Ali Aksoy'un bir değerlendirmesi..

Ali Aksoy kurban geleneğinin "Adem’in iki oğlunun, Habil ve Kabil’in Allah’a sundukları kurban ile başlamış ve tüm ilahi dinlerde bu gelenek kesintisiz olarak devam edegelmiştir." diyor.

“…Ve Habil koyun çobanı oldu, fakat Kain çiftçi oldu. Ve kain günler geçtikten sonra, toprağın semeresinden Rabbe takdime getirdi. Ve Habil kendisi de sürünün ilk doğanlarından ve yağlarından getirdi. Ve Rab Habile ve onun takdimesine baktı; fakat Kaine ve onun takdimesine bakmadı. Ve Kain çok öfkelendi ve çehresini astı. Ve Rab Kaine dedi: Niçin öfkelendin ve niçin çehreni astın. Eğer iyi davranırsan, o yükseltilmeyecek mi? ve eğer iyi davranmazsan, günah kapıda pusuya yatmıştır; ve onun istediği sensin; fakat sen ona üstün ol. Ve Kain kardeşi Habil’e söyledi. Ve vaki oldu ki, kırda oldukları bir zaman, Kain kardeşi Habile karşı kalktı, ve onu öldürdü”(Tevrat: Tekvin;4/2-9).

Kurban üzerine uzun bir değerlendirme. sabrınız varsa okuyunuz. Ali Aksoy değerlendirme yazısının bir yerinde şöyle diyor:

Bilindiği gibi Kevser Suresi Mekki bir surdir. Bu Mekkilik surenin her yerine ve her şeyine sirayet etmiş durumdadır. Bu, hem şekilsel yapı, hem dilbilgisel durum, hem de içerik açısından böyledir. Ayrıca rivayetler de bunu zaten böyle aktarıyor. Madem bu Kevser Suresi Mekki bir suredir. Üstelik bu ibadet bireysel ve hali vakti az çok yerinde olan her Müslüman üzerine vaciptir, bu durumda Mekke’de az çok hali vakti yerinde olan (ki esirler dışında ilk müslümanların hepsinin hali vakti az çok yerindedidir.) başta Rasülüllah olmak üzere her Müslümanın kurbanını kesmesi gerekirdi. Ancak Peygamberin ve Müslümanların ne Kur’an’da nede diğer metinlerde böyle bir uygulama içinde olduklarına dair, (üstelik hac mevsiminde, üstelik Mekke de olmalarına rağmen) bir ibare ve işarete rastlamıyoruz. Aksine Peygamberimiz ve arkadaşlarının Müşriklerin bazı yanlış uygulamalarından dolayı hac törenlerine katılmadıklarına dair rivayetleri de görüyoruz.

Şimdi sorulması gereken soru şu: madem bu ibadet ayetle sabittir ve Mekke de inmiştir, öyleyse herşeyden önce Allah’ın Rasülünün ve arkadaşlarının bu emri yerine getirmeleri gerekmez miydi? Bireysel anlamda bir adak ve şükür olarak kurban kesme bir gelenek olarak her zaman ve mevsimde yapıla gelen bir uygulama iken Müslümanyar niçin bunu hacdan bağımsız zorunlu bir ibadet olarak düşünmediler. Bu emri yerine getirmek için, yani kurban kesmek için niçin yıllarca beklendi Yani Hudeybiye anlaşmasına kadar Müslümanların aklına kurban kesme fikri gelmedi. Hem Kevser suresi nazil olalı çok olmuştu, hem de hac ile ilgili olarak kurban kesme geleneği zaten biliniyordu. Birkaç hac mevsimi geçtiği halde Kurban kesmediler de kurban kesmek için Hudeybiye antlaşmasını yani hac için Mekke’ye yolculuk yapmaya kadar beklediler?

Sabrınız varsa okumaya devam edin. Yazının tamamı:

(Mehmet Soyalan) Kur’an’ın, Hz. Adem’den Hz Muhammed’e kadar geçen süreçteki bütün peygamberlerin mesajlarının özünü ve temel prensiplerini içinde barındırdığını, İslam dediğimizde de, tüm bu süreci anladığımızı bir önkabul olarak kabul edersek, vahiy kültürü içerisinde kurbanın; Habil ve Kabil’den bu yana yaşayan bir gelenek olarak devam etmekte olduğunu söyleyebiliriz.. Elbette kurban sadece tek tanrılı dinlerle sınırlı bir inanış biçimi ve gelenek değildir. Kurban, hemen hemen bütün inanış ve kültürlerde canlılığını hala sürdüregelen bir ibadet biçimidir.

Kurban hemen hemen bütün inanış ve kültürlerde tanrı veya tanrılarla iletişim kurmanın, kendilerini ona affettirmenin, onun/onların kızgınlığının önüne geçebilmenin veya ona/onlara yaklaşabilmenin bir aracı olarak kabul edilmekte ve bu amaca yönelik olarak uygulana gelmektedir. Kısacası bugün veya geçmişte tek veya çok tanrılı bütün dinlerde kurban ritüeli, bireysel, hatta toplumsal arınmanın, başka bir deyişle tanrıya yakın olabilmenin, bu uğurda her şeyden vazgeçebilmenin bir ifadesi, aracı ve sembolü olarak kabul edilir. Ancak insanoğlu çok zaman sembolle gerçeği; amaçla, aracı karıştıra gelmiştir. Bu tespit kurban için fazlası ile geçerlidir.

İlahi dinlerin konu ile ilgili uygulama ve algılamalarında (İlahi olmayan dinleri tartışma dışı tutarsak), bir bozulmanın ve amacından sapmanın yaşandığı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle olsa gerek, Rabbimiz Kur’an’da; “Onların ne etleri Allah’a ulaşır, ne de kanları; lakin O’na ulaşan yalnızca sizin O’na karşı gösterdiğiniz bilinç ve duyarlılıktır”(22/37), diyerek, şekilciliği ve bozulmayı tespit ettiği gibi, bozulmadan kurtulmanın yolunu da göstermiştir. Ancak Kur’an’ın bu yol göstericiliğine rağmen Müslümanların uygulama ve algılamalarındaki bozulma ve amacından sapma yüzünden İslam’ın kurban anlayışı da tartışılır hale gelmiştir.

Kurban geleneğinin tüm dinlerde bulunmasına rağmen daha çok Müslümanların uygulamalarının tartışılıyor hatta eleştiriliyor olması, konunun tek boyutlu olmadığını, yani [private] sadece Müslümanların uygulamalarındaki problemlerden kaynaklanmadığını, siyasi ve fikri birçok nedeninin bulunduğunu ortaya koymaktadır. En önemli neden de günümüz aydınlanmacı egemen kültür ve algılamasının kurban anlayışıdır. Adınlanmacı egemen algılama, çok kesin ve tartışmasız bir şekilde Kurban kesme olgusunu, “vahşi” ve “canice” bir eylem ve davranış olarak tanımlamaktadır. Ve aydınlanmacı algılama Batı’ının ulaştığı ekonomik, askeri ve siyasi gücünü arkasına alarak bu anlayışını bütün bir yeryüzüne dayatmaktadır. Bugün Kurban geleneğini tenkit eden insanların konumuna ve durdukları yara baktığımızda çok açık bir şekilde bu aydınlanmacı yönlendirmeyi görüyoruz. Batıdaki kurban karşıtı söylemler bir tarafa, Türkiye ve diğer halkı Müslüman olan ülkelerde kurban karşıtı söylemlerin kökeninde de aydınlanmacı anlayış yatmaktadır.

Mevcut Batı kültürünü şekillendiren onun temel dinamiklerini belirleyen en önemli olgu, Eski Yunan dini ve anlayışıdır. Mevcut Hıristiyanlık inancı ve gelenekleri üzerinde de bu kültürün ve dini anlayışın etkisi oldukça fazladır. Dolayısıyla tüm din karşıtlığı söylemine rağmen aydınlanma düşüncesi üzerinde de Hıristiyanlığın etkisi sanıldığından daha çoktur. Pavlus’un, Roma ve eski Yunan kültüründen esinlenerek Hıristiyanlığı yeniden oluşturduğu konu ile ilgilenen herkesin bildiği bir gerçektir.. Mevcut Pavlusçu Hıristiyanlığın Roma ve Eski Yunan dini inanç ve anlayışının farklı bir versiyonundan başka bir şey olmadığı ortadayken, Aydınlanmanın din karşıtı söylemine bakılarak Hıristiyanlığa da karşı olduğunu veya her türlü Hıristiyani etkinin dışında olduğunu söylemek bir aldatmaca olur.

Buna rağmen mevcut İncillerde kurban ve kurban kesme geleneği ile ilgili bir çok ifade bulunmaktadır. Örneğin İncillere göre, Hz İsa Yahudilere ait Fısıh Kurbanını kesmiş etinden yemiş ve arkadaşlarına ikram etmiştir. Çünkü ilk dönem Hıristiyanları Yahudi geleneğindeki bir çok dini kural ve ritüelleri yerine getirdikleri gibi kurban kesme geleneğini de sürdürüyorlardı. Pavlus’un Hz İsa’nın Kudüs’teki öğrencilerinden yolunu ayırmasının en temel nedeni de Kudüs’teki Hz İsa taraftarlarının Musa Şeriatını uygulamakta olmalarıdır. Pavlus, Roma ve Eski Yunan dini anlayışlarının etkisinde kalarak, Hz İsa’nın çarmıhta can vermesini Büyük Kurban olarak değerlendirerek, kurban kesme geleneğini lağvetmişti ve kurban Hz İsa’nın bir ismi olmuştu. Hz İsa bütün insanlığın işlediği suçlara keffaret olarak çarmıhta kurban olmuştur. Ayrıca Hıristiyanlar ayin yaparken yedikleri, şaraba batırılmış ekmeğe de kurban demişlerdir.

Ogün bugündür Hıristiyan toplumlarda Hayvan kesme şeklindeki kurban geleneği uygulanmamaktadır. Bugün Batı dediğimiz coğrafyanın egemen dini anlayışı bilindiği gibi Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlığın mevcut uygulamalarında da kurban kesme geleneği şaraba batırılmış ekmek ile sembolize edilmekte ve kurban geleneği bu şekilde sürdürülmektedir. Hem Aydınlanma felsefesinin hem de mevcut Hıristiyanlığın oluşmasında en önemli etken Eski/antik Yunan ve Latin din ve kültürü olduğu için bu anlayış ve inançların kurban karşıtı söylemlerinin izlerini bu kültürlerde bulmak mümkündür.

Konunun kültürel, psikolojik, ideolojik temelleri tahlil edildiğinde Batı’daki kurban kesme karşıtlığının asıl nedeni kan akıtılmasına yani, hayvan katliamına olan tepki değildir. Öyle olsaydı Batıda et tüketiminin bugünküne göre çok düşük seviyelerde seyretmesi gerekirdi. Kurban kesme geleneğinin yaygın olarak uygulandığı Müslüman topluluklarda da et tüketiminin ve hayvan kesiminin batı toplumlarından çok fazla olması gerekirdi. İstatistikler bunun tersini söylüyor. Örneğin Türkiye ile herhangi bir batı ülkesi karılaştırıldığında, Batıda kişi başına Türkiye’dekinin neredeyse yirmi katı fazla et tüketilmektedir. Bu demektir ki, en iyimser tahminle Batıda Türkiye’dekinin yirmi katı fazla küçük veya büyükbaş hayvan kesimi yapılmaktadır. Üstelik bugün Hıristiyan Avrupa ülkeleri et ihracatının merkezi konumundayken Batılı anlayışın kurban karşıtı söylemini hayvan katliamını ile izah etmek mümkün değildir..

Belki, Türkiye ve diğer halkı Müslüman olan ülkeler için konuşacak olursak çevre kirliliği ve hijyenik koşullar öne sürülerek günümüzdeki kurban kesme biçimi ve şartları eleştirilebilir. Ancak bu durum, insanlara nefes alma imkanının bırakılmadığı, her yanın beton yığınına dönüştüğü birkaç metropol için geçerlidir. Bunun çözümü de çok basittir. Önüne gelen her şeye vergi koyan seçilmiş veya atanmış yöneticilerin vatandaşına yeterli, siteril kurban kesim alanlarının hazırlanmasıdır. Vatandaşın geleneği ile savaşmak yerine, vatandaşa hizmet esas alınsa bu sorunların büyük bir çoğunluğu yaşanmaz. Zaten Anadoluda herkes kurbanını bağında bahçesinde siteril ortamda kestiği için ne görüntü kirliği oluşmakta ne sağlık açısından bir sorun yaşanmaktadır.

Hayvan kesimine karşı olmak ayrı bir konudur ve kurban geleneği ile ilgili tartışmalardan bağımsız olarak ele alınmalıdır. Bu nedenle vejetaryen birisini veya bir hayvan koruma derneği üyesini anlamak ve düşüncelerinden dolayı ona saygı duymak mümkündür. Ancak buralarda da bazı sorunlar ve duyarsızlıklar söz konusudur. Konu sıradan bir kan akıtma ve öldürme karşıtlığının ötesinde bir anlama sahiptir. Çünkü bu kişilerin hergün onlarca insan katledilirken seslerini çıkarmamaları, bu konuda tepki gösteren sivil toplum örgütlerine destek vermemeleri de ilgi çekicidir. Ancak hergün kırmızı veya beyaz et tüketen birisinin Kurban kesme konusundaki tepkisini ve hassasiyetini anlamak mümkün değildir.

Batı için bir de şu söylenebilir. İnsan ve doğa katliamını yaşam biçimi haline getirmiş ve bugünkü zenginliklerini bu katliamlara borçlu olan sömürgeci güçlerin çocukları olarak, bugün kan akıtılmasına ve kan görmeye karşı oldukları sanılan batı toplumlarının bu tavırları, ilkeli bir duruştan çok, olsa olsa kendi vicdanlarını rahatlatmaya, kendi kanlı geçmişlerini ve uyguladıkları politikaların, ürettikleri silahların sonucu kendi coğrafyaları dışında hergün yüzlerce, belki de binlerce masum insanın katledilmesini örtmeye çalışma ve günah çıkarmanın farklı bir versiyonu olarak anlaşılabilir. İçlerindeki korku ve ezikliği atmak için çığlık atmanın, bir başkasına bağırmanın, başka bir deyişle, Hz İsa’nın da dediği gibi “kendi gözündeki merteği görmeden başkasının gözündeki çöpe” saldırma, kendinden kaçma ve gerçekten korkma psikolojisidir.

Kurban kesme geleneği ile ilgili tartışmalara gelince; bilindiği gibi bu gelenek neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Kurban kesme geleneği, hem Kur’an’da (5/27-32)/ hem de Tevrat’ta (Tekvin, bab:4;1-16) anlatıldığı gibi Adem’in iki oğlunun, Habil ve Kabil’in Allah’a sundukları kurban ile başlamış ve tüm ilahi dinlerde bu gelenek kesintisiz olarak devam edegelmiştir.

Habil ve Kabil’in kurban sunması ile ilgili pasajları Kur’an ve Tevrat’tan birlikte takip edelim. “Ve onlara gerçeği göstermek için Adem’in iki oğlunun kıssasını anlat; nasıl ikisinin birer kurban (karrebe kurbanen) sunduklarını birinciden kabul edildiği halde diğerinden kabul edilmediğini.[Onlardan biri, Kabil,] “Seni mutlaka öldüreceğim” demişti. [Kardeşi Habil] cevap vermişti:”Unutma ki Allah, yalnız O’na karşı sorumluluk bilincini duyanların (kurbanı)nı kabul eder”(Kur’an:5/27)

“…Ve Habil koyun çobanı oldu, fakat Kain çiftçi oldu. Ve kain günler geçtikten sonra, toprağın semeresinden Rabbe takdime getirdi. Ve Habil kendisi de sürünün ilk doğanlarından ve yağlarından getirdi. Ve Rab Habile ve onun takdimesine baktı; fakat Kaine ve onun takdimesine bakmadı. Ve Kain çok öfkelendi ve çehresini astı. Ve Rab Kaine dedi: Niçin öfkelendin ve niçin çehreni astın. Eğer iyi davranırsan, o yükseltilmeyecek mi? ve eğer iyi davranmazsan, günah kapıda pusuya yatmıştır; ve onun istediği sensin; fakat sen ona üstün ol. Ve Kain kardeşi Habil’e söyledi. Ve vaki oldu ki, kırda oldukları bir zaman, Kain kardeşi Habile karşı kalktı, ve onu öldürdü”(Tevrat: Tekvin;4/2-9).

Hem Kur’an’daki hem de Tevrat’taki bu ayetlerde kurbanın niteliği, kurbanın hangi şeyden olacağı, en önemlisi de kimlerin kurbanının kabul edileceği anlatılmakta ve esas olanın Allah’a karşı sorumluluk bilinci olduğu da özellikle vurgulanmaktadır. Aslında bu tespit kurban konusunu yeteri kadar açıklamaktadır. Göz boyamak ve birilerini kandırmak için kesilen kurbanın veya sunulan adağın her hangi bir değerinin olmadığı, iyi niyet ve samimiyetin esas olduğu açık bir şekilde ortaya konmuştur. İki kutsal kitaptaki bu ayetler günümüzdeki şekilciliğe ve kesmiş olmak için kurban kesmeye güzel bir cevaptır.

Bilinen tarihi bu şekilde başlayan kurban kesme geleneği, Yahudilikte değişik adlarla ve değişik şekillerde binlerce yıldır uygulana gelmektedir. Ali Osman Ateş’in tespitine göre, insan kurban edilmesi dahil, Fısıh Kurbanı, adak kurbanı, şükran kurbanı, günah (hattath ve hata (oshan) kurbanları, yakma (ola) kurbanı gibi kurban çeşitleri vardır. A.O.Ateş’e göre bu kurbanların bir kısmı İslam’da da mevcuttur. Yahudilikte kurbanlar sığır ve davar cinsindendir ve kusurlu hayvanların kurban edilmesi yasaklanmıştır. Bunlar İslam için de geçerli olan prensiplerdir. Tevrat’ta kurban ve takdimeler konusu, tüm kural ve incelikleri ile, Levililer kitabında çok teferruatlı olarak anlatılmaktadır. Kurbanlar genelde kesildikten sonra yakılmakta, “hoş” kokusunun Allah’ı memnun edeceği düşünülmektedir. Yahudilikte kurban etinin yenmesi veya fakirlere dağıtılmasına yönelik bir gelenek bulunmamaktadır. Yahudiliğe göre, kurbanın hepsi Allah’a aittir, bu nedenle etler mezbahlarda Allah için yakılır. Yalnızca fısıh kurbanından kurban sahipleri yiyebilirler; bu kurban gece kesildiği için gün doğmadan tüketilmek durumundadır, tüketilmeyenler güneş doğmadan önce yakılması gerekir. Yahudiler, Fısıh kurbanını evlerinde de kesmekle beraber Kurbanlarını genellikle kutsal addettikleri mekanlarda keserler. Dolayısıyla bu mekanlarda özel kurban kesim bölümleri bulunmaktadır. Benzer bir uygulama Cahiliye dönemi Arapları tarafından Kabe’de de uygulanmaktaydı. Burada da özel kurban kesim yerleri vardı. Rivayetlere göre Peygamberimiz bu uygulamayı sıhhi gerekçelerle Mina’ya taşımıştır.

Hıristiyanlarla ilgili uygulamaları daha önce ifade etmiştik. Hıristiyanlıkta, İncillerle uygulama arasında çelişkiler söz konusudur. Hem Markos (14/22-30) hem de Luka (22/7-14) incilinde, Hz İsa’nın Yahudilikteki Fısıh Kurbanını kestirdiği, bu kurbandan fısıh yemeğini hazırlattığı havarileriyle birlikte yediği anlatılmıştır. Yine İncillerde fısıh yemeğinin, kurban edilmiş kuzu eti ile mayasız ekmekten oluştuğu ifade edilir. Ancak Pavlus bu uygulamaları daha sonra ortadan kaldırmıştır. Bu konu İncillerde yer alan Pavlus’a ait olduğu sanılan İbranilere Mektup adlı ekte yer almaktadır. Pavlus orada şunları söylemektedir.

“Mesih gelecek olan iyi şeylerin başkahini olarak ortaya çıktı. Elde yapılmamaış, yani bu yaratılıştan olmayan daha büyük daha mükemmel çadırdan geçti. Erkeçlerin ve buzağıların kanı ile değil sonsuz kurtuluşu sağlayarak kendi kanıyla kutsal yere ilk ve son kez girdi. Dinsel açıdan kirli olanların bedensel temisliği için üzerine serpilen düvenin külleri ve erkeçlerle boğaların kanı onları kutsal kılıyor. Öyle ise sonsuz ruh aracılığıyla kendini lekesiz olarak tanrıya sunmuş olan mesihin kanının diri tanrıya kulluk edebilmeniz için vicdanınızı ölü işlerden temizleyeceği ne kadar daha kesindir. …… Böylelikle aslı göklerde olan örneklerin bu kurbanlarla ama gökteki asıllarının bunlardan daha iyi kurbanlarla temiz kılınması gerekti. Çünkü Mesih asıl kutsal yerin örneği olup elle yapılmış kutsal yere değil, ama şimdi bizim için tanrının önünde görünmek üzere asıl göğe girdi. Başkahinin yıldan yıla kendisinin olmayan kanla en kutsal yere girişinin tersine, Mesih kendisini tekrar tekrar sunmak için göğe girmedi. Öyle olsaydı, dünyanını kurtuluşundan beri mesihin tekrar tekrar elem çekmesi gerekirdi. Oysa Mesih kendisini bir kere Kurban edip günahı ortadan kaldırmak için çağların sonunda ortaya çıkmıştır. Bir kez ölmek ve ondan sonra yargılanmak nasıl insanların kaderi ise böylece Mesih’te birçoklarının günahlarını yüklenmek için bir kez Kurban edildi. İkinci kez günah yüklenmek için değil kendisini bekleyenleri kurtarmak için kendilerine görünecektir. Gelecekteki iyi seylerin Kutsal Yasada asıl örneği yoktur sadece gölgesi vardır.bu nedenle yasa her yıl sürekli olarak sundukları aynı kurbanlarla tanrıya yaklasanları yetkinliğe erdirmez “Yasa her yıl sürekli olarak sundukları aynı kurbanlarla tanrıya yaklaşanları asla yetkinliğe erdirmez. Eğer erdirebilseydi, kurban sunmaya son verilmez miydi? Çünkü tapınanlar bir kez günahlarından temiz kılındıktan sonra kendilerinde artık günah bilinci kalmazdı. Ama o kurbanlar insanlara yıldan yıla günahlarını anımsatıyor. Çünkü boğaların ve erkeçlerin kanı günahları ortadan kaldıramaz. Bunun için Mesih dünyaya gelirken diyor ki:

“Kurban ve sunu istemedin

ama benim için bir beden hazırladın

Tümüyle yakılan adaklar

Ve günah için sunulan kurbanlardan hoşnut olmadın.

O zaman dedim ki,

‘Yasa kitabında benim için yazılmış olduğu gibi,

senin isteğini yapmak üzere,

ey tanrım, işte geldim’.”

Mesih ilk önce,” kurbanları sunuları, tümüyle yakılan adakları ve günah için sunulan kurbanları istemedin ve bunlardan hoşnut olamadın” dedi. Oysa bunlar Yasa’nın bir gereği olarak sunulur. Sonra da, “senin isteğini yapmak üzere işte geldim” dedi. Yani Mesih, ikinciyi geçerli kılmak için birinciyi kaldırıyor. Tanrı’nın bu isteği uyarınca İsa Mesih’in bedeninin ilk ve son kez sunulması ile kutsal kılındık.

Her kahin, günden güne ayakta durup görevini yaparak günahları asla kaldıramayan kurbanları tekrar tekrar sunar ama Mesih günahlar için sonsuza dek geçerli olan tek bir kurban sunduktan sonra Tanrı’nın sağında oturdu. O zamandan beri düşmanlarının kendisinin ayakları altına serilmesini bekliyor çünkü kutsal kılınanları tek bir sunuyla sonsuza dek yetkinliğe erdirmiştir kutsal ruhta bu konuda bize tanıklık ediyor.” (İncil; İbranilere mektuplar: 9.ve 10. bölüm) İşte Hıristiyanlar bu anlayışın bir devamı olarak şaraba ekmek banarak kurban kesme geleneğini icat ettiler. Bu ritüelde, ekmek kurbanın etini, şarap da kanını sembolize etmektedir. Ve o günden bu güne bu şarap ekmek geleneği bu şekilde devam edegelmektedir.

Kurban kesme geleneği, Hz Muhammed’in peygamberliği öncesinde Mekke ve çevresinde de yoğun olarak uygulanıyordu ve bir çok kurban çeşidi vardı. Kurbanlar genellikle putlar için kesilirdi. Cahiliye Arapları hemen hemen her konuyu, kurban kesmek için bir vesile olarak görüyordu. Örneğin, çocuğun doğması, birinin ölmesi, bir felaket, iyi bir haber, ürünün bol olması, kıt olması, ilk doğan hayvanlar vs her şey kurban kesmek için yeterli bir nedendi.

Bu geleneklerin bazılarının uygulanmasına İslami dönemde de devam edilmiştir. Hadis kitaplarındaki rivayetlere göre bunların bir kısmına Peygamberimiz de izin vermiştir. Kurbanların önemli bir kısmında şirk unsuru temizlenerek uygulamaya devam edilmiştir. Bunlardan bazılar şunlardır:

1-Akika Kurbanı, 2-Adak Kurbanı, 3-Keffaret Kurbanı, 4-Fe’a ve Atire Kurbanı ve 5-Hac Kurbanı.

Kur’an’da keffaret, adak ve Hac kurbanından söz edilmekte diğer kurban çeşitlerinden ise bahsedilmemektedir. Ancak bu kurban çeşitlerinden de sadece Hacc esnasında kesilen kurbanının dini bir gereklilik olarak yerine getirilmesi istenmektedir. Adı geçen diğer kurban çeşitleri de direkt veya dolaylı olarak yine hac ile ilişkili bir şekilde yer almaktadır. Habil ve Kabil ile ilgili anlatım ise adak kurbanına örnek verilebilirse de orada Allah’a halis ve samimi bir şekilde yaklaşmanın gerekliliği ve önemi vurgulanmaktadır.

Ancak kurban anlayışı farklı ifade ve terimlerle Kur’an’da da yansımasını bulmuştur. Çoğunlukla hac ibadeti ile ilgili olarak kullanılmış, bazen de özel anlamda müşriklerin, genel anlamda insanoğlunun bazı yanlış algılayışlarına cevap verme, onları düzeltme amacı güdülmüştür. Bunu ayetlerin siyak sibakından anlıyoruz. Hz İbrahim ile ilgili hatırayı da kıssa tekniği içerisinde, Mekke, Mekkeliler, Kabe ve Rasülün ve Müslümanların Müşriklerle mücadelesi çerçevesinde ele alabiliriz.

Kur’an, Kurbanı’ın bir Allah’a yaklaşma biçimi olduğunu bazı rezervler koyarak kabul eder. Buradaki amacı ve niyeti sorgular. ve “Onların ne etleri Allah’a ulaşır, ne de kanları; lakin O’na ulaşan yalnızca sizin O’na karşı gösterdiğiniz bilinç ve duyarlılıktır”(22/37) der.

Ancak klasik kaynaklara ve Müslümanların özellikle de Osmanlı bakiyesindeki, Anadolu ve Rumeli coğrafyasına baktığımızda birçok abartının ve yanlış anlayışın olduğunu görürüz. Bunda sufi geleneğin etkisi yanında, şekilci ve lafızcı yaklaşımlarında etkisi sözkonusudur. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da fıkıh kitapları, pireyi, deve yapmışlardır. Hem Kur’an’daki ifadesinde, hem de ilk uygulama biçimlerinde genellikle hac ile ilgili bir ibadet ve bireysel bağlamda adaklarla ilgili bir uygulama olarak geçmesine rağmen, daha sonra, özellikle çağımızda kurban bireylerin uygulamak zorunda oldukları bir ibadet olarak algılanmaya başlanmıştır. Yani Namaz, oruç, zekat gibi zorunlu ibadetler olarak… Hac dışında kurban kesmenin dini bir gereklilik olduğunu savunanlar peygamberimizin sahih ve mütevatir hadislerinde yeterli malzemeleri bulamayınca Kur’an’dan konu ile ilgisi olmayan bazı sure ve ayetleri bu ibadetin varlığına delil olarak getirilmiştir.

Bu sure ve ayetlerin en meşhuru ise Kevser suresidir. Surenin “Fesalli li rabbike vanhar” ayeti “rabbin için namaz kıl kurban kes” şeklinde anlaşılarak, her durumda kurban kesmenin namaz gibi dini bir gereklilik olduğu ifade edilmiştir. Bu anlayış özellikle Hanefi mezhebi taraftarlarınca zorunlu bir uygulama olarak algılanmış ve bu mezhebinin vacip anlayışı çerçevesinde şekillendirilmiştir. Farz ibadetlerin bir altı olan vacip ibadetler katagorisine sokulmuştur. İlgili ayet, “vacibin” ne olduğunun bir örneği olarak aktarılır. Bu “vacip ibadetler” konusu başlı başına bir tartışma konusudur, ancak konumuzla dolaylı bir ilişkisi olduğu için başka bir çalışmanın konusudur.

Kevser suresindeki, “Fasalli li Rabbike Vanhar” ayeti kurbanın bireysel zorunlu ibadet olduğunun dayanağıdır. Kesmek, “Vanhar” kelimesinin birçok anlamından sadeci biridir ve kelimenin öz anlamı sabır ve dayanma ile ilgilidir. Ve dini ikame ederken, yaşarken , örneğin namaz kılarken çıkarılan zorluklar karşısında göğüs gerilmesini, sabredilmesini ifade eder. Ama asıl konuşulması gereken şey, bu ayeti “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” şeklinde anladıktan sonra, Allah’ın Rasülünün bunu nasıl uygulandığına niçin hiç bakılmadığıdır.

Bilindiği gibi Kevser Suresi Mekki bir surdir. Bu Mekkilik surenin her yerine ve her şeyine sirayet etmiş durumdadır. Bu, hem şekilsel yapı, hem dilbilgisel durum, hem de içerik açısından böyledir. Ayrıca rivayetler de bunu zaten böyle aktarıyor. Madem bu Kevser Suresi Mekki bir suredir. Üstelik bu ibadet bireysel ve hali vakti az çok yerinde olan her Müslüman üzerine vaciptir, bu durumda Mekke’de az çok hali vakti yerinde olan (ki esirler dışında ilk müslümanların hepsinin hali vakti az çok yerindedidir.) başta Rasülüllah olmak üzere her Müslümanın kurbanını kesmesi gerekirdi. Ancak Peygamberin ve Müslümanların ne Kur’an’da nede diğer metinlerde böyle bir uygulama içinde olduklarına dair, (üstelik hac mevsiminde, üstelik Mekke de olmalarına rağmen) bir ibare ve işarete rastlamıyoruz. Aksine Peygamberimiz ve arkadaşlarının Müşriklerin bazı yanlış uygulamalarından dolayı hac törenlerine katılmadıklarına dair rivayetleri de görüyoruz.

Şimdi sorulması gereken soru şu: madem bu ibadet ayetle sabittir ve Mekke de inmiştir, öyleyse herşeyden önce Allah’ın Rasülünün ve arkadaşlarının bu emri yerine getirmeleri gerekmez miydi? Bireysel anlamda bir adak ve şükür olarak kurban kesme bir gelenek olarak her zaman ve mevsimde yapıla gelen bir uygulama iken Müslümanyar niçin bunu hacdan bağımsız zorunlu bir ibadet olarak düşünmediler. Bu emri yerine getirmek için, yani kurban kesmek için niçin yıllarca beklendi Yani Hudeybiye anlaşmasına kadar Müslümanların aklına kurban kesme fikri gelmedi. Hem Kevser suresi nazil olalı çok olmuştu, hem de hac ile ilgili olarak kurban kesme geleneği zaten biliniyordu. Birkaç hac mevsimi geçtiği halde Kurban kesmediler de kurban kesmek için Hudeybiye antlaşmasını yani hac için Mekke’ye yolculuk yapmaya kadar beklediler?

Sorular çoğaltılabilir. Ancak biz şunu biliyoruz ki, Allah kendisine bir emir verdiğinde Allah’ın Rasülü onu uygulamaktan hiçbir zaman çekinmezdi. Çünkü çekinmesi onun Allah’ın Rasülü olması gereğini ortadan kaldırırdı. Görevini yerine getirmemiş, gelen ayetleri gizlemiş bir Rasul konumuna düşerdi ki, böyle bir şey Allah’ın Rasülü Hz. Muhammed için asla söz konusu olamaz. Demek ki, Kevser suresindeki, “vanhar” ibaresinin, bizim bildiğimiz ve uygulayageldiğimiz kurban ibadeti ve geleneğiyle bir ilgisi yoktur. Kurbanın namaz gibi zorunlu dini bir gereklilik olduğunu savunanların yeni deliller getirmeleri gerekir. Bilmemiz gerekir ki kesilen kurbanların eti ve kanı Allah’a ulaşmaz, Allah’a ulaşan yalnızca samimiyetlerimizdir.

“(Kestiğiniz kurbanların) ne etleri ve ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan, ancak sizin O’nun için yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibadetlerinizdir (takva). Hepsini sizin emrinize vermiştir. Size doğru yolu gösterdiğinden (hidayet) dolayı, Allah’ı yüceltmelisiniz. İyilik yapanları müjdele” (Hac suresi:22/37).