Hayrünnisa Gül birkaç gün önce İngiltere’de “İlköğretimde başörtüsü olamaz çünkü o yaşta bir çocuk kendi rızasıyla başörtüsü takmaz” dedi. Cumhurbaşkanı Gül kısa süre sonra eşini destekleyen bir açıklama yaptı. Doğal olarak ertesi gün Cumhurbaşkanı ile eşinin sözleri Başbakan Erdoğan’a soruldu, kendisinden farklı düşüncelere kızan Erdoğan’ın buna da kızması beklenirdi ama o açıkça kızmak yerine “seçimden sonra bu tartışma bitecek, seçim sonrasını önemsiyorum” sözleriyle verdi cevabı. Anlaşıldığı kadarıyla “herkes istediğini söylesin, yeni anayasada ‘yasak alan’ kalmayacak” demiş oldu.

Bunun üzerine dün Cumhurbaşkanı Gül de sözlerini “Sayın Başbakan’la özgürlük anlayışımızda bir farkımız yoktur. Bu konularda fazla konuşulmasını gereksiz görüyorum, önümüzde daha ciddi meseleler var” diyerek değiştirdi. Eğer bu mesele diğerleri kadar önemli değilse Gül’ün “yeni anayasada türban konusu seçim propagandalarının ana malzemesi olmasın” da demesi gerekecek çünkü durum budur.

Diğer tarafta eğer Başbakan’la aralarında “ilköğretimde türban” konusunda bir farklılık yoksa ya kendisi eşi Hayrünnisa Hanım’la farklı görüşte demektir veya Başbakan da “ilköğretimde türban olmaz” diye düşünmektedir. Peki mesele üzerinde her gün açıklama yapacakları kadar önemli olduğuna göre ve bu tür soru işaretleri ortaya çıktığına göre, konuya özel TV programları yapıldığına göre millet neden iz sürerek bu soruların cevabını aramak zorunda bırakılıyor da “yeni anayasada ne olacağını kendilerinin bildiği” konuları halka açıklamaktan israrla kaçınılıyor?

POPÜLİST SÖYLEM GERÇEĞİ YENER!

Siyasetçi (veya gazeteci) olarak türban meselesini “özgürlük anlayışı” ifadesiyle açıklamaya kalktığınız an içinden çıkılamayacak bir yanlışı başlatmış olursunuz. Aynen siyasete din konusunu sokup onun istismarını başlatan ve artık hiç bitmeyecek duruma getirenler gibi... Çünkü demokratik ve özellikle laik-demokratik bir devlette “özgürlüğü sadece belli kesimlere, belli din ve inançlara sağlamak” kabul edilemez. Devlet bir dinin, sadece bir mezhebine ayrıcalık tanıyamaz. Bu nedenle de “türbana özgürlük” söylemi zaten baştan yanlıştır, “tüm din ve inanışların kıyafetleri devlet alanlarında, ilkokuldan başlayarak tüm eğitim kurumlarında serbesttir” demeniz gerekir. İktidara yakın gazetecilerden sonra Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın da türbanı “özgürlük anlayışı”na bağlaması, devlet hukukunun gerçeklerini anlatan bu açıklamalarımızı bile bir süre sonra anlamsız kılacak, popülist söylemler yine gerçeklerin üstünü örtecektir.

Türkiye’de devlet alanlarında, eğitim kurumlarında belli bir dinin, belli bir mezhebine özgürlük isteyen herkesin “eşitlik ilkesi” gereği “tüm din ve mezheplere” aynı hakların tanınmasını istemesi ve “türban özgürlüğü” yerine “bütün dini simge ve kıyafetlere özgürlük” tanımını kullanması gerekiyor. Özgürlük anlayışları arasında fark olmadığı açıklanan Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül’ün bu konuyu nasıl halledeceklerini en kısa zamanda açıklamaları çok yararlı olur!

“Karalama kampanyası” başka, farklı görüş başka!

Ahmet Hakan dün; benim medyada israrla bazı kişilere, filmlere karşı karalama kampanyası yapanlarla ilgili yazıma cevap olarak bir yazı yazmıştı. Doğrudur, bu
isimler arasında başta kendisi vardı ama sadece ondan da söz etmiyordum. Olsun, ne dediğine bakalım biz... Benim ve kendisinin aynı konu veya şahıslar hakkında farklı görüşler, yorumlar yazmamızın iyi olduğunu, “böylece fikirlerin yarıştığını”, ayrıca övmenin de yermenin de köşe yazarlarına bahşedilmiş bir nimet olduğunu bildiriyor.

Normal olmayan ise benim bu tavrı “Nasılsa kalem bende, önüme gelene tokadı çarpayım da gücümü anlasınlar” diye yorumlamam imiş. Hemen her konuda “siz başkalarının dediklerine bakmayın, en doğrusu budur” diyerek defalarca yazdığına göre yine en doğrusu onun görüşü olmalıdır ne diyeyim...

Ama kendi tepkimi anlatabilirim, ben farklı görüşlerden, övmekten ya da yermekten söz etmiyordum elbette, kampanya halinde kötülemekten, başka görüşleri yalanlayarak üstüne basa basa her gün yazmaktan, insanların yaptığı işleri (örneğin bir hukukçunun “yapmadığı halde” yasaları kasıtlı olarak farklı yorumladığını, özgürlükçü olmadığını iddia ederek) karalamak, onlara etiketler yapıştırmaktan söz ediyordum. Ki görüşüme göre bu “köşe yazarlarına bahşedilmiş nimetlerden” sayılamaz. Aynen “görevini yapan köşe yazarlarını susturmak” gibi kendisinde olmayan bir yetkiyi var sayan siyasetçilerin durumu gibi...

“Basının özgürlüğü sınırlıdır, bunu aşarsa yargı devreye girer” diyen siyasetçilerin “yargının devreye girmesini gerektirecek bir hatası olmayan, görevini düzgün şekilde yapan gazetecilerin özgürlüğünün elinden alınması”nı açıkladığına nedense hiç rastlanmıyor ama bu bizim kendi içimizde özeleştiri yapmamıza engel sayılmaz. Keşke siyasetçi de benzer özeleştirileri kendine yapabilseydi.

En güzel 10 Kasım fotoğrafı

Dün VATAN’da manşet üstü çıkan ve “boyacı çocukla müşterisini 9.04’te ayakkabı boyanırken, 9.05’te ise karşılıklı saygı duruşunda gösteren” fotoğraf, geçen yıllarda “Anıtkabir’de gözyaşını silen asker” fotoğrafından sonra bugüne kadar gördüklerimin en güzeliydi. Yoksul olduğu anlaşılan boyacı çocuğun yüzündeki “Ata’sına içten saygı ve sevgi ifadesi” o kadar net okunuyordu ki bakarken gözlerim yaşardı... Bu yıl “en iyi fotoğraf” ödülünü alır mı bilmem ama ben kendi ödülümü hemen ona verdim, çeken muhabiri gönülden kutlarım. (Not: Yazımı yazdıktan sonra boyacı küçük Aykut Keskin’in hayat dramını, eğitimini de yarıda bırakmak zorunda kaldığını VATAN sitesinde okudum ve bir kez daha onu bağrıma basma duygusu yaşadım. Beni arasa eğitimini üstlenmek istiyorum.)