Av. Feyzi Çelik

AKP hükümeti, gerek ekonomik gerekse siyasi planda atacağı adımlara, tasarladığı düzenlemelere toplumsal bir karşı koyuşun meydana geleceğini bildiği için güvenlik eksenli politikalara 2011 seçimlerinden sonra başvurmaya başladı. Önceki dönemde gerçekleştiremediği ideolojik/siyasal yapılanmasına bu dönemde hız verdi. Alkol ile ilgili düzenlemelerden 4+4+4 uygulamasına kadar bunun izlerini görmek mümkündür. Alkol ile ilgili düzenlemeleri “toplumun ve gençliğin korunması” şeklinde göstermiş ise de, demeç ve açıklamalarıyla bunu İslami/ideolojik amaçlarla yaptığını söylemekten çekinmedi. Bu türden ötekileştirici ve dışlayıcı politikalara çeşitli toplum kesimlerinden tepki geleceğini bekliyordu. “Gösteri ve toplantılar için” şehrin meydanlardan uzak “miting alanları” inşa edilerek, İstanbul’un en önemli meydanı olan Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs’a dahi kapatılmış olması AKP hükümetinin güvenlikçi politikalarının düzeyini gösteriyordu. Nitekim, sonrasında “Taksim Meydan Düzenlemesi” adı altında Taksim’e AVM yapılması için Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine karşı büyük bir tepki oluştu. Türkiye Kürdistan’ı dışında 12 Eylül’den sonra en kapsamlı toplumsal direniş hareketi meydana geldi. Hükümet bu olayı kendisine yönelik bir tertip olarak niteleyerek göstericilere karşı orantısız bir şekilde güç kullandı. Hükümet, Gezi direnişi karşısında iç politikasını “güvenlikçi” prensipler doğrultusunda yeniden gözden geçirdi. Bu gözden geçirme, güvenlikçiliğin azalması şeklinde değil, tam tersine artırılması şeklinde oldu.

İç güvenlik yasa tasarısı ile amaçlanan, “yandaşlığından” emin olunmayan yargının yetkisinin vali, kaymakam ve emniyet güçleri üzerinden merkezi yönetime, daha doğru deyişle yürütme gücüne bağlanıyor olmasıdır. Yürütme gücünün yargının denetim ve kontrolünde olması istenmemekte, tam tersine yargı gücü yürütme gücünün bir parçası, uzantısı haline getirilmek istenmektedir. Yürütme gücünün tepesinde ise “başkanlık” kurumu konumlandırılmaktadır. Başka deyişle, söz konusu yasa tasarısı, “cumhurbaşkanı”nın keyfi güvenlik algısına göre kötüye kullanılabilecek uygulamalara yol açabilecektir.

Fiili Başkanlık

Türkiye’de son yıllarda Erdoğan eksenli olarak totaliter bir siyaset yapısı tesis edilmek isteniyor. “Başkanlık sistemi” tartışmaları da bu amaca hizmet ediyor. “Halkın seçtiği ilk Cumhurbaşkanı” mottosuyla, Anayasaya aykırı bir şekilde “fiili başkanlık” sistemi işletilmeye başlanmıştır. Yargı, yasama ve yürütme üzerinde sınırsız yetkileri elinde bulunduran Cumhurbaşkanı, “Milli Güvenlik Kurulu”na başkanlık etmesi yetmiyormuş gibi Bakanlar Kuruluna da başkanlık etmeye başladı.

2002’de iktidara gelen AKP, iktidarını güçlendirdikçe, güvenlikten ekonomi ve eğitime kadar bütünsel bir kontrol sistemi aracılığıyla toplumu düzenlemeyi amaçlıyor. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte fiili başkanlık sisteminin devreye girmesi de bu kontrol sistemine yeni bir boyut getirmiştir. Erdoğan, kendi liderliğinin toplumdaki dayanaklarını istismar ve manipüle ederek meclisin hangi yasayı çıkarması gerektiği konusunda dayatmacı bir rol oynamaya devam etmektedir. Bu tavır tipik bir totaliterlik özelliğidir. Erdoğan bunu yaparken “beyan etme veya demeç verme” yöntemine başvurmuyor. Çoğu durumda demokratik siyaset teamüllerine aykırı bir biçimde, parlamentoyu ve hükümet gücünü bypass ederek, tek kişilik show tekniğine başvurarak, kapalı salonlarda ya da açılış formatında kalabalıklara yönelik gösterişli açık hava toplantıları düzenleyerek, kendisine bağlı medyanın da etkin desteğiyle, kendi başına aldığı kararlara siyasi meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Böylece, geçmişteki tecrübelerinden de yararlanarak, hem kendisini sürekli olarak gündemde tutmuş, hem de “uzlaştırıcı, nötr bir Cumhurbaşkanı” olmayıp, tarafgir bir siyasi lider, AKP’nin gerçek lideri olduğunu herkese dikte etmiş oluyor.

Erdoğan, popülist-otoriterlikten totaliterliğe doğru evrilirken popülist-medyatik siyasallığa başvurma dozajını giderek artırmaktadır. Geçmişte AKP aracılığıyla toplumla ilişki geliştirirken, Cumhurbaşkanı olduktan sonra doğrudan doğruya aracısız bir şekilde topluma hitap etmekte, medyadan üniversiteye, muhtarlardan köy korucularına kadar toplumun çeşitli kesimlerini Aksaray’da misafir ederek kendi liderliğinin vazgeçilmezliğine yönelik yapay bir kamuoyu algısı oluşturmaya çalışmaktadır. Böylece AKP’yi içi boş bir seçim aracına dönüştürmeyi, bu seçim aracı ile Anayasayı değiştirebilecek çoğunluğu elde ederek kendi şefliğine tabi totaliter bir parti-devlet yapısı tesis etmeyi tasarlamaktadır. Partinin ve parti organlarının devre dışı bırakılmasının en tehlikeli yönü, liderin kendisini halkla özdeşleştirip, kendisi dışındaki merci ve şahısları her kim olursa olsun “seçkin”, “monşer” gibi aşağılayıcı sıfatlarla adlandırıp kendi yandaşlarını onlara karşı kışkırtmakta, hatta gerektiğinde esnafı dahi “muvazzaf kadrolar” olarak el altında hazır bulundurmaya çalışmaktadır.

Devletin Zor ve İdeolojik Aygıtlarının Merkezileşmesi

Totaliterliğin en önemli özelliği, “devletin zor/şiddet aygıtları”nı oluşturan ordu, polis, gizli istihbarat, yargı vs. ile Althusser’in “devletin ideolojik aygıtları” adını verdiği eğitim, dini kurumlar, medya ve benzeri kurumlar arasındaki eşgüdüm ve bütünlüktür. Bir kişinin şahsında bütünleşen devlet aygıtı toplumun önemli bir bölümü üzerinde korku mekanizmasını devreye sokar. Bu sistem organize bir şekilde kendisine hizmet edecek aydın, gazeteci ve yazar kadrosunu da oluşturur. Örneğin, Süleyman Şah Türbesi’nin taşınması operasyonunun Cumhurbaşkanının desteğiyle, Başbakan, Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanının katılımıyla, merkezi bir şekilde yönetilmesi sonrasında operasyonun başarılı olduğunu göstermek için “şükür namazı” kılındığının kamuoyuna açıklanmış olması, devletin ideolojik aygıtlarından biri olan dini söylemin, şiddet aygıtı olan ordu ile birlikte kullanıldığının göstergesidir. Bu şekilde, devlete kutsiyet atfedilerek totaliter yapı tahkim edilmektedir. Türkiye’nin adım adım sürüklenmekte olduğu totaliterlik bu bakımdan dünyadaki örneklerinden de farklıdır.

1920’li ve 1930’lu yıllardaki Devlet/CHP/Atatürk ilişkisel modeli Erdoğan’ın ilham kaynağıdır. “Başkan” figürünün Devlet/AKP ile özdeş hale getirilmesi Erdoğan’a tarihsel bir meşruiyet alanı yaratmak içindir. Yeni tarihsel meşruiyetin en önemli özelliği, AKP’nin “laik ulusçu” ideoloji yerine “İslami ulusçu” ideolojiyi koymuş olmasıdır. Her iki dönemin ortak özelliği, ordu/polis/lider bütünleşmesi ile otoriter söylem ve uygulamaların merkezileşmesidir. Siyasi merkezileşme biricik seçenek olarak dayatılmaktadır. Bunun dışında kalan düşünce ve eylemler meşru sayılmamaktadır. Devletin ideolojik ve şiddet araçlarıyla toplumu bastırması tek parti dönemi Türkiyesi ile bugünün “Yeni Türkiye”sinin ortak özelliğidir. 1920’li yıllarda rejimi koruma ve muhalifleri bastırma adına çıkarılan Takrir-i Sükun yasasının günümüzdeki karşılığı, daha önce çıkarılan güvenlik eksenli yasalarla birlikte, şu anda çıkarılmaya çalışılan İç Güvenlik Yasasıdır. Devlette totaliterliğe doğru giden merkezileşme süreci bu yasal düzenlemeden kopuk değildir. Böylece fiili olarak “Türk tipi başkanlığın” yasal altyapısı oluşturulmaktadır. Asya Bank’a el konulması, Merkez Bankası başkanına müdahale edilmesi ve baskı altına alınması gibi uygulamalar merkezileşmenin boyutunu gösteriyor. Bu örnekler, totaliterliğin en önemli niteliklerinden biri olan aşırı merkeziyetçi iktidar alanının genişlemesidir. Ancak iktidar alanının genişlemesi uzun vadede meşruiyet alanının daralmasını beraberinde getirebilir. Meşruiyet alanının daralması demek, toplumun değişik kesimlerinin tepkisini dile getirmesi demektir. Merkezi yapı tarafından bu tepkilere sert müdahale edilmesi iktidar alanını genişletirken, meşruiyet alanını darlaştırmaktadır. Merkezileşen iktidar, MİT ve İstihbarat yasa ve yönetmeliklerinin sağladığı imkanları kullanarak kendi yandaş ve ortakları üzerinde de büyük bir tahakküm mekanizması kurmaktadır. Bu şekilde iç karşı çıkışlar engellenmektedir. Milli Güvenlik Kurulu gibi kurumların devreye sokulması ve yeni düşman tanımlarının yapılması, siyaseti hukuksal dayanaktan yoksun hale getirmektedir. Böylelikle, keyfiliğin meşru, olağan, normal görülmesi sağlanmakta; keyfilikten doğan veya doğabilecek olan kanunsuzluklara karşı yükselebilecek itirazlar ve hukuki yaptırım uygulama olanakları tamamen bertaraf edilmek istenmektedir.

Küresel Güvenlik Eksenli Yerel Güvenliğin İnşası ve Düşman Yaratılması

İktidar “toplumun güvenlik ihtiyacı” argümanını ustaca kullanmaktadır. Toplumun güvenlik ihtiyacının vurgulanması, küresel sistemin de en önemli motorudur. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin güvenlik kaygısı, küresel güçlerin dile getirdiği güvenlik kaygısından kopuk değildir. Küresel-totalitarizme eklemlenme sürecinin Türkiye’ye ve bölge halklarına ödettiği ve ödeteceği fatura ağırdır. Küresel kapitalist sistem, kendi mutlaklığının kaynağı olan statükosunu korumak için güvenlik ihtiyacını yerel ve ulusal boyuttan çıkarıp dünyanın her yerine yaymaktadır. Küresel güçlerin güvenlik algısını oluşturma süreci ile yerel ve ulusal güçlerin güvenlik algısını oluşturma süreci arasındaki bağlantıyı görmek gerekiyor. ABD Başkanı Obama’nın güvenlik ihtiyacına dikkat çeken dünyaya seslenişinin bir benzerini, İç Güvenlik Yasa Tasarısının tartışılması sırasında, AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, tasarıya karşı çıkanların “terörist ya da vatan haini olduğunu” söyleyerek dile getiriyor.

Bütünsel olarak bakıldığında, güvenlik öncelikle bir “dünya sorunu” olarak ele alınmaktadır. Son otuz küsur yıldır güvenlikçi politikalar, “medeniyetler çatışması”, “ideolojilerin ve tarihin sonu”, “İslami fundamentalizm tehdidi” gibi ideolojik argümanlarla desteklenmiş; böylece küresel neoliberal ilkeler tüm dünyaya dayatılmıştır. Güvenlik sistemi ve aygıtları dahi neoliberal-kapitalist ekonominin parasal kaynağının en önünde yer almaya başlamıştır. Güvenlikçi stratejilerin gerçekte küresel sistemin bir kazanç kapısı olduğu en belirgin biçimde Irak işgali sırasında görülmüştür. Bu şekilde, bir zamanlar küçük toplulukların veya ulusların sorunu olarak gösterilen güvenlik sorunu dünyanın bir sorunu haline getirilmiş; tarihsel, toplumsal bir gereklilik olduğu anlayışı tüm dünyaya kabul ettirilmiştir. Aslında yerel güvenlik uygulamaları da küresel sistemin bir parçasıdır. Onu farklı kılan, yerel aktörlerin görünürlüğüdür. Bu nedenle Türkiye’deki güvenlik eksenli totaliterliğe doğru gidiş küresel totaliterlikten hiç de kopuk değildir. Muhafazakar nitelikli oluşu da küresel totaliterliğin muhafazakarlığından ileri gelmektedir. Her ne kadar Türkiye’de İslamcı bir iktidar başta ise de, bu iktidarın dayandığı İslam, tarihsel-İslam’ın bütünleştirici, birlik ve dayanışmayı esas alan karakterinden oldukça uzaktır. “Ilımlı İslamcılık” olarak da adlandırılan bu İslam anlayışı, küresel muhafazakarlığın yerel çıkarlarıyla ters düşmemektedir. Daha ötesi, İslam’ın Batı saldırganlığı karşısındaki direnç potansiyeli etkisizleştirilerek, bölge halkları arasındaki etnik, mezhepsel farklılıklar derinleştirilmekte, kanlı senaryolarla toplum içi bölünme ve çatışmaya zemin hazırlanmaktadır.

CHP gibi katı laik/ulusçu bir partinin dahi Ilımlı İslamcılığı esas alarak küresel muhafazakarlıkla kendisini ifade etmeye başlamış olması bu projenin AKP’nin iktidardan düşmesi halinde bile uygulanmaya devam edeceğinin en önemli göstergesidir. Bunun anlamı, dinin, özel yaşam alanındaki etkisiyle birlikte, kamu yaşamında, eğitim, bürokraside de etkisinin genişleyeceğidir. Böylece, sağ üzerinden gelişimini tamamlamış küresel muhafazakarlık sol/sosyal demokratlar üzerinde de etkili olarak hakimiyetini perçinlemektedir.

Küresel muhafazakarlık ya da neoliberalizmin en önemli özelliği, sürekli olarak bir dış düşmana duyduğu ihtiyaçtır. Soğuk Savaş döneminde dış düşman komünizm iken, günümüzde “radikal İslam”dır. Küresel güçler için dış düşmanın varlığı iki yönlü olarak etkili olur. Bir yönüyle ülkeler bazında kontrolü sağlamak, diğer yönüyle dünyada kendileriyle birlikte hareket edecek uluslararası güçleri yanına çekmektir. NATO adı altında oluşturulan askeri ittifak bunun en somut ifadesidir. Böylece, yaratılan “güvenlik sendromu” ile ABD, tehdit algısını hem iç düzenin hem de uluslararası düzenin gündeminde tutarak kendi değerlerini küresel çapta dayatır. Bu durumun olağan sonucu, uluslararası alanda “uydulaşmalar”ın oluşmasıdır. Uydulaşan Türkiye gibi ülkeler, ABD’nin dünyaya dayattığı “güvenlik sendromu”nun benzerini kendi toplumuna dayatır. Güvenlik sendromu altında yaşatılan toplum, kendi güvenliği adına özgürlüğünü gönüllü bir şekilde iktidar yapılarına devreder. İç Güvenlik Yasa Tasarısında geçen “özgürlük-güvenlik dengesi” kavramı, oluşturulan tehlike algısının çeşitli vasıtalarla topluma kabul ettirilmesi işlevini görmektedir.

2007 yılına kadar AKP, 1982 Anayasasının değişmesini en çok isteyen parti durumundaydı. 2007’de bir AKP’li olan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte, iktidarlar için büyük olanaklar sağlayan 1982 Anayasasına sahip çıkmaya başladılar. Özgürlüklerden çok devletin yapısal organlarının yeniden düzenlemesini esas alan 2010 değişiklikleri işbaşındaki hükümet için yeterliydi. Böylece kendisini 1982 Anayasasının güvencesi altına alan iktidar, “toplumun ve bireyin özgürlüğünü” kendisi açısından bir tehdit olarak gördükçe 12 Eylül Anayasası ve yasalarına bağlılık daha da arttı. 2007 öncesinde kendisinin gündeme getirip de engellendiğini iddia ettiği “yerinden yönetimin güçlendirilmesi” yasalarından da geri adım attı. Toplumu “torba yasalarla” yönetmeye başladı. Yüzde onluk seçim barajını koruyarak özgürlük ve demokrasiyi isteyen değil de, özgürlük ve demokrasiden korkan bir iktidar haline geldi. Buna yolsuzluk ve avantacılık da eklenince, kendisinden yasal anlamda hesap soracak mekanizmaları da devreden çıkarma yoluna gitti. Demokratik, yasal denetim mekanizmalarının devreden çıkarılması durumunda, toplumun doğrudan karşı çıkışı iktidarın tek korkusu olduğundan dolayı topluma güvensizlik esaslı, toplumu suçlu gören bir anlayışın ürünü olan iç güvenlik yasaları gündeme geldi.

Önce MİT Yasası, Sulh Ceza Hakimliklerinin kurulması ve Yargı Paketi kabul edildi; HSYK seçimlerindeki aktif müdahale ile hükümet güdümlü çalışan bir HSYK’nin oluşturulduğu da dikkate alınırsa, hükümet kendi iktidarını sağlamlaştırdıkça, güvenlik paketinin yolu da açılmış oluyordu. Muhalefet partileri peşpeşe gelen bu düzenlemeler arasındaki eşgüdümü fark etmediler. Eleştirilerini daha çok iç güvenlik paketine sakladılar. Ancak bu konuda da başarılı bir muhalefet sergiledikleri söylenemez. Bu yasanın da kabulünden sonra kişisel verilerle ilgili düzenlemeler gündeme gelecektir. Yasa tasarısının kendisi sadece kamusal hakları değil, aynı zamanda bireysel hak ve güvenceleri de ihlal edecek özelliklere sahiptir. Merkezi iktidar, güvenlik adına hak ve özgürlükleri sınırlamak, hatta kullanılamaz duruma getirmek istemektedir.

Güvenlik Yasalarının Cezaevi Boyutu ve Kamu Görevlilerinin Cezasızlığı

Yargı paketi içinde adil yargılanma hakkını ihlal eden birçok düzenleme vardır. Hak aramanın kısıtlanması, Yargıtay ve Danıştay’a doğrudan müdahale, İhtisas Mahkemeleri adı altında daha önceden kaldırılan ÖYM’lerin yeniden açılması, avukatların soruşturma dosyasını incelemesine getirilen yasaklamalar, aramada keyfiliği getiren “makul şüphe”, mala el koyma, iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması, teknik araçlarla izleme ve gizli soruşturmacı görevlendirilmesi önlemlerinin kapsamının genişletilmesi gibi önlemler iç güvenlik yasasının uygulamalarıyla oluşacak tehlikenin boyutlarını gözler önüne seriyor.

Devlet, iç güvenliğin kapsamını daha da genişleterek, İç Güvenlik Yasa Tasarısına benzer bir düzenlemeyi cezaevleri için de getirmeye çalışıyor. Bununla ilgili yasa tasarısı da meclise sunulmuş durumdadır. “Toplumsal yaşama karşı uyumsuzluk göstermiş kişilerin iç dünyalarına nüfuz ederek iyileştirilmeleri” denilerek, cezaevinde bulunanlara cezaevi içinde ikinci bir cezaevi öngörülüyor. Güvenlik güçlerine tutuklu veya hükümlüye karşı öldürmeye (infaza) kadar gidecek yetkiler veriliyor.

Polislerin şiddet uygulama alanı genişlediği oranda polisin adli veya idari sorumluluk alanı da daralmaktadır. Böylece polise bir tür “cezalandırılmama garantisi” verilerek, polisin sınırsız şiddet kullanımının yolu açılıyor. İdare Hukuku kapsamında kolluk güçlerinin görevinin idari mi yoksa adli mi olduğu tartışması son derece önemlidir. Demokratik prensip, kolluk güçlerinin görevinin adli boyutuna dikkat çeker. Ancak çıkarılan yasa tasarısı ile kolluk güçlerinin görevinin adli yönü de ortadan kaldırılmakta, bu gücün adli olarak yapmış olduğu görevlerin tamamı neredeyse “idari görev” kapsamında tanımlanmaktadır. Bu durum, kolluk güçlerinin adli görev sırasında işlediği suçlardan dolayı doğrudan doğruya soruşturmaya maruz bırakılmasını engelliyor. İşlenebilecek suçların soruşturulması, “suç bile olsa, idari görev sırasında işlenmiştir” denilerek, suçun işlenmesi emrini veren Vali veya Kaymakamların iznine ve yetki alanına bağlanmış oluyor. Başka bir deyişle gözaltında işkence gören veya ölen bir kişi için önceki yasal düzenlemeler gereğince doğrudan doğruya soruşturma yapılırken, yeni yasa yürürlüğe girdiğinde, geçmişteki olayları da kapsayacak şekilde “savcıyı ve adli makamları” devre dışı bırakacak bir düzenleme hukuki form kazanmış olacaktır. Bunun bir nevi Gestapo-SS rejimine yol açacağını iddia etmemiz için yeterli emareler vardır.

Özgürlük-Güvenlik Dengesi Miti

Hükümet, özgürlük ve güvenliği sanki birbirinin alternatifi olan iki ayrı hakmış gibi gösterip, güvenliği ön plana çıkararak bireysel ve kolektif özgürlükleri kısıtlama noktasında en aşırı önlemlere başvurmaktan çekinmiyor. Bunu yaparken, bol bol özgürlük ve insan hakları kavramlarına başvurmaktan da geri kalmıyor. 11Eylül 2001 saldırılarıyla dünya gündemine giren “özgürlük-güvenlik dengesi” kavramı, ABD’deki uygulamasıyla “düşman ceza hukuku” kapsamında, devlet tarafından vatandaşın pasifleştirilmesi, bireylerin ve toplumun her türlü denetime rıza göstermesi sağlanırken, vatandaş bile kabul edilmeyenlerin yaşam hakları devletlerin iki dudağı arasında kalmıştır. ABD’deki bu uygulamaya ideolojik bir temel kazandırılırken, insanlık tarihinin binlerce yıllık kazanımları olan “insan hakları ve özgürlükler” gibi kavramlara atfedilen anlamların içi boşaltılıp yozlaştırılmıştır. Bu kavramlar yozlaştırılırken, “güvenlik hakkı” kavramı adeta kutsallık seviyesine yükseltilmiştir. İnsanlar güvenlik hakkı karşısında özgürlüklerinden gönüllü olarak vazgeçer duruma getirilmiştir.

Güvenlik hakkının sağlanması devletin en başta gelen görevi olmasına rağmen, güvenlik sorununu bizzat kendisi yaratan devletin bunun bedelini birey ve topluma ödetmesinin arka planında küresel güçlerin insan hakları kavramını muğlaklaştırıp, güvenlik hakkını insan haklarının içine monte etmesi yatmaktadır. Aslında güvenlik söylemleri ve uygulamaları küresel güçlerin gücünü pekiştirmektedir. Durum böyle olunca, insan hakları adı altında özgürlüklerin yok edilmesi söz konusu olmaktadır. Yerküremiz üzerinde siyasal, ekonomik ve entelektüel açıdan egemen olanlar, kavramların içini tek yanlı içeriklerle doldurarak, istedikleri anlamı topluma kabul ettiriyorlar. Başbakanın iç güvenlik yasasını savunurken ağzından düşürmediği Yasin Börü’nün öldürülmesi olayında olduğu gibi, gerçekleşmesinde kendi etkisi açık olan bir olayı sürekli gündeme getirmesi, buna benzer sonuçlara varmak içindir. Aynı şekilde, devletin uyguladığı sınırsız şiddet ve yargısız infazlar da görünmez duruma getiriliyor. İç Güvenlik Yasası ile getirilen idari kararla gözaltına alınma, arama ve silahsız olana karşı silah kullanma yetkisinin, “yerinde ve anında infazı/cezalandırmayı” amaçladığı ortadadır. Başbakanın Bingöl’deki olayı “cezalandırıldılar” şeklinde beyan etmesinde olduğu gibi.

AKP’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden uygulamaya sokmak istediği şey ile Kemalizm ideolojisi arasında birçok açıdan benzerlikler bulunmaktadır. “Tersinden Kemalizm” olarak da adlandırılabilecek bu yönelimin oluşumu yeni de değildir. AKP’nin yerel yönetimlere varıncaya kadar bu yönelimi hayata geçirdiğinin sayısız örnekleri vardır. Kendilerine yakın olan kişilerin adını kurum ve kuruluşlara verme, yerel yönetimler üzerinden kültürel faaliyetler, 8 Mart gibi kendi ideolojik yapısına ters düşen konularda “alternatif kadın modeli” yaratma iddiaları ve daha nicesi bu örnekler arasındadır. AKP, Cumhuriyet’in tek parti dönemini model almaktadır. MİT ve İç Güvenlik Yasası bir tür Takrir-i Sükun yasasıdır. Aynı şekilde, Kemalizmin ideolojik ağırlığının hissedildiği dönemde “Atatürk’ü Koruma Kanunu”na benzer bir şekilde uygulanan “Cumhurbaşkanına hakaret suçu”na yaygın bir şekilde işlerlik kazandırılıp, bu suçtan dolayı “tutuklu yargılama”nın kural haline getirilişi Türkiye’nin totaliter bir rejime doğru gittiğinin işaretleridir.

İç Güvenlik Yasa Tasarısı olarak gündeme sokulan düzenlemeler, daha önce yasalaşarak yürürlüğe giren MİT ve Yargı ile ilgili yapılan düzenlemelerin bir devamıdır. Öyle anlaşılıyor ki, bu gidişat İç Güvenlik Yasası ile de sınırlı olmayacak, medyadan eğitime kadar birçok alanda yasal düzenlemeler yapılarak arzulanan ideolojik dönüşüm tamamlanmaya çalışılacaktır. Bu yasaların ortak özelliği, merkezi bir politik karara dayalı olmaları ve Anayasaya aykırılıklarının düşünülmemiş olmasıdır. Fiilen uygulanan başkanlık sisteminin, kararname tarzı yasalarla yönetmeyi esas olan bu düzenlemelerin “totaliter” niteliği, paralel bir rejimin işaretlerini taşıyor. Totaliterliğin en önemli özelliği, zaten hiç olmayan kuvvetler ayrılığı prensibinin, özellikle yargının denge/fren işlevinin birtakım yasal düzenlemelerle büyük oranda ortadan kaldırılmış olmasıdır. Uluslararası arenada hakim güçlerin dünyaya dayattığı güvenlikçi politikalar devam ettikçe, yerel ayaklar da buna uyum göstermekte zorlanmayacaktır. Türkiye’deki güvenlikçi politikaların küresel güç ve ilişkilerle bağlantısı göz önünde bulundurulmalıdır. 11 Eylül 2001’in yarattığı “hayalet” çığrından çıkmış bir şekilde dünyayı tehdit etmeye devam ediyor.

 

Yararlanılan Kaynaklar

Çetin, Halis, “Özgürlüğe Karşı Güvenlik: Hayek’in ‘Kölelik Yolu’ Eserini Yeniden Okumak”, Cumhuriyet Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 1, 2004.

Rosenau, Henning, “Jacobs’un Düşman Ceza Hukuku Kavramı Hukukun Düşmanı”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/1499/16554.pdf

TBMM İç Güvenlik Yasa Tasarısı Raporu


KAYNAK : http://meseledergisi.com/2015/04/ic-guvenlik-paketinin-yasasinin-sosyo-politigi-uzerine/