ESKİKÖYLÜLERE  DEDİM Kİ BİR ŞEY SÖYLEYECEĞİM BANA KIZMAYACAKSINIZ!

Bizim papatyamız, sümbülümüz, kirazımız, mişmişimiz, eriğimiz nasıl güzelse Alevi’miz, Sünni’miz  öyle güzel.  

Güzel olmayan, kimi siyasimiz, ticarimiz…

30 Ağustos günü akşama doğru bir avukat arkadaşımın vefat eden yakını taziyesi için Doğanşehir’e gittik eşimle. Taziye çadırına vardığımızda, mevlit okunuyordu. Selam verdik oturduk. Mevlidimizi dinledik, dualarımızı ettik, yemeğimizi yedik, başsağlığımızı verdik, dönüş için yola revan olduk. (Yola koyulduk da olabilirdi.J)

Büyükşehir Belediyemiz bütün köy yollarını asfalt yaptığı gibi, belki bunun kadar önemli köylerin yolunu gösteren tabelaları, sürücüyü şaşırmadan yerine ulaştıracak şekilde yerlerine koymuş. Doğrusu çok yararlı hizmet.  Bir de şu geldi aklıma, hanıma da dedim:  Artık, ‘asfalt’ kelimesi sık kullanılmıyor. Çünkü her yol asfalt... 

Malatya’ya dönerken dağa doğru ‘Eskiköy ve Koçdere’ köylerini gösteren tabelalarını görünce, hiç düşünmeden ok yönüne kırdım dümeni.

 Bir aracın ancak sığdığı, dağa doğru kıvrıla kıvrıla giden yolda, bozuk sayılsa da orman içinde, güzel, gizemli bir yolculuk ediyoruz. Böyle ucu bucu belli olmayan ve manzarası hiç değişmeyen yolda ilerlerken dağın tepesinde bir avuç ev gördük ki burası Eskiköy’dü.

 Vaktin daralması, akşamın yaklaşmasına bakmadan ereğe varmak, köyü görmek isteğimizden ödün vermeden ‘yola devam’ dedik. Doruk yaklaştıkça, yokuş dikleşiyor, döngeler sıklaşıp keskinleşiyordu. Böyle böyle köye vardık.

Bir evin önünde kadın, erkek, komşular toplanmış oturuyordu. Yanlarından selam vererek geçtik.  Birkaç yüz metre kadar ileride köy bitti, daha dar bir yol Koçdere’ye devam ediyordu. Koçdere’ye gitmeyi başka bir zamana bırakıp döndük oradan.

Akşamüstü, bir evin açık avlusu gibi yerde toplanmış otururan köylülerin yakınında arabayı durdurup, ‘Selamünaleyküm! İyi akşamlar!’ diyerek indik.  Araba yavaşlar yavaşlamaz köylüler bize doğru, güler yüzlerle gelmeye başlamışlardı zaten. Buyur edip kurulu masanın yanına götürdüler, altımıza sandalyeler çekip oturttular. Çok duygulu ve de esrik bir ortamdaydık.

Burada her şey sevgiydi, her şey insandı!

‘Nereden böyle, hayırdır, kimsiniz, nerelisiniz?’ soruları geldi hemen tabii. Kendimizi tanıttık, nereden, neden geldiğimizi anlattık. Beylerden biri ‘Adınızı duymuşum.’ dedi.  ‘Siz Alevisiniz değil mi?’ diye topluluğa dönük sordum. ‘Evet, evet’ dediler.  ‘Biz Sünniyiz’ dedim. Yüz ifadelerinde hiçbir kararma olmadı. Biz güle oynaya sohbet ederken, yaşlı bir teyze yanındakine söylemiş, o da biz söyledi: Diyor ki bunlar Sünni değil, ama çok iyiler… ‘Teyze hepimiz iyiyiz, hepimiz biriz.’ Dedikten sonra, devam ettim, ‘Bizi birbirimize kötü etmek isteyenler bazı siyasetçiler, ticaretciler. Onlar Alevilerin, Sünnileri denetimleri altına alıp, sayelerinde milletvekili olmak, sattıkları mallara kolay yoldan müşteri bulmak için bunu yaparlar. Maksatlarına ulaşırlar da. Sömürürler bir başka deyişle. Böylelerine meydanı bırakmamak lazım, bunlara yüz vermemek lazım.’ dedim.

Bilemiyorlar ki ne yapalar! ‘Ayran, yoğurt, çay… Yemek hazırlayalım.’ Bu teklifleri reddetmekte bayağı zorlandık. Birazdan baktık iki ayrı yönden, birbirinden habersiz iki ayrı kadın ellerinde kahve tepsileri, eğri büğrü, taşlı zeminde köpükleri dökmemek için aşırı özenle geliyorlar. Kahveler geldi bize ulaştı, ilk gelen tepsiden alıp, çok hoş fincanlardaki mis gibi kahvelerimizi yudumlamaya başladık. Biz şekersiz içerdik, bunlar az şekerliydi,  hiç önemsemedik.

Saçı sakalı uzun, kirli, karmakarışık güler, sıcak yüzlü birine, ‘Saçı sakalı uzatmışsın.’ deyince,  oradan biri, ‘Hasan köyümüzün ağası.’ diyerek kim olduğunu belli etti.  Hasan yanımdan hiç ayrılmadı. Biz böyle konuşurken bir kadın, taptaze, irili ufaklı, eğri düz, kokusu yayılan salatalıklar getirdi koydu masaya.  Bir tane alıp küt diye ikiye bölüp yarısını hanıma verdim. Kütür, kütür yedik. Bir tane daha böyle bölüp yedik. Bu arada bir başka hanımefendi (Kadın) tabakta (daha doğrusu terpoşta)günkurusu kayısı, kayısı çekirdeği getirdi. ‘Bizim çikolatamız da bunlar. Elimle hazırladım.’ dedi. Hazırladım dediği, çekirdekleri kırıp içini çıkarmak, bunların bir kısmını günkurularının içine yerleştirmekti.   Ama ne kayısılardı… Sanki dünyanın lezzeti içindeydi.  

Artık hava kararmaya başlamış, kalkmak vakti gelmişti. O sırada aklıma Ak Parti’ye geçmem geldi. Bunu söylemeden ayrılamazdım. Böyle güzel, hoş sohbet ederken, dedim ki, ‘Size bir şey söyleyeceğim ama kızmayacaksınız.’ Hanım da neyi söyleyeceğimi anlamıştı. Hanıma dedim ki, ‘Sen söyle.’ O, ‘Yok sen söyle’ dedi. İnanıyorum ki merak doruktaydı. ‘Ben’ dedim ‘Ak Parti’ye geçtim. Bu seçimlerde Ak Parti’den milletvekili aday adayı oldum. Kızmadınız değil mi?’ Çok net bir şekilde izledim, gördüm ki kimsede hiçbir dalgalanma olmadı. Hep birden, ‘Niye kızalım. Valahha  kızmadık.’ Oradan bir kadın, ‘Ben iki seçimde Ak Parti’ye oy verdim. Gene de veririm.’ dedi.  Ayrıca,‘İnşallah milletvekili olursun.’  sesleri de kulağıma geliyordu.

Bu duyduklarım çok büyük bir güzellikti, çok büyük...

‘Bunu söylemden gitmek içime sinmedi. Sizi yanıltmış gibi olmayayım diye bunu açıkladım.’ dedim. Yine o bilgelik, o sevgi yayıldı ortama.

Ak Parti’ye geçtiğim için, bazı okumuşların(!) bana yönelttikleri ağır hakaretler, bağnazlıklar, tutuculuklar, akılsızlıklar, düşüncesizlikler, ufuksuzluklar, küsler karşısında bu, şehrin altmış-yetmiş kilometre uzağında, dağın burcunda yaşayan vatandaşlarımızın her birinin (Köyün ağası sakallı Hasan dışındaJ)ordinaryüs profesör olduklarını düşünüyorum ve hemen aklıma Yaşar Kemal’in, ‘Milletimizin yüzde yetmişi okur yazarmış. Benim umudum okur yazar olmayan yüzde otuzda.’ dediği geliyor.

Hep birden kalktık.  Tokalaştık, kucaklaştık, el öptük,  arabamızın yanına geldik. Masadaki kayısı ve salatalıklar bir poşete konmuş hanımın eline tutuşturulmuştu. Bir hanımefendi bu arada, ‘Kışlık tarhana yaptım. Biraz getireyim, çok güzel oldu. Hiç olmasa bir pişirimlik getireyim.’ diyordu.

El salladık, el salladılar sevgiye, kardeşliğe, insanlığa, vatana, millete. 01.09.18

Av. Selahattin Sarıoğlu