsun’a bir tapınak, yani müze inşa etmek amacıyla, onunla ilgili nesneleri istifliyor.

Müzedeki en çarpıcı sergi, Füsun’un içtiği farzedilen ve Kemal’in 1976 ve 1984 yılları arasında çaldığı 4 bin 213 sigara izmaritinden oluşan lobideki koleksiyon. Sigaralar, adeta bir böcekbilimcinin kararlığıyla, düzgün sıralar halinde duvara çivilenmiş. Her izmaritin ucunda, el yazısıyla yazılmış, Füsun’un düşüncelerini ve hatta o zaman İstanbul’da yaşanan olayları gösteren bir başlık asılı duruyor.

Pamuk, serginin doğru düzgün olması için çok özenli ve uzun süren bir çalışma yaptı. Pamuk, “Eğer oraya gerçek tütün koyarsanız, altı ay içinde çürür ve tamamen bozulur” dedi. Onun yerine, 4 bin 213 sigara, boşaltılıp, sonra tütün gibi görünen kimyasal bir bileşimle dolduruldu. Sonra, o sigaralar, elektrikli süpürge kullanılarak tüketildi ve Füsun’un sigara içerkenki ruh hali düşünülerek, farklı derinlik ve kızgınlık seviyeleri kullanılarak söndürüldü.

Pamuk, “başlangıçta, biraz abarttıklarını ama sonra izmaritleri temizlemek ve hepsini tekrar yapmak zorunda kaldıklarını” söylüyor: “Füsun, o kadar çok ruj kullanmıyor!”

Pamuk’un yaratıcısı olduğu müzeyi yaparken detaylara olan dikkati ve Kemal’in kendisinden çok da farklı olmayan bir çevreden geldiği düşünülünce, insan romanı okurken, doğal olarak yazarın ne ölçüde kendi portresini çizdiğini merak ediyor.

“Bana herkes, özellikle de kadın okuyucular, ‘Orhan Bey, siz Kemal misiniz’ diye soruyor” diye konuşan Pamuk, şöyle devam ediyor: “Hayır, ben Kemal değilim, ben onun kadar takıntılı değilim. Tabii ki hepimizin yaşamında bazı zamanlarda böyle şeyler olmasına rağmen, hiçbir zaman aşk yüzünden bu kadar delirmedim. Ama kendimi ona benzettiğim nokta, aklımı yitirmelerim değil, daha ziyade benim de onun gibi kendi sosyal sınıfımdan çıkmış olmam.” “Tıpkı romanımdaki Kemal gibi, içinde büyüdüğüm Nişantaşı burjuva sınıfıyla, temas halinde değilim. O, âşık olduğu için onunla dalga geçenler yüzünden, bense bu insanların hiçbir zaman umursamadığı siyaset ve edebiyat için (o sınıftan çıktık)...”

Pamuk, son yıllarda, sosyal çevresinden çok daha fazlasını kaybetti. Türkiye’yi bölen fay hatlarını ortaya çıkaran Kar adlı kitabı ve I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Ermenilerin katledilmesiyle ilgili çarpıcı yorumları nedeniyle, kötü bir ün kazandı. Ölüm tehditleri aldı ve 2005 yılında “Türklüğe hakeret” suçundan yargılandı.

Pamuk, “sağ görüşlü basının ona karşı olan kampanyasının 2010’a kadar sürdüğünü, kendini çok rahatsız hissettiğini ama şimdi daha sakin olduğunu” söylüyor: “Belki de, kısmen Nobel Ödülü yüzündendi, ama ülke de değişti. Türkiye’nin AB’ye katılmasını destekliyordum ve şimdi bütün proje çöktü, böylece, AB destekçilerine karşı olan bütün kötü enerji yok oldu.”

Müzeden 15 dakika mesafedeki evine yürürken bizi izleyen hükümetin tayin ettiği korumaya rağmen, işlerin artık kolaylaştığını söylüyor Pamuk. Korumanın ve Türkiye’nin en ünlü entelektüeli sokaktan geçerken onu işaret eden halkın, kendisi gibi yalnızlığına önem veren biri için kışkırtıcı olduğunu belirtiyor, ancak yaratıcı enerjisinin, en önemli özelliği olduğunu vurguluyor.

“Bir hayali roman yazarı olmak, seni sorumluluk almadan çalışan bir insan yapıyor. Sana karşı sürdürülen bu kampanyalar olunca, sözlerine dikkat ediyorsun; artık daha fazla böyle şeyler istemiyorsun. Karakterlerinizden biri nükteden bir tavırla bir şey söylüyor, sonra bu söz kontrolden çıkıyor.”

Doğu ve Batı, laiklik ve dindarlık, gelenek ve modernlik arasında sıkışan Türkiye’de, gayrıresmî bir biçimde ülkenin öncü sesi olarak ilan edilmenin de kendisine pek faydası olmadığını belirtiyor Pamuk. İnsanların kendisini Türkiye için bir çeşit diplomat gibi gördüklerini fakat öyle olmadığını bunun kendisine bir sorumluluk yüklediğini ifade eden Pamuk, “Böyle olmak istemiyorum. Bu yine şakacı ifade tarzıyla ilgili. Türkiye’nin sesi ya da temsilcisi olmak neşe dolu ve masum bir durum değil. Bu beni daha bilinçli biri yapıyor. İçimdeki çocuğu öldürüyor” diye konuştu.

Pamuk, müzeyi meydana getirken, yaratıcı taraflarını serbest bırakmayı başardı: “Yedi yaşından 22 yaşına kadar ressam olmak istemiştim. Bu yüzden, müzenin yaratılmasında, bu isteğe cevap vermemin önemli bir payı var. Eski şişeler ya da 1970’lerdeki İstanbul vapurlarının resimleri gibi bazı parçaları bulmak kolaydı, ama eski diş fırçaları veya tuzluklara rastgelmek daha zordu. Müze, günlük hayatta, ortaya çıkışını ve ortadan kayboluşunu farketmediğimiz objeleri önemsiyor. Tuzluğunla çok yakın bir ilişkin vardır, günde üç kez oturup, ona bakıyorsun. Sonra bir gün, tuzluk kırılıyor, ya da biri yeni bir tane alıyor ve eskisi gidiyor. Ortadan kaybolduktan beş on yıl sonra, eski tuzluklarını bit pazarında görüyorsun ve sonra oradan da yok oluyorlar.

Müzenin müdürü Esra Aysun, “Küreselleşme, hatıraları silip süpürüyor. Eskiden Doğu Blok ülkelerinden biri gibiydik, gizli, soyutlanmış bir yaşam sürdürüyorduk. Şimdiyse, İstanbul, dünyanın diğer şehirleri gibi iki katına çıktı. Buradaki objelerden bazıları, kültürel hafızamız için çok değerli” diye konuştu.

Pamuk, şimdilerde, ortasına kadar geldiği yeni bir roman yazıyor ve romanın adının Kafamda Bir Tuhaflık olacağını söylüyor. Yazma sürecinde, yazar kendini, kitap raflarıyla çevrili, Boğaz ve Marmara Denizi manzaralı Cihangir’deki evine kilitliyor. El yazısıyla yazıyor, bilgisayarı sadece e-posta yazmak için kullanıyor.

Yazarın yeni romanı, servet kazanmak için 1969’da Anadolu’dan İstanbul’a gelen ve sokakta yoğurt satıcısı olan bir göçmenin hayatını konu ediyor. Roman, kahramanın hayatını onlarca yıl takip ettikten sonra, bugüne taşıyor. Pamuk, Boğaz’ın Anadolu yakasındaki yeni yapıları göstererek, yeni romanının, “kahramanın serüveninin gecekondu mahallesinden yüksek gökdelenlere kadar izini sürdüğünü” anlatıyor.

Son 50 yılda yaşadığımız İstanbul şehrinin genel bir resmini sunan Pamuk’un yeni romanı, yazarın taşımak istemediği “Türkiye’nin sesi” olma yükümlülüğünü üzerinden atmasına izin verecekmiş gibi gözükmüyor. Pamuk’un bütün romanları, Türkiye’de geçiyor. Tamamen farklı bir konu üzerine yazmayı reddetmese de, bunun çok mümkün olmadığını da sözlerine ekliyor. Büyük ve içten bir kahkahayla “Ben, bildiğim şeyler hakkında yazıyorum. Bir gün, bilimkurgu romanı yazabilirim ama yine de, insanlar, bunu Türkiye hakkında bir şeymiş gibi okur” diyor Pamuk.

taraf