“Geçit” nedir bilirsiniz değil mi?
Hani bir yerden bir yere gideceksinizdir, yollar sekiz şerit falandır; sekiz araba yan yana gitse bile mümkün olur da; öyle bir yere gelirsiniz ki; orada yol daralır, daralır ve arabaların ancak teker teker geçmesine imkan verir.
Bu gibi durumlara İngilizcede “bottle neck” diyorlar. 
“Şişenin boynu”.
“Dar boğaz” gibi bir şey
Bizim bildiğimiz şişelerde de öyle değil midir zaten? 
Gövdesi ne kadar büyük olursa olsun, şişedeki sıvı ancak şişenin boynundan geçebildiği kadar akar.
Orayı tek parmağınla kapat, durur.
Daha çok ekonomi alanında kullanılan bu deyim bakın nerelerde karşımıza çıkıyor:
Adam bu günlerde sıkışmış, taraftar toplayacak ya, sallıyor:
-“Bak şimdi biz küçük esnafa kredi açınca onlar bu krediyle işleri genişletecekler, üretecekler, istihdam artacak… falan filan.
Güzel… bunu biz de isteriz ama bu işler öyle bir ucundan tutunca olayın tamamını çözecek kadar basit mi?
Bu ekonomi denen bileşik kaplar düzeninde sen bir ucundan ne kadar bastırırsan bastır, işler o ölçüde düzelir, gelişir mi?
Gelişmez tabii.
Çünkü, başkalarının “bottle neck” bizim “şişenin boynu” ya da “şişenin ağızı” dediğimiz bir durum var işin içinde.
Dedik ya, sen istediğin kadar sekiz şerit yol yap, üzerinden geçeceğin köprü ya da darboğaz bir yerden sonra ancak tek taşıta geçit veriyorsa o yolun değeri tek şerittir.
Sen istediğin kadar üniversite aç, sonunda üniversite mezununun gireceği işyeri sayısı sınırlıysa, ancak o kadar üniversiteli genç iş bulabilir kendi yetiştiği konuda.
Gerisi?
Gerisi ya taksici olur ya sağa sola iş başvurusu yapıp bir umutla yıllarını geçirir, sonra da “ne iş olursa” razı olmak zorunda kalır.
Çünkü her işleyişte bir “şişenin boynu” meselesi vardır.
*
Bu konudaki en büyük açmazlara da ekonomi dalında düşülür.
Ekonomi o kadar çok konuyla bağlantılı ve dar geçitli ki…
Eğer bunun mektebine bile gitmiş ama hocan sınavlarda “sadece şuralardan soru soracağım, merak etmeyin” demiş ve sen de işine gelip kitabın üçte ikisini pas geçmişsen bu konuda yandın gülüm.
Çünkü bu işlerde o kitabın tek tek her bir sayfası kendi başına birer “şişe boynu”dur. 
Her sayfasında ayrı bir incelik vardır ve sen bütün bunlardan oluşan o zinciri bir uçtan diğer uca kadar bilip hesaba katamıyorsan gelir bir “şişe boynu”nda takılır kalırsın, bir adım öteye geçemezsin.
*
Birisi mesela, çıkmış portakal sandığının üzerine attırıyor…
-“Şimdi hükümet küçük esnafa şu kadar kredi verince…”
Sanırsın ki o krediler verilince iş çorap söküğü gibi gidecek, bu işler birbirini tetikleyecek; insanlar o parayı alınca derhal üretimini arttıracak, satacaklar, hem para kazanıp hem borçlarını faizi ile birlikte geriye ödeyecekler…
-Yanlış!
Sen eğer olayı banka kapısı ile esnafın cebi arasındaki mesafeye bakarak söylüyorsan yanlış… 
O para bir ittirmeyle şüphesiz senin dediğin gibi bankadan çıkıp esnafın cebine gidebilir ama ondan sonrası ı-ıh!
Bak neden öyle olmadığını, bu işin dediğin gibi olabilmesi için hangi “şişe ağızlarından” sular seller gibi akıp geçebilmek gerektiğini anlatalım.
Örneğin ayakkabıcısın.
Piyasa berbat, maliyetler yüksek. Çalışanların maaşı şu kadar geriden gidiyor, dükkan kirası canından bezdirmiş.
Devir adam tezgahlama devri ya…
Al sana kredi, “hadi yine iyisin” bana dua et dediklerini duyuyorsun…
Neye yarar o almayı hayal ettiğin kredi? Bak sana bu “filim”in devamını anlatayım:
Bir kere borca batık esnafın aldığı parayı ilk kapatacağı yer birikmiş borçlarıdır.
O adamın dediklerinin olması için, -yetmese de- verilen üç otuz paranın öyle borca falan gitmemesi lazım. 
Yoksa “Na sana… na sana” geriye bir şey kalmaz.
Hadi birazı kaldı diyelim, o da oğlanın gecikmiş sünnet düğününe bile yetmez.
Buraya kadarı kişisel bir “şişe boynu”ydu, "özel" ekonomin ile ilgiliydi ve diyelim ki herkes böyle değil.
Gelelim işin "genel" ekonomideki işleyişine.
Diyelim ki aldığın parayı öyle borca harca kapatmadın, gecikmiş ihtiyaçların yoktu, onu da karşılamadın…
İşi genişleteceksin ya… Gittin o parayla yeni bir makine aldın, acaip! Senin eski tezgah günde yüz parça çıkarırken bu alet üç yüz parça mal çıkarıyor. 
Daha fazla ham madde, daha fazla enerji, daha fazla bilmem ne… olmaz ama onları da buldun buluşturdun diyelim.
Dizdin malları depoya, satacaksın değil mi? 
Öyle ya, satacaksın ki sana para kazandırsın ve bu çark dönsün. 
Meselen üretip üretip stoka çalışmak değildi ki.
Haa, bak demek ki; sen istediğin kadar üret ama “satış” eşiğini aşamazsan mamul ambarında nafile turlar atmaktan başka bir şey yapamazsın.
Nasıl satacaksın?
Önce fiyatın tutmalı rakiplerinin karşısında değil mi?
Kim o rakipler?
-“Bütün dünya”.
Allah Allah, nereden çıktı bu?
-“E kardeşim, sana bu krediyi veren -sözüm ona ekonomi tahsillisi adam- bir yandan da başkalarına ucuzluk olsun diye döviz kurunu düşürüp ithal malını ucuzlatmış, memlekete davet etmişse, bu piyasada senin en az kaç düvelden rakibin olur bir düşün bakalım.
Demek ki, ekonomi kitabında “hem kuru ucuzlatıp hem üretimi teşvik” bir arada olmuyor. Biri kitabın başka bölümünde, diğeri bir başka bölüm. 
Sen şimdi bunlardan birini okudun diğerini es geçtinse bu ikisini bir arada düşünemezsin zaten.
Olmaz ya, haydi ne yaptın yaptın fiyatta Çin’liyi bile ekarte ettin.
İyi de, piyasa bu mala tok. 
 Sen krediyi kapıp üretimi katladın ama müşterinin ne ihtiyacı ne bütçesi satışlarının patlamasına imkan vermiyor.
Adam bir ayakkabıyı bir sene giyiyorsa, sen üretimi katladığında da bir sene giyiyor.
Emekli yine bir gıdım zam almış, promosyon hayalindeyse tüketimi yine artmıyor.
Asgari ücret “çakılı topçu”, kımıldamıyor.
Yığınlar işsiz.
Kime satacaksın? 
O pazarlamacıların A, B diye ayırdıkları üst gelir gruplarına mı? 
Geç onları bir kalem; döviz ucuz, ithalat bolsa niye alıştırıldığı ithal malını bırakıp senin malına dönsün ekâbiran takımı?
Satamazsın.
Tek umudun dışarısı.
O dış pazarda ışığı görmeden, malı tanıtıp müşteriyi bağlamadan “yallah” deyip üretime geçebilir misin?
Geçemezsin.
Bir hayale kapılıp geçsen bile ürettiğin mal dağlar gibi yığılırken yine kendi ambarlarında boğulursun.
Var mı dışarısı için bir umut o krediyi alıp ben bu işi büyütürüm ve malı elimi öpene satarım derken?
Avrupa?
Amerika?
Orta doğu?
Yok.
Afrikalı zaten senin ayakkabıları giymez.
Demek ki “buradan kredi veririm, oradan satış patlar, ihracat artar” gibi bir emme basma tulumba projesi işlemez bu koşullarda.
Bak, o krediden sonra önünde daha kaç tane “şişe boğazı” var.
Birinden geçsen öbür boğumda sıkışır kalırsın.
İyi düşün, sen esnaf adamsın; kitabın tamamını hatmetmeyenlerin gazına gelme öyle hemen.
Ekonomide tünelin ucu ancak dış politika ile görülür.
Dikkat ettin mi? Kapitalizm dar boğaza girdi mi, satamadı mı hep bir yerlerde savaş çıkarır. 
Dış politikan etkiliyse, başarılıysa, dünya ile barışıksan pazarın olur.
O pazarın olursa üretimin, üretimin olursa kredin kendiliğinden olur.
Olmazsa...
Bu zamanlarda sana krediyi yine verirler belki ama, şimdi bu hesabı yapmazsan yarın geri ödemede o yükün altından kalkamazsın. Faizi ile birlikte seni çok üzer.
O gün de gelip yine seni kurtaracaklarını sanma, liberalizm bu; liboşlar, kurtlar sofrası. “Batan batar, kalan sağlar bizimdir” düzen bu derler..
Bir yerde sıkıştırırsan -en fazla- “yahu bu konu meğerse bizim o kitapta sorumlu olmadığımız bölümdeymiş, okulda okutmamışlar, haliyle yanılmışız, yanıltılmışız derler.
Derdine yanar oturursun. 
İyisi mi sana her açılan yola atlamaya değil, önündeki dar boğazlara, şişenin o dar boynuna bak.
Ha bir de kimin ne dediğine.
.