16 Mart Katliamı Davası

Zamanaşımı Kararını Onayan Yargıtay Tebligatı Unuttu!


İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde, 16 Mart 1978’de, 7 öğrencinin yaşamını yitirdiği, onlarca öğrencinin yaralandığı katliamın üzerinden tam 34 yıl geçti. Dünya’da ve Türkiye’de ilk ve tek Gladyo yargılaması olarak tarihe geçen 16 Mart davasının, 2008 yılında zaman aşımı kararıyla düşürülmesine ve müdahil vekillerince temyiz edilen bu kararın Yargıtay’ca onanmasına derin devletle hesaplaştığını iddia eden Türkiye’de kimse ses çıkarmadı. AİHM’e başvurmak için Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin tebligatını bekleyen müdahil avukatlardan Cem Alptekin, “Zaman aşımı kararı 1 Şubat 2010’da onandı. Yargıtay bize bir tebligat gönderme zahmetine (!) bile katlanmadı” diyor ve ekliyor; ”Türk yargısının ve toplumun 16 Mart Katliamı Davası üzerinden Gladyo ile sınavı hâlâ sürüyor. AİHM’in sınavı ise daha başlamadı, o da sırasını bekliyor. Ancak, küresel kapitalizmin “kent devleti”ne geçiş sürecinde, Neo-Gladyo olarak faaliyetine devam eden bu örgüt (birileri ısrarla aksini iddia etse de) Dünya’da olduğu gibi Avrupa’da da varlığını sürdürmektedir. Neo-Gladyo’nun hali hazırdaki faaliyetleriyle, AİHM’in bu suç örgütünü her daim görmezden gelen yerleşik karar ve uygulamalarına bakıldığında; Avrupa’nın göbeğinde çok farklı amaçla kurulan bu iki merkezin, dünya çapında kapitalizmin sürdürülebilir olmasında kader ortaklığı yaptığı açıkça görülecektir.”

1978 yılında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ikinci sınıf öğrencisi iken katliamdan yara almadan kurtulan; 1988 yılında ise, kendisi gibi katliamdan kıl payı kurtulan arkadaşlarıyla birlikte kapanmış olan dava dosyasını yeniden açarak davanın avukatlığına soyunan Alptekin; bu davanın adalet ve hakikat arayışlarında kendileri için çok önemli eşik ve fırsat olduğunu vurguluyor: “O gün, can güvenlikleri devlete emanet edilmiş olduğu halde, Beyazıt Meydanı’nda acımasızca katledilen arkadaşlarımızın hesabının sorulması bizler için bir vicdan borcuydu. Katliamdan on yıl sonra, kapatılmış olan dava dosyasını yeniden açarak, yargının karşısına, bu kez bu davanın avukatları olarak çıkan bizler; arkadaşlarımıza olan vicdan borcumuzu yerine getirmek için önemli bir fırsatı da yakalamış olduk. Bu ise Türkiye’de çok az yaşanmış bir örnek olmalı.” TCK.’nın 450. maddesindeki adiyen “adam öldürme” suçundan açılan 16 Mart Davasını, Mahkemeye kabul ettirdikleri talepleriyle birlikte, Kontrgerilla yargılamasına dönüştürdüklerini belirten Alptekin, “Yargılama sırasında, Kontrgerilla’yı tespit ve teşhir ettik. Mahkeme ileri sürdüğümüz maddi ve hukuki dayanaklar karşısında ikna olunca, olayımızda TCK.149.maddede öngörülen, ancak siyasi saikle ve örgütlü olarak işlenebilen “halkı hükümete karşı halkı silahlı mukateleye teşvik” suçunun işlemiş olabilecekleri ihtimaline binaen sanıklara ek savunma hakkı verdi. Bunun dışında ayrıca; aynı süreçte işlenmiş olan başka siyasi cinayet ve katliam dava dosyalarının da celbine karar vererek delil toplama işlemini çok genişletti. Hal böyle olunca; yargılanmakta olan maddi olaya (Kontrgerilla yargılamasına) uygulanması gereken zaman aşımı süreleri de kaçınılmaz olarak farklı olmalıydı. Çünkü; TCK.103.maddeye göre örgütlü suçlarda, örgüt faaliyeti devam ettiği sürece zaman aşımı süresinin işlemeye başlamayacağı da aşikardı. ”

Ancak dava Kontrgerilla yargılamasına dönüşünce mahkeme ve müdahil avukatlar üzerindeki, baskılar da dayanılmaz bir hal alır ve yargılama da durma noktasına gelir.

Av.Cem Alptekin’e dava, Adalet Bakanlığı’dan yargıya talimat

1996 Kasım’ında, biri devlet görevlisi, biri millet vekili ve diğeri ise aranmakta olan bir katliam zanlısının içinde bulunduğu Mersedes’in Susurluk’ta bir kamyona çarpmasının ardından ortaya çıkan “Derin devlet” tartışması ile toplumsal infialin ardından, bu konuya ilişkin İstanbul Barosu'nca bir araştırma Komisyonu kurulduğunu anlatan Alptekin, “Benim de bünyesinde görev aldığım bu komisyona bir çok bilgi ve belge geldi. Bunların arasında dönemin içişleri bakanı Hasan Fehmi Güneş ile dönemin Avrupa’daki Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu Başkanı Lokman Kondakçı'nın yaptığı görüşmeye dair bant kayıtları da vardı. Bu kayıtlarda anlatılanlar tam bir itirafnameydi. Kondakçı, 12 Eylül öncesi MHP ve ülkücülerin suç faaliyetlerine dair bilgiler verirken, 16 Mart katliamının faillerinden iki kişinin ismini de veriyordu. Biz de bu suç belgesini 16 Mart davasının görüldüğü mahkemeye delil olarak sunduk. Bunun üzerine, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), bu belgenin kendi arşivinden çalındığı iddiasıyla 16 Mart Davasının avukatları ve bu konuyu haber yapan gazeteciler hakkında suç duyurusunda bulundu. Birçok gazeteci hakkında davalar açılırken, avukatlar arasından da yalnızca benim hakkımda dava açmayı uygun gördüler. Bu arada, 16 Mart Davasına birlikte katıldığımız diğer avukatlar da, “Bu eğer bir suçsa, bu suçu bizler birlikte işledik.” diye savcılığa kendilerini ihbar etseler de bu başvurulardan hiçbir sonuç alamıyorlardı. Avukatlık görevimi yaptığım için hakkımda açılan dava da yıllarca sürdü. Öyle ki; çoğu zaman İstanbul Adliyesinin giriş katında 16 Mart Davasının görüldüğü mahkemede cübbemi giyip görevimi yaptıktan sonra, o cübbeyi çıkartıp, bir üst kattaki mahkemede sanık sandalyesine oturarak, bir alt katta yaptığım görevden dolayı yargılanıyordum. Bu yargılama sürerken, devlet kurumları da birbirleriyle adeta anayasa suçu işleme yarışına giriyordu. Örneğin Adalet Bakanlığı, bu tür belgelerin mahkemelerde kullanılmasına engel olmak için yargıya talimatlar gönderirken; MİT de, o belgeyi mahkemeye göndermeyi reddediyordu. Bu yazılar dosyada duruyor hâlâ… Diğer taraftan, kurumların yargıya müdahalesiyle eş zamanlı olarak; Mahkeme’nin kurumlara yazdığı yazılara ya hiç yanıt verilmemeye ya da gereği gibi yanıt verilmemeye de başlanmıştır. Tabii hal böyle olunca mahkemenin delil toplama faaliyeti de tamamen durdu. Biz de bu durumu protesto etmek ve kamuoyunun dikkatini tıkanan davanın üzerine çekmek için basın toplantısı yaparak duruşmalardan çekildik. Biz çekilince davamız da, birbirini takip eden duruşmalar boyunca aynı ara kararların copy-paste yapılmak suretiyle sayısız kez verildiği bir rutine bağlanmış oldu. Ancak katliamın 30 yıl dönümünden önceki son iki duruşmaya katılarak; davanın bir “zamanaşımı” kazasına uğramaması için geçirdiği safahatı mahkemeye anımsatma ihtiyacı duyduk. Özetle; davanın ceza hukukundaki adiyen “adam öldürme”  suçu kapsamından “örgütlü suç” kapsamına taşındığını; bu nedenle TCK.450.madde için öngörülen 30 yıllık zamanaşımı süresinin olayımıza uygulanamayacağını; TCK.149.madde de öngörülen örgütlü suç içinse zamanaşımı süresinin işlemeye dahi başlamadığını Mahkemeye anlattık. Tabii bundan da bir sonuç alamadık. Mahkeme davanın geçirmiş olduğu safahatı ve bizim bu yöndeki beyanlarımızı kale bile almadan, hatta bu konuda her hangi bir gerekçe üretme zahmetine dahi katlanmadan davamızı mücerret zamanaşımı gerekçesiyle düşürdü. 

Davanın önü tıkandıktan sonra biz de böyle bir sonu bekliyorduk

Avukat Cem Alptekin, Yargıtay'ın da temyiz gerekçelerini ve dosyayı hiç incelemeden, aynen hüküm mahkemesi gibi, yargılamanın geçirmiş olduğu safahatı görmezden gelerek ve her hangi bir gerekçe bile ortaya koymadan zamanaşımı kararını onadığına ve bu onama kararının kendilerine bugüne kadar tebliğ etmediğine de dikkat çekiyor. Alptekin, “Biz, Türkiye'de bir mahkemenin Kontrgerilla’yı mahkûm edebileceğine inanmasak da, bu yargılama sayesinde ve en azından Kontrgerilla’nın varlığının yargı önünde kanıtlanabileceğine ya da deşifre edilebileceğine inanarak hukuk mücadelesi verdik ve başarılı da olduk.” derken; dünya ve Türk hukuk tarihinde de bir ilke imza attıklarını da sözlerine ekliyor.

Bu davanın Türkiye’nin hukuk ve demokrasi mücadelesi tarihinde turnusol kağıdı etkisi yaptığını vurgulayan Alptekin'e göre; Türkiye’de Kontrgerilla operasyonları ve darbeleri cenneti iken; Kontrgerilla bu ülkede on yıllardır provokasyonlardan katliamlara at koştururken; Türkiye’deki demokrasi güçleri, aydınlar ve hukukçular Kontrgerilla’yla yüzleşmeye ve hesaplaşmaya hiç hazır (veya istekli) olmadı. Bu nedenle Türkiye’de yaşanan en önemli Kontrgerilla operasyonlarında (örneğin; 6-7 Eylül Olayları, 12 Mart ve 12 Eylül Darbeleri, 1 Mayıs 1977, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas katliamları ile aydın cinayetleri vb.) ve bunlara ilişkin görülen davalarda da Kontrgerilla sanık sandalyesine hiçbir zaman oturtulmadı. Bırakın sanık sandalyesine oturtmayı, Kontrgerilla’nın yargılanması talep dahi edilmedi. Diğer bir deyişle; bu tür davaların adiyen “adam öldürme” davası olmadığını; bunların “Anayasal düzeni ortadan kaldırma” veya “hükümetleri düşürmek için halkı silahlı çatışmaya teşvik” davaları olduğunu; bu davalarda zamanaşımı sürelerinin de buna göre işlemesi gerektiğini hiç kimse ileri sürüp savunmadı. Oysa, aynı süreçte, “sol örgüt” davaları “Anayasal düzeni ortadan kaldırma” veya “hükümetleri düşürmek için halkı silahlı çatışmaya teşvik”ten görülüp karara bağlanırken; zamanaşımı süreleri de bu “örgütlerin” devam eden faaliyetine göre uzatılırken… İşte 16 Mart Davası, her şeyden önce bu hukuk cinayetini gözler önüne sermiş oldu. Ardından; 25 yıllık hukuk mücadelemiz sırasında hep kamuoyu desteği için haykırdığımız bu davaya, medyanın göstermelik ilgisinin dışında, demokrasi güçlerinin ve hukuk kurumlarının maalesef hiçbir ilgisi olmadı. Bu tablo ise, başta hukuk kurumları ve hukukçular olmak üzere, Türkiye’de demokrasiden ve hukuktan yana olan güçler için çok büyük bir ayıptır. Bunca yıldır Kontrgerilla’nın yargılandığı 16 Mart davasının yakınından bile geçmeyip; konu Ergenekon olunca, bir yerlerden pıtrak gibi bitip, her gün medyada ahkâm kesen “Kontrgerilla uzmanları”na bir bakın; bu insanların hiçbiri o günlerde ortada yoktur. Bugün ise, 16 Mart Katliamı Davasını yok sayarak ahkâm kesmeye devam ediyorlar. Bu gibiler bir de; “İtalya Gladyo ile hesaplaştı, Gladyo bitti.” türünden herzeler de yumurtluyorlar. Hata sol’dan bu süreçleri samimiyetle analiz eden bazı yazarlar bile, bu propagandanın etkisi altında Gladyo analizleri yapabiliyorlar. Oysa ortada biten hiç bir şey yok. Kimse Gladyo ile falan hesaplaşmadı ve hesaplaşmıyor. Bu suç örgütü, yeni savaş konsepti ve anlayışı ile görev başında; deyim yerindeyse “yaşıyor ve savaşıyor”: Patronu adına ev sahibi ülkelerin halkları için, Guantanamo, Ebu Gureyb vb. işkencehaneler, yeni yeni darbeler örgütlüyor. Bazı ev sahibi ülkelerde ise; her türlü psikolojik savaş yöntemini kullanarak “ileri demokrasi” ilizyonuyla, hukuk ve yargı operasyonları yapıyor, Bu süreçte yine her zamanki gibi; kılıç artıkları sarf malzemesi olarak tüketilirken; büyük enstrümanın çalgıcıları ise her daim korunuyor ve taltif ediliyorlar.

Adaletbiz/Yeşim Turan