Hakan yaşadığı şaşkınlığı ve şoku bugünkü köşesinde "Sabahın 5’inde kapıyı çalan sütçü değil polisti" sözleriyle anlattı.

İşte Ahmet Hakan'ın köşesinde yazdığı o anlar

Yavuz Oğhan ve Hande Fırat’tan baştan çıkarıcı bir teklif geldi: “Hadi Ruhi Bey’e gidiyoruz”. Duymuştum “Ruhi Bey”i... Adını Edip Cansever’in “Ben Ruhi Bey nasılım” şiirinden alan bir Ankara mekânı. Özellikle Ankara gazetecilerinin uğrak yeri... Fakat öyle yorgundum ve bitaptım ki, bu “cazip teklif” bile beni baştan çıkaramadı. Ödünsüz bir kararlılıkla “Ben gelmiyorum” diye kestirip attım ve Edip Cansever’e duyduğum sonsuz hürmete karşın otelin yolunu tuttum. Odama girdim. Ve on satır bile okuyamadan dalıp gittim.

Tak! Tak! Tak! Tekinsiz olduğu her halinden belli olan bir ses... Uyku ile uyanıklık arasında kafamı kaldırdım. Bir daha dinledim. Evet, kapı vuruluyordu. Saate baktım: Sabahın 5’i... Yaşlı insanlara özgü bir tevekkül içinde “Hayırdır inşallah... Hayırdır inşallah...” diye sayıklayarak kapıyı açtım. Karşımda beş kişi vardı: Resmi kıyafetli üç polis memuru, takım elbiseli bir otel görevlisi ve bir özel güvenlikçi. Gözlerimi ovuşturdum, bir daha baktım. Evet, evet... Yasal mermisiyle polisler duruyordu karşımda. Kısacık bir an içinde...

SİLİVRİ KONULU BİR RÜYA GÖRDÜM

“Sanırım Silivri konulu bir rüya görüyorum” diye düşündüm. Ve içimden mahpushane çeşmeleri aktı.

Polis memurlarından birinin “Hakkınızda yakalama emri var Ahmet Hakan Bey” demesiyle irkildim. Bu bir rüya değildi, kaskatı gerçekti. Sabahları beş kahveyle bile kendine zor gelen bünyem, doğal olarak olayı hemen kavrayamadı. “Ne? Yakalama mı? Emir mi?” falan diye kekeledim. Polis memuru, benimkiyle abartılı tezat oluşturan hayli enerjik bir ses tonuyla “Evet, yakalama emri” dedi. Sonra başladı anlatmaya: “İstanbul’da görülmekte olan bir dava nedeniyle hakkınızda yakalama emri çıkarılmış. Bizimle karakola gelmeniz gerekiyor”.

Hayatımın en hızlı toparlanmasıyla çıktım odadan. İçinden telsiz seslerinin yükseldiği bir polis minibüsüne atladık ve “Ver elini Esat Karakolu” dedik. Karakolda yorgun düşmüş polisler ve birkaç “olağan şüpheli” dışında kimse yoktu. Olağan şüphelilerden biri bana yaklaşıp, “Sen Ahmet Hakan değil misin? Dönek olsan da severim seni” demesin mi? Neyse... Araya polisler girdi ve gayet bir lüzumsuz tartışmanın önü kesildi.

Karakolda resmi işlemler tamamlandı. Polis eşliğinde adli tabip’e çıktım. Adli tabip “Darp falan var mı?” dedi, işkenceye sıfır tolerans gösterilen bir ulusun çocuğu olarak gururla “Yok... Hiç yok” dedim. Sonra tekrar polisler eşliğinde Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne doğru yola çıktık. İyi kalpli polislerden biri “Şurada bizim hemşerinin bir fırını var, poğaçası nefistir” diyerek, gidip bir dolu peynirli poğaça aldı. Yedik. “Gerçekten nefismiş” diyerek bir görüş birliği sağladık. Kendimi bir an “Behzat Ç.” adlı dizide gibi hissettim.

Ve sonunda Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde, kapısında “Aranan Şahıslar” yazan odaya ulaştık. Çok geçmeden anlaşıldı ki... Hakkımda “yakalama kararı” verilen dava, Cem Uzan’ın bana açtığı davaymış. Ben o davada ifade vermişim, “yakalama emri” kaldırılmış, hatta davadan beraat etmişim. Ancak buna rağmen mekanizma işlememiş ve adım kayıtlarda “aranan şahıs” olarak geçmeye devam etmiş. Falan... Filan... İstanbul’daki avukatımın olağanüstü çabası ve Esat Karakolu’ndaki polislerin samimi gayretleri sayesinde saat 09.30’da “Serbestsin” denildi bana. Bu arada... Asayişten sorumlu Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Oktay Keskin’in candan misafirperverliğini de kayda geçirmeliyim. O olmasaydı vakit geçmek bilmezdi.

KAPIYI SÜTÇÜ ÇALIYORSA

Demokrasinin meşhur bir tarifi vardır: “Sabahın beşinde kapı çalındığında gelenin polis değil de sütçü olduğundan emin olunan rejime demokrasi denir”. Ne diyelim? En iyisi dua etmek: Allah ülkemizi sabahın beşinde kapı çalındığında “Gelen sütçüdür sütçü” denilen bir ülke haline getirsin.


Gazete Vatan