Av. Feyzi Çelik

Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun (CMK) kapsamı başlıklı 1. maddesinde, “Bu kanun, ceza muhakemesinin nasıl yapılacağı kurallar ile bu sürece katılan kişilerin hak, yetki ve yükümlülüklerini düzenler.” Ceza muhakemesine katılan kişilerden kast edilen bu süreçte yer alan hakim, savcı, şüpheli, sanık, mağdur, tanık ve benzer kişilerdir. Kanunda geçen hak, yetki ve yükümlülüğün ne anlama geldiği, hangi durumda hak, hangi durumda yetki, hangi durumda yükümlülük olduğunun bilinmesi gereklidir. Muhakeme sürecinin en önemli kişisi olan şüpheli ve sanığın savunma hakkını anadilinde yapmak istemesi “hak mı, yetki mi yoksa yükümlülük mü?” sorusuna cevap vermek gerekiyor.

Hak, hukukça korunan ve bundan yararlanılması hak sahibinin iradesine bağlı olan çıkarları, yetki, bir görevi, bir işi yasaların verdiği imkânlara göre, belli şartlarla yürütmeyi sağlayan hakkı, yükümlülük, yapılması zorunlu olanı ifade eder. Örneğin şüpheli ve sanığın yüklenen suç hakkında açıklamada bulunmaması (susma) hakkı, sanık veya şüpheli açısından bir hak iken, bu hakkın sanık veya şüpheliye hatırlatılması muhakemede yer alan kolluk, savcı veya hakimin yükümlülüğüdür.

Siyasi karar

Bu temel kavramların tanımından hareketle kişinin anadilinde savunma yapması o kişinin kullandığı bir hakkı ifade eder. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun hiçbir maddesinde sanık, şüpheli veya mağdurun Türkçe konuşması konusunda hüküm yoktur. Buna rağmen mahkemeler özellikle KCK davalarında şüpheli veya sanıkların sanki Türkçe savunma yapmak zorunluluğu varmış gibi kararlar vererek o kişileri savunma hakkından da yoksun bırakmaktadırlar. Bu anlayış hak olarak tanınan bir hususun yükümlülük olarak adlandırılıp kişilerin elinden alınması sonucunu doğuruyor. Türkçe dışında bir dilin kullanıldığını gördüğü anda mahkeme o kişiye tercüman atama yükümlülüğü altına girmektedir. Mahkeme tercüman ataması yapmayarak yükümlü olduğu bir hususu yerine getirmemekle hukuka aykırı davranmaktadır. Kürtçe savunma hakkı konusunda yaşanan en büyük ihlal bu şekilde yaşanmaktadır. Böylece yasaların hak olarak tanıdığı hak mahkemeler aracılığıyla kullanılamaz duruma getirilmektedir. CMK’nun 202. maddesinde: “sanık veya mağdur, meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmiyorsa”  ibaresine dikkat etmek gerekiyor. Maddede “Türkçe biliyorsa, Türkçe konuşacak” diye bir ibare olmuş olsaydı yükümlülükten söz edilebilirdi. “...Türkçe bilmiyorsa” ibaresi sanığa bu konuda hak tanımakta iken hakim veya mahkemeden beklenen bu durumda ona tercüman atamaktır. Yasanın gerekçesi de bu yorumu haklı kılmaktadır. Bu madde ile amaçlanan sanığa savunma hakkı kapsamında aydınlatma hakkına katkı sunmaktır. Konuya haklar penceresinden bakıldığında sanığın kendisini Türkçe olarak savunma hakkı da bulunmaktadır. Hakkın kullanımı kişinin takdirinde olduğundan dolayı “bir kimse hakkını kullanmaya zorlanamaz” ilkesi de ihlal ediliyor. Bu açıdan bakıldığında yanlışlığın mahkemelerin yasa hükmünü yanlış yorumlaması veya uygulanmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle yasada ana dilde savunma yasağı varmış gibi değişiklik yoluna gidilmesine gerek yoktur. Değişiklik adı altında ana dilde savunma hakkının kapsamını daha da daraltılması gündeme gelebilir bu da kalıcı rahatsızlıkları beraberinde getirebilir. Ancak yeni yapılacak yasayla ifade ve hak arama özgürlüğü kapsamında savunma hakkını kısıtlayacak uygulamalar konusunda mahkemelere takdir hakkı vermeyecek şekilde düzenleme yapılabilir. Yasaya konulacak “savunma hakkını ortadan kaldıracak kararlar verilemez” denilerek savunma hakkının mutlaklığı vurgulanmalıdır. Türkçe konuşmayan kişilerin savunma hakkını kullanmış sayılması şeklinde yorumlara izin verilmeyecek düzenleme yapılması şarttır. Ancak bize göre bu uygulama tamamen mahkemelerin keyfi davranmasından ileri gelmektedir. Yargılamanın tıkanması anlamına gelen bu uygulama karşısında HSYK’nın yetkisini kullanmayışı da dikkate alındığında mahkemelerin hukuka uygun olmayan bu uygulamaların siyasi destekle buna cesaret ettiği söylenebilir.

Hukuk felsefesine aykırı

CMK’nun 202. maddesinde “...atanan tercüman aracılığıyla duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin noktalar tercüme edilir.” Hükmü incelendiğinde bu dosyalarda yargılanan sanıklar iddianamenin tercümesini de istememektedirler. Onları istedikleri ana dillerinde savunmalarını yapabilmektir.

Bazı hukukçular sanıkların ana dilinde savunma yapmalarının hakları olduğunu, ancak Türkçe bilmeleri nedeniyle ana dillerinde savunmada ısrar etmelerinin hakkın kötüye kullanılması olarak yorumlanmaktadır. Kişi anadilde savunma hakkını kullanırken bu hakkın kaynağı “hiç kimse kanaat ve düşüncesini açıklamaya zorlanamaz” ilkesinden almaktadır. Bu ilke Anayasa’da da yer alan mutlak bir ilkedir. Anayasaya göre bu ilke konusunda genel veya özel sınırlama mümkün değildir. Anayasa ile dahi getirilemeyen bir yasağı hukukun genel ilkesidir diyerek yasaklama yoluna gidilmesinin yolu alçılıyor. Ceza uygulamasında sanık aleyhine geniş yorum yasağı vardır. Dar yorum yapılması ilke haline getirilerek zayıf durumda bulunan sanık haklarının korunması amaçlanmıştır. Hakkın kötüye kullanılmaması, tarafların eşit olduğu özel hukuk ilişkilerinde anlam ifade eder. Bir tarafı kamu otoritesi olan ve tek taraflı irade ile bireyin özgürlüğünü kısıtlama imkanı bulan yargılama makamları karşısında bireyin hakkını kullanımını hakkın kötüye kullanılması olarak sayılması özgürlükçü hukuk anlayışıyla da bağdaşmaz. Bu yorum otoriter bir hukuk anlayışına yol açar. Nitekim zorunlu avukatlığa tabi olduğu halde avukatların hakkını kötüye kullandığı gerekçesiyle Balyoz Davasında avukatlar olmadan yargılamaya devam edilerek hüküm verilmiştir. Avukatsız yargılamayı kural haline getiren bu yorumun daha da vahim sonuçlara neden olabileceğini görmek gerekiyor.

CMK’nun 202. maddesindeki düzenleme bir amaç için getirilmiştir. Buradaki amaç, hakimin önüne gelen kişinin kendisini savunacak ortam ve imkanı vermesidir. Uygulama bunun tam tersi olarak işliyor. Hukuk Felsefesinin gereklerine de aykırı davranılıyor. Hele hele mahkemelerin “sanıkların kendilerini Türkçe daha iyi ifade edecekleri” gerekçesi de yersizdir. Çünkü mahkeme, ana dilde savunma hakkını tanımayarak sanıkların kendilerini hiç ifade etmemesine neden olmaktadır. Türkçe konuşmak onlara dayatılmakta; dayatma sanıkların kendilerini hiçbir şekilde savunmamakla sonuçlanmaktadır. Hukuk, kişilerden önce kendisi güvenilir olmak zorundadır. Anayasa ve Avrupa İnsan Haklar Sözleşmesi kişilere bu güvenirliği verdiği için kişiler bu hakkını bu şekilde kullanmaktadırlar. Bu hakkın kullanımını imkansız hale getiren hukuk kurumları bu uygulamalarıyla hukuk devleti ilkesinin en önemli görünümlerinden biri olan hukuk güvenliğini de tehdit etmektedirler.

Hukuk, adaleti esas alarak toplumsal barışa varılmasını amaçlar. Kişilere boyun eğdirerek barış gelmez. Mahkemeler, kişilere Türkçe savunmayı dayatarak ülkedeki barış ortamını da tehlikeye sokmaktadırlar.

Mahkemelerin ana dil konusundaki bu olumsuz tavırlar, yargılanan kişiler arasında eşitliği de ortadan kaldırır. Mahkemede Türkçe konuşan kişiler, ana dilinde savunma yapmak isteyenlere göre daha avantajlı bir duruma gelebilir. Bu da eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelir.

Ceza yargılamasının temeli savunma üzerine kurulmuştur. Savunma ise tartışmayı zorunlu kılar. Savunma hakkının engellenmesi tartışmayı da ortadan kaldırdığına göre ceza hukukunun amacı olan maddi gerçeğe ulaşmak da imkansız hale gelmektedir. Bu da adaletsizliğe neden olmakta, yaşananlar hukuk tarihine kara bir leke olarak geçmektedir.

Kanunların yorumlanmasında ilk etapta esas alınan ve kanunun bir parçası sayılan CMK’nun 202. maddesinin gerekçesinde de tercüman tayin etmenin savunma hakkının pekiştirilmesi olarak vurgulanarak Türkçe dışında başka bir dille savunmanın bir hak olduğu ortaya çıkıyor, konuyu hukuk güvenliği, ifade özgürlüğü, hukuk güvenliği, toplumsal barış, eşitlik ve adalet ilkeleri doğrultusundaki yaklaşıldığında asıl ihlalin nereden geldiğini bilmek gerekiyor.