Radikal yazıişlerinin eski çalışanlarından gazeteci Cevdet Aşkın’ın “Küresel ve Yerel Dezenformasyon” kitabı Epos Yayınevi tarafından yayımlandı. Aşkın’la “medyada dezenformasyon” kavramını küresel ve yerel örnekleriyle incelediği kitabı hakkında konuştuk.

Kitaba, Walter Lippmann’dan “Yalanları ayırt edebilecek araçlardan yoksun olan bir toplumda özgürlükten söz edilemez” alıntısıyla başlıyor ve “Kamunun doğru bilgiye erişmesi bir demokrasi sorunudur” diyorsunuz. Güncel tartışmalardan önce dezenformasyonun bu açıdan kavramsal bir çerçevesini çizebilir miyiz?
Benim gazetecilik yaşantımın önemli bir anısı, 1999 yılında NATO’nun Sırbistan’a yönelik 78 gün süren hava harekâtını izlememdir. Bir dış haberci olarak her gün, hemen hemen bütün enformasyon kaynaklarından bu harekâtın haberleştirmesini yaptım. Ama o zamanlar en çok dikkatimi çeken şey, aslında bunun büyük bir dezenformasyon kampanyası olduğu idi. Uluslararası haber ajansları ve CNN gibi başlıca enformasyon kaynaklarından gelen haberlerin bir derlemesini yapmıştım. “NATO’nun Kosova harekâtı ya da dezenformasyonun küreselleşmesi” isimli yayımlanmamış bir çalışmadır bu. İlk kez dezenformasyon bu denli büyük şekilde, uluslararası çapta kullanıldığı ve bunun egemen bir ülkenin parçalanmasının enstrümanı haline getirildiğini orada teşhis ettim ve o tarihten itibaren bu benim kafamın bir yerinde kaldı. Haberlerdeki dezenformasyon unsurları karşısında seçici hale geldim.

Dezenformasyon, genellikle savaş ya da çatışmalı süreçlerde egemen ülkelerin ya da egemen sınıfların siyasal çıkarlarını ilerletmek için kullandıkları bir enstrüman durumunda. Peki bunun sonucu ne oluyor? Şu oluyor: Dünya halkları kendi gelecekleriyle ilgili önemli bilgilerden yoksun kalıyor ve kendi çıkarlarına aykırı eylem süreçlerinin bir unsuru haline geliyorlar.

Yerel boyuttaki dezenformasyon kampanyalarında ise geniş kitleler egemen kesimlerin siyasal talep ve çıkarlarının destekçisi haline getiriyorlar. Bu haliyle dezenformasyon esasen halkların aleyhine kullanılan bir enstrüman oluyor. Bu nedenle bütün iletişimcilerin ve siyaset bilimcilerin odaklanması gereken konulardan biri olduğunu düşünüyorum. Çünkü doğrudan demokrasiyle ilgili bir sorun haline geliyor. Lippmann’ın sözleri bu açıdan önemli: Yalanları ayırt edecek araçlardan yoksun olan toplumlar özgür değildir. Ve böyle bir toplumda demokrasiden de söz edilemez. Demokrasiler esasen karar alma süreçleriyle ilgilidir ve karar almada bilgiye erişim hayati önemdedir.

Şöyle söyleyebilir miyiz: Kosova operasyonunda veya Körfez Savaşı’nda bu uluslararası dezenformasyon olmasaydı, Yugoslavya’nın parçalanması, Irak’ın bugünkü haline gelecek şekilde yıkımı bu kadar kolay olmaz mıydı?
Tabii ki olmazdı. İster yerel ister küresel boyutta olsun bir harekât düzenlemek ya da bir rejimi değiştirmek için önce kamuoyu oluşturmanız, bir nevi kitlelerin rızasını almanız gerekiyor. Aksi halde böyle bir harekâtı çok uzun süre devam ettiremezsiniz. O yüzden özellikle ABD ve Pentagon, bu iş için özel ekipler oluşturuyor. 2003’teki Irak harekâtında düpedüz haberlerin belli bir formatta verilmesi; hep bu saldırının haklı ve meşru olduğu algısı yaratacak, insan kayıplarını ve savaşın çirkin yüzünü gizleyecek şekilde verilmesi için özel ekipler oluşturuldu ve bu amaçla finans kaynakları oluşturuldu. Bunun detayları kitapta var. Salt kaba güçle coğrafyaların dizaynı eskidendi. Günümüzde “insani müdahale” gibi söylemlere gerekçe üretmek gerekiyor. Gerçekler doğrultusunda yayın yapılsaydı bu operasyonları “insani müdahale” vs. gibi gerekçelerle yapmanın imkânı kalmazdı. Yugoslavya ve Irak için söylenen Kosova’da soykırım ve kitle imha silahları efsanelerinin doğru olmadığı ortaya çıktı. Kosova’daki “toplu mezarlar” anlatısının çöküşüne kitapta değiniyorum. On binlerce insanın öldürüldüğü iddiasıyla başlayan sürecin sonunda oraya giden uluslararası gözlemciler doğru dürüst toplu mezar bile bulamadı.

Dezenformasyon toplumları yönlendiriyor ve bunun mecrası bir bütün olarak medya… Kitapta şöyle bir tespit var: “Dördüncü güç olarak görülen medya artık diğer üç gücün bir uzantısı haline gelmiştir…” Yaygın anlamda medyanın günümüzdeki karşılığı bu mu? Medya artık bir dezenformasyon aparatı mı?
Medyanın dördüncü bir güç olduğu, yasama, yürütme ve yargıyı kamu adına denetlediği tarif esasen 19. yüzyıla ait, 20. yüzyılda böyle bir şey yok. Dünya çapında kitle iletişim araçlarının sermaye sahipliği büyük şirketlere aittir, oligopol bir yapı söz konusudur ve diğer üç gücü kamu adına denetleme pozisyonunda değildir. Çarkları yağlayan, sistemi pürüzsüz hale getirmeye çalışan bir rol üstlenmiştir artık. Zaten baktığınızda ana akım medya kuruluşlarında kitlelerin çıkarına bir yayıncılığa rastlayamazsınız.

Kitabın temel tezlerinden biri şu: Küreselleşmeyle birlikte, mal, hizmet, sermaye ve bilginin küresel serbest dolaşımı, dezenformasyon için de geçerli oldu; artık dezenformasyonun kendisi de küresel bir süreç… Ama günümüz itibariyle yeni bir olgu daha var belki de denkleme katılması gereken: Sosyal medya… İnternet erişiminin olanakları, insanların kişisel medyalarını kurmaları, yurttaş gazeteciliği gibi kavramlar buna karşı bir direnç oluşturmak için bir olanak olarak görülemez mi?
Bir kere çağımızdaki bu bilgi çokluğunun, bu enformasyon bolluğunun, aslında bizim doğru enformasyonu çekip çıkarmamızı zorlaştırdığına ilişkin bir yaklaşım var. Bu bilgi bolluğuna rağmen bir bilgi kıtlığı yaşıyoruz bu doğru. Sizin sosyal medya olarak söz ettiğiniz şey de bunun bir unsuru. Ama –belki de Habermasyan yaklaşımla– kamusal alanın yeniden fethi, tesisi açısından bunun bir imkân olduğunu düşünüyorum. Sosyal medya mecraları içinde de kendisini seçkin hale getirecek unsurlarla böyle bir direnç gösterilebilir. Elbette her türlü haber yer alacaktır bu mecralarda ama doğruyu yalandan ayıran odakların olması lazım. Bence hakikate, doğur bilgiye erişimde sosyal medya bir rol oynayacak. Henüz bu işin biraz başındayız sanırım. Dezenformasyonun deşifre edilmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Sermaye sahibi değilsek eğer, hakikat için yapabileceğimiz en iyi şey bu gibi görünüyor şu anda…

 2012 sonuna kadar sürmüş bir aktif gazetecilik yaşantınız var. Sonra da medyayla iç içe bir akademik hayat var. Medyada dezenformasyon süreçleri nasıl işliyor? Bunun mekanizması ne? Haberin ham maddeden mamule dönüşmesi süreci nasıl bir süreç?
Haber, gerçekliğin sosyal olarak yeniden inşasıdır. Muhabirle başlayan yazı işleri müdürüne kadar devam eden, hatta yeri geldiğinde yayın yönetmenin de dâhil olduğu bir süreçtir bu. Ve zaten sürecin daha en başında muhabir, gerçekliği kendi düşünce sistematiği içinde algılar ve bu da bir müdahaledir. Okuyucuya, izleyiciye ulaşan haber bu müdahalelere silsile halinde maruz kalmıştır. En iyi niyetli durumda bile haber haline gelmiş metin asla gerçekliğin birebir kendisi değildir, onun bir tür yeniden inşasıdır. Dezenformasyon, bu süreçteki çerçevelemenin kasti olarak bükülmesidir. Eşik bekçileri olarak da anılan, editörler, yazı işleri müdürleri vs. bu üretimde rol oynarlar ve bunlar yazılı olmayan kuralların bilgisine sahiptir. Sözgelimi o sermaye grubunun aleyhine olacak bir haber ya yer almaz ya da rahatsızlık verecek unsurlarından ayıklanarak verilir.

Elbette medyada yer alan bütün haberler dezenformasyon amaçlı değildir. Kitapta da özellikle vurguladım ki, özellikle savaş dönemlerinde ve çatışmalı süreçlerde bu bir ihtiyaç haline geliyor. Yerel boyutta çatışmalı süreçlerde, uluslararası boyutlarda da savaş durumunda ya da bir ülkeye yönelik müdahale durumunda ortaya çıkıyor.

Bu durumda Türkiye açısından en yaygın dezenformasyonun Kürt sorunu etrafındaki çatışmalı sürece dair olduğunu söylemeliyiz galiba... Siz bu çatışmalı sürecin kendisini de yakından takip ediyorsunuz ve kitabın önemli bir bölümünde de özellikle “çözüm süreci”ne ilişkin tespit ve analizler var… Ne oldu/oluyor ve biz ne izledik/izliyoruz?
2013 yılı ocak ayının bayından itibaren, Kürt sorunun “çözümüne” dair bir sürecin başladığını bütün Türkiye kamuoyu biliyor. Oysa en baştan beri tarafların oturup üzerinde anlaştığı bir “çözüm süreci” yoktu. Ne vardı? Hükümet tarafı PKK’nın tasfiye edilmesi için yola çıkmıştı. Öbür tarafta Kürt sorunun çözülmesi için hükümeti adım atmaya zorlamak için… Ama ortada iki tarafın da üzerinde anlaştığı bir zemin hiçbir zaman olmadı. Her iki taraf da bazı kavramları, sözcükleri ortak kullandılar. Oysa içerik taraflar için çok farklıydı. Örneğin “çözüm”, “barış”, “aşamalar”, “müzakere” gibi anahtar sözcükleri kullandılar.

Aslında hiçbir zaman gerçek bir müzakere masası olmadı ama her iki taraf da böyle algılanmasına katkıda bulundu ve bir noktaya geldikten sonra bu haliyle de sürdürülemez oldu, diyorsunuz. Hatta sürecin, şimdi içinde bulunduğumuz çatışmalı durumdan çok daha önce sona erdiğini söylüyorsunuz. Peki bunlar olurken toplumun algısı nasıl yönetildi ve gerçekte o esnada neler oldu sizce?
Yerel seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler; üç seçim öncesinde de hasar gören algı yeni bir hamleyle canlandırılmaya çalışıldı. Özellikle hükümetin buna ihtiyacı vardı. Seçimlerin sakin ortamda geçmesini istiyordu ve “teröre son vermiş bir iktidar” olarak görünmek istiyordu. Çok da fayda gördü bundan, iki seçimi rahat şekilde kazandı bunun büyük katkısıyla. Üçüncü seçim öncesinde de bunu canlandırmaya çalıştılar, fakat ne zaman HDP’nin barajı aşacağı anlaşıldı, ondan itibaren hükümetin bütün söylemi değişti. HDP, PKK ile özdeşleştirilen bir parti olarak tarif edildi, şeytanileştirildi ve bu bol miktarda dezenformasyonla yapıldı. Seçim öncesi Ağrı ve Diyarbakır’da yaşananlar da bununla ilgiliydi. Kürt tarafını kriminalize edecek bir strateji izlendi. Ama olmadı. HDP yüzde 13’ü çıkarınca, tabiri caizse masaya tekmeyi vurdular.

Bu iki buçuk yıllık süreçte Kürt tarafının kazanımı ne oldu?
Kürt tarafı kamuoyunda “aslında barıştan yana olduğuna” dair bir izlenim bıraktı. HDP’nin Türkiyelileşmesi denen süreç ilerledi. Yani 13 puanlık oy bu sempatiyle sağlandı. Özellikle Demirtaş’ın kişiliğinde bu sempati çok yükseldi. Şimdi yeniden başlayan yoğun dezenformasyon kampanyaları bu imajı bozmak, bu sempatiyi ortadan kaldırmak için. HDP sanki yüzde 13 kitle tabanına sahip, seçim hükümetine iki bakan vermiş bir parti değil de bir terör örgütü gibi, Türkiye’yi parçalamak isteyen bir odak gibi lanse ediliyor.

Toplumun geniş bir kesiminde “7 Haziran’dan sonra iş değişti” gibi bir algılama oldu…
Kesinlikle daha önce başladı bu. Çözüm süreci denen süreç, aslında cumhuriyetle yaşıt olan, 1984’te PKK’nın silahlı mücadeleye başlamasıyla yeni bir boyut kazanan sürecin bir ara dönemi, bir kesitidir. Ve taraflar bu süreçte dezenformasyonu da bir enstrüman olarak kullandılar. Örneğin hükümet bana diyor ki, çözüm oluyor. Ben bu esnada manipüle ediliyorum; bu süreci destekliyorum; ama bir süre sonra gelecek fırtınadan hiç haberim yok. İşte geldi. Doğuda, güneydoğuda olanlar ortada; batıda insanların işyerleri yakılıyor, ülkenin en büyük gazetesine saldırı yapılıyor…

2013 ocak ayından beri böyle bir fırtınanın gelebileceğinden söz ederken bun kast ediyordum. Biliyordum ki çok büyük bir infial olacak. Olgular doğru düzgün okunduğunda, realiteye bakıldığında çözüm sürecinin bir dezenformasyon olduğu görülüyordu. Şu çok açıktı: Suriye’nin kuzeyindeki Kürt oluşumuna dostane davranmayan bir yönetimin Türkiye’deki Kürtlere karşı dostane davranması mümkün değildir. Ne zaman ki devlet stratejik bir karar alır, o zaman zaten Suriye’deki Kürtlerle de içindekilerle de sorun yaşamazsın.

Geçen seneki Kobâne gerilimi buna ilişkin bir gösterge miydi?
Çok net değil mi? 2011-2012’de daha IŞİD yokken bölgedeki Kürtlerle sorun vardı. Bölgedeki Kürtlerle bir arada yaşamak için devletin stratejik bir karar vermesi gerekir. Ama böyle stratejik bir yönelim hiçbir zaman olmadı. Dolmabahçe mutabakatı denen gün bile ikisi farklı metin okudular. O ortak bir basın toplantısıydı sadece.  Her iki taraf kendi çizgisine göre bir şeyler söyledi. Ortak bir taraf yoktu.

Çözüm süreci ilan edildiğinde ve devamında medyada da –belki onla bağlantılı olarak- toplumda da yaygın bir destek oldu. Bugün birbiriyle çok zıt pozisyondaki gazeteler süreci destekleyen yayınlar yaptılar. Ama bugün çatışmalı sürece dönüldüğünde hükümete yakın medya kuruluşlarında daha keskin, sert bir dil var ama medyanın tümü aynı gönüllülükle üstlenmiyor bu dili. 90’lardaki konsolidasyon yok gibi…
80’lerden beri PKK’yla çatışmalı süreci izliyorum ve ilk kez bu kadar yaygın soru işaretleri ve itirazlar dile getiriliyor bu çatışmaya. İlk kez, sanki devletin değil de iktidarın savaşı gibi görülüyor bazı kesimlerde. İki buçuk yıl silah patlamamışken birden silahlar konuşmaya başlayınca kamuoyu da parçalanıyor doğal olarak. Bugün insanların itirazları da aslında o manipülasyonun bir sonucu. İnsanlar anlayamıyorlar, “hani çözüm süreci vardı, ne oldu” diyorlar. Aldatıldıklarını hissediyorlar. Kamuoyu sanki bir çözüm süreci varmış gibi aldatıldı ve bugünkü itiraz tablosu biraz da böylelikle ortaya çıktı. Dezenformasyonla kandırılmış insanların öfkesine tanıklık ediyoruz.

http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/aslinda-en-bastan-beri-bir-cozum-sureci-yoktu-426509