Danıştay 7. Dairesi

Tarih    : 18.04.2013

Esas No         : 2009/9515

Karar No : 2013/2028

2577 s. İYUK Md. 14, 15

İDARİ DAVAYA KONU OLABİLECEK KESİN VE YÜRÜTÜLMESİ ZORUNLU İŞLEM BULUNMAKSIZIN, MÜKELLEFİN TALEBİ ÜZERİNE YAPILAN TELAFİ EDİCİ VERGİ TAHSİLATI İŞLEMİNİN İPTALİ İSTEMİYLE AÇILAN DAVANIN REDDİ GEREKİR

İdari davaya konu edilebilecek kesin ve yürütülmesi zorunlu, zımni veya açıkça ret işlemi bulunmaksızın, mükellefin talebi üzerine yapılan tahsilat işleminin iptali istemiyle mükellef tarafından açılan davanın, 2577 sayılı Kanun’un 15. maddesinin 1. fıkrasının “b” bendi uyarınca ortada, idari davaya konu edilebilecek nitelikte idari işlem bulunmadığı gerekçesiyle incelenmeksizin reddi gerekirken, işin esasının incelenmesi suretiyle verilen kararda Yargılama Hukuku kurallarına uyarlık bulunmadığı hk.

İstemin Özeti: (…) A.Ş.’nce dahilde işleme rejimi uyarınca işlendikten sonra elde edilen eşyanın davacı adına tescili 29.12.2006 gün ve …. sayılı ihracat beyannamesi ile Avrupa Birliğine üye ülkeye ihraç edilmesinden sonra ihraç edilen eşyanın üretiminde kullanılan üçüncü ülke menşeli girdilere ilişkin telafi edici verginin tahsil edilmesi istemiyle davalı idareye başvurulması üzerine telafi edici vergi, usulsüzlük cezası ve faiz için yapılan tahsilat işlemini; yalnızca ithal edilen üçüncü ülke menşeli eşyanın değeri üzerinden telafi edici vergi hesaplanması gerekirken, dahilde işleme rejimi uyarınca elde edilen eşyanın değeri üzerinden vergi hesaplanmasının hukuka uygun bulunmadığı gerekçesiyle iptal eden Vergi Mahkemesinin kararının; yapılan işlemlerde mevzuata aykırılık bulunmadığı ileri sürülerek bozulması istenilmektedir.

Karar: Dosyanın incelenmesinden; (…) A.Ş.’nce dahilde işleme rejimi uyarınca işlendikten sonra elde edilen eşyanın davacı adına tescilli 29.12.2006 gün ve …. sayılı ihracat beyannamesi ile Avrupa Birliğine üye ülkeye ihraç edilmesinden sonra ihraç edilen eşyanın üretiminde kullanılan üçüncü ülke menşeli girdilere ilişkin telafi edici verginin gecikme faiziyle birlikte tahsil edilmesi istemiyle 25.08.2008 tarihinde davalı idareye başvurulması üzerine telafi edici vergi, usulsüzlük cezası ve faiz için 28.08.2008 tarihinde yapılan tahsilat işleminin, mahkemece, istemin özeti bölümünde yazılı olan gerekçeyle iptal edildiği anlaşılmaktadır.

İdari yargı denetiminin işleyebilmesi, idarenin Kamu Hukuku alanında faaliyette bulunmasına; idari nitelikte eylem veya işlem yapmasına bağlıdır. Böyle bir faaliyet olmadan, söz konusu denetimin işletilmesi olanaksızdır. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 14. maddesinin 3. fıkrasının “d” bendinde yer alan, dava dilekçelerinin, ortada idari davaya konu olabilecek kesin ve yürütülmesi gerekli işlemin olup olmadığı yönünden inceleneceğine; aynı Kanun’un 15. maddesinin 1. fıkrasının “b” bendinde de, böyle bir işlemin bulunmaması halinde, davanın sonraki yargılama işlemlerine girişilmeksizin reddedileceğine ilişkin kurallar bu ilkeye dayalıdır.

Gümrük mevzuatına göre, gümrük vergilerinin dava konusu edilebilmesi için öncelikle, ya idarece kendiliğinden yapılmış bir tahakkuk veya ek tahakkuk işleminin; ya tescili sırasında konulan ihtirazi kayıtla verilen beyannameye dayalı tahakkukun; ya da yetkili Gümrük idaresine, gümrük vergilerinin tahakkuk ettirilmemeleri gerektiği halde tahakkuk ettirildikleri belirtilerek kaldırılmaları veya yersiz veya fazladan ödendiği belirtilerek vergilerin geri verilmesi istemiyle yapılan başvurunun reddine dair idari kararın; sonra ise, sözü edilen işlemlere karşı idari itiraz usulüne uygun olarak itiraz makamına yapılan başvurular üzerine tesis edilen, idari davaya konu edilebilecek kesin ve yürütülmesi zorunlu, zımni veya açıkça ret işleminin bulunması gerekmektedir.

Olayda, yukarıda açıklanan şekilde tesis edilmiş bir işlem bulunmaksızın, talebi üzerine yapılan tahsilat işleminin iptali istemiyle davacı tarafından açılan davanın, 2577 sayılı Kanun’un 15. maddesinin 1. fıkrasının “b” bendi uyarınca ortada, idari davaya konu edilebilecek nitelikte idari işlem bulunmadığı gerekçesiyle incelenmeksizin reddi gerekirken, işin esasının incelenmesi suretiyle verilen kararda Yargılama Hukuku kurallarına uyarlık görülmemiştir.

Açıklanan nedenlerle, temyiz isteminin kabulüne mahkeme kararının bozulmasına oybirliği ile karar verildi.

 

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi

Tarih    : 01.04.2013

Esas No         : 2012/35856

Karar No : 2013/10606

4857 s. İş K. Md. 17,18

4721 s. MK Md. 2

İŞ SÖZLEŞMESİNİN FESHİNDE DÜRÜSTLÜK KURALINA AYKIRI HAREKET EDİLEREK HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI

İşçinin iş sözleşmesinin altı aylık kıdem koşulunu doldurmasına bir gün kala feshedilmesinin dürüstlük kurallarına aykırı olduğu ve işverenin, işçinin iş güvencesi hükümlerinden yararlanmaması amacı ile hareket ettiği gözetilip altı aylık kıdeme sahip olduğu kabul edilerek, işçinin iş güvencesi hükümlerinden faydalandırılması ve feshin geçersizliğine karar verilmesi gerektiği hk.

İstemin Özeti: Davacı vekili, davacı işçinin iş sözleşmesinin geçerli neden olmadan feshedildiğini belirterek 4857 sayılı İş Kanunu’nun 18 ve devamı maddeleri uyarınca feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkeme, isteği hüküm altına almıştır.

Hüküm süresi içinde davalı avukatı tarafından temyiz edilmiştir.

Karar: Dava dosyası için tetkik hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

A) Davacı İsteminin Özeti:

Davacı vekili, davalıya ait işyerinde idari işler sorumlusu olarak çalışan davacı işçinin iş sözleşmesinin geçerli neden olmadan feshedildiğini, işe iade davasını açmasını engellemek için 6 aylık kıdem süresinin dolmasına, 1 gün kala hiç bir gerekçe olmadığı halde işten çıkartıldığını belirterek, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 18 ve devamı maddeleri uyarınca feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini talep etmiştir.

B) Davalı Cevabının Özeti:

Davalı işveren vekili, davacının 6 aylık kıdeme sahip olmadığını, iş güvencesi hükümlerinden yararlanamayacağını, iş sözleşmesinin de davranışlarından kaynaklanan nedenlerle feshedildiğini, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:

Mahkemece yapılan yargılama sonunda, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 154. maddesine göre; “şartın tahakkukuna iki taraftan biri hüsnüniyet kaidelerine muhalif bir hareketle mani olursa, o şart tahakkuk etmiş addolunur” hükmünü içermekte olup, aynı şekilde 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu da 175. maddesinin de aynı kuralı tekrarladığı, davacının 6 aydan 1 gün eksik çalıştığı kabul edilse bile sürenin geçmesine davalı taraf mani olduğundan 6 aylık sürenin geçmiş varsayılacağı, 4857 sayılı Kanun’un 18. maddesine göre 30 işçi ve 6 aylık kıdem süresinin gerçekleştiği, davacının iş sözleşmesinin davranışlarından kaynaklanan nedenle feshedilmesine rağmen 4857 sayılı İş Kanunu’nun 19. maddesi uyarınca savunmasının alınmadığı, feshin geçerli nedene dayanmadığı gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.

D) Temyiz:

Karar davalı vekili tarafından cevap nedenleri ile temyiz edilmiştir.

E) Gerekçe:

İş Hukukunda istisnai ve sınırlayıcı hükümlerin dar yorumlanması gerekir. 4857 sayılı İş Kanunu iş güvencesi hükümlerine yer vermiş ve genel olarak, 4857 sayılı İş Kanunu ve 5953 sayılı Basın İş Kanunu kapsamında belirsiz süreli iş sözleşmesi ile çalışan işçinin iş sözleşmesinin geçerli neden olmadan feshedilemeyeceğini düzenlerken, aynı düzenlemelerde sınırlamalara yer vermiş ve işyerinde otuzdan az işçi çalışıyor, işçinin işyerinde altı aydan az kıdemi var, işçi belirli süreli iş sözleşmesi ile çalışıyor veya işçi işveren vekili veya yardımcısı konumunda çalışıyor ise iş güvencesi hükümlerinden yararlanamayacağı belirtilmiştir. Bu sınırlayıcı hükümlerin dar yorumlanması gerekir. İşçinin 6 aylık kıdeme sahip olması da sınırlandıran hükümlerden biridir.

Diğer taraftan, Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesi uyarınca “herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.” Objektif iyiniyet olarak da tanımlanan ve dürüstlük kuralını düzenleyen madde, bütün hakların kullanılmasında dürüstlük kuralı çerçevesinde hareket edileceğini ve bir kimsenin başkasını zararlandırmak ya da güç duruma sokmak amacıyla haklarını kötüye kullanılmasını yasanın korumayacağını belirtmiştir.

İşçinin iş sözleşmesinin altı aylık kıdem koşulunu doldurmasına yakın bir süre kaldığında feshedilmesi halinde, iş güvencesi hükümlerinden yararlanıp yararlanmayacağı tartışmalı bir sorundur. Dairemiz son yıllarda yukarda belirtilen sınırlandıran hükümlerin dar yorumlanması, hakkın kullanılırken dürüstlük kuralına uyulması ve işçi lehine yorum ilkelerinden hareket ederek, somut olayın özelliğine göre 6 aylık kıdem koşulunun gerçekleşip gerçekleşmediğini değerlendirmektedir.

Somut uyuşmazlıkta 26.01.2011 tarihinde işe başlayan davacının iş sözleşmesi 25.07.2011 tarihinde, ay olarak süreye vurulduğunda 5 ay 29 gün sonra davranışlarından kaynaklanan nedenle, ancak savunması alınmadan 4857 sayılı İş Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca feshedilmiştir. Öncelikle davacının iş sözleşmesi davranışlarından kaynaklanan nedenle feshedilip, savunması alınmadığından geçerli nedene dayanmadığı gibi altı aylık kıdem koşuluna bir gün kala iş sözleşmesinin bu şekilde feshi dürüstlük kuralına aykırıdır. Davalının davacının iş güvencesi hükümlerinden yararlanmaması amacı ile hareket ettiği açıktır. Diğer taraftan davacının başlangıç olan 26.01.2011 tarihi ile fesih bildirimi yapılan 25.07.2011 tarihinde çalıştığından, altı aylık kıdeme sahip olduğu kabul edilmelidir. Sonuç itibarı ile mahkemece davacının iş güvencesi hükümlerinden faydalandırılması ve feshin geçersizliğine karar verilmesi isabetlidir.

F) Sonuç:

Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı ilave gerekçeler ile onanma­sına, oyçokluğu ile karar verildi(*).

(*)              KARŞI OY: 4857 sayılı İş Kanunu’nun 18. maddesinde düzenlenen ve işçinin iş güvencesi hükümlerinden yararlanabilmesi için işyerinde aralıklarla dahi olsa altı aylık çalışma koşulu dava şartı niteliğinde olup nisbi emredici düzenlemede öngörülen bu süre bireysel veya toplu iş sözleşmesi ile işçi lehine kısaltılabileceği gibi tamamen de kaldırılabilir.

Somut olayda; davacı işçinin davalıya ait işyerinde 26.01.2011 tarihinde çalışmaya başladığı, iş sözleşmesinin işverence 25.07.2011 tarihli bildirimle sona erdiği anlaşılmakta olup, Sayın çoğunluk tarafından verilen onama kararında işçinin işyerinde 25.07.2011 tarihinde de çalışmış olmasına göre altı aylık kıdeme sahip olduğunun kabulü gerektiği yolundaki görüşe katılma imkânı bulunmamaktadır. Zira gerek 1086 sayılı HMUK’nın 161. maddesi ve gerekse 6100 sayılı HMK’nın 91/2. maddesine göre ay olarak tayin olunan süre başladığı güne karşılık gelen günün tatil saatine kadar geçen zamandır. Davacı işyerinde 26.01.2011 tarihinde çalışmaya başladığına göre altı aylık kıdem 26.07.2011 tarihinde tamamlanacaktır. Davacı, davalı işyerinde altı aydan kısa süre çalıştığından iş güvencesi hükümlerinden yararlanma imkânı bulunmamaktadır.

Sayın çoğunluk tarafından 5 ay 29 gün kıdemi bulunan davacının iş sözleşmesinin işverence sona erdirilmesinin dürüstlük kuralına aykırı olduğu, davalı işverenin davacının iş güvencesi hükümlerinden yararlanmaması amacı ile hareket ettiği, hakkın dürüstlük kuralına uyularak kullanılmasının zorunlu olduğu ve aksine davranışın hukuk düzeni tarafından korunamayacağı yolundaki ilave gerekçeyle yerel mahkeme hükmünün onanmasına karar verilmiş ise de; yasada öngörülen sürenin gerçekleşmesine bir gün kala gerçekleşen fesihte dürüstlük kuralına aykırı davranış nedeniyle sürenin dolduğu varsayımının, hangi sürelerin bu tür davranışlarda dikkate alınması gerekeceği sorununu ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Örneğin; benzeri durumlarda dürüstlük kuralına aykırı olarak 5 ay 25 gün sonunda işten çıkarılan bir işçinin iş güvencesi hükümlerinden yararlanacağı ya da 11 ay 29 gün çalışan bir işçinin iş sözleşmesinin aynı saikle sona erdiği halde de bir yıllık çalışma süresine bağlı kıdem tazminatı ve yıllık izin ücretine hak kazanacağı sonucuna götürecektir. Sürenin dolmasına 1 gün kala işten çıkarılan bir işçiyle örneğin 3 gün kala sözleşmesi feshedilen işçi bakımından ayrımın sınırları muğlaktır ve her durumda, daha önce kabul edilen süreden 1 gün daha az çalışmış işçiler yönünden aksine karar vermek izaha muhtaç kalacaktır. Yasadaki süre, başkaca bir akdi hüküm bulunmadıkça, asgaridir ve kanun 5 ay 29 (yahut 28) gün değil; 6 aylık kıdemli işçileri kapsama almaktadır.
Bozucu yenilik doğuran fesih hakkı, iş güvencesi kapsamı dışındaki işçiler yönünden, feshin haksız/usulsüz nitelik taşıyıp taşımadığına yahut kötüniyetli olup olmamasına bakılmaksızın yürürlükteki iş ilişkisini sona erdirme yönündeki sonucunu doğurmaktadır. Sayılan nitelemeler tazminat alacakları bakımından belirleyici olup, akdin ortadan kalktığına dair maddî ve hukukî sonucu değiştirmemektedir.

2 yıl süreli bir iş sözleşmesi örneğin işverence 1 yıl, 11 ay, 29. günde sürenin hitamına 1 gün kala haksız feshedildiğinde, nasıl akdin sürenin bitimi nedeniyle sona erdiği sonucuna ulaşılamaz ve işçinin kıdem tazminatı talebi reddedilemez, değerlendirmenin sürenin sona ermesinden önce akdin işverence feshine göre yapılması gerekir ise burada da aynı durum geçerlidir.

Ayrıca Medeni Kanun’un 2. maddesinin özel bir görünümü olan Türk Borçlar Kanunu’nun 175. maddesine (eski Borçlar Kanunu’nun 154. md.) göre bir şartın gerçekleşmesine iki taraftan biri doğruluk ve dürüstlük kurallarına aykırı davranışla engel olursa o şartın gerçekleşmiş sayılacağı öngörülmüş ise de yasada şart kavramını içeren düzenlemeler bütün olarak değerlendirildiğinde “şartın” kanun hükmünden değil, işlemi yapan tarafların irade beyanlarından kaynaklanması gerektiği açıktır. BK’da bu bağlamda düzenlenen müessese, sözleşmenin tarafların iradesiyle şarta bağlı akdedilmesi hali olup, bir kanun hükmünden doğan hukukî şart (condicio juris) değildir ve bu kavram esasen gerçek anlamda şart da değildir (Eren, F. Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, İstanbul 2006, s. 1115-1119). Eldeki uyuşmazlıkta altı aylık kıdem koşulunun dayanağı hukuksal işlem olmayıp İş Kanunu’nun 18. maddesi olduğundan ve bizatihi yasanın uygulama alanının sınırlarını çizdiğinden kıyasen dahi uygulama olanağı bulunmadığı gibi fesih hakkının kötüye kullanılması halinde aynı yasanın 17. maddesinde getirilmiş bulunan kötüniyet tazminatı hükmü dikkate alındığında özel yasada düzenleme bulunan halde genel hükümlere dayanılmasının mümkün olmadığı değerlendirilmektedir. Tüm bu sebeplerle yerel mahkeme kararının bozulması gerektiği görüşü ile onama yönünde oluşan çoğunluk kararına katılamıyoruz.


 

Danıştay 3. Dairesi

Tarih    : 19.02.2013

Esas No         : 2012/747

Karar No : 2013/478

3568 s. K. Md. 43

MALİ MÜŞAVİRLERE İHBAR İKRAMİYESİ ÖDENMEYECEĞİ

Meslek mensupları ve bunların yanında çalışanlar, işleri dolayısıyla öğrendikleri bilgi ve sırları ifşa edemeyecekleri için çeşitli kanunlarla muhbirlere tanınan hak ve menfaatlerden yararlanamayacaklarından, bunlara ihbar ikramiyesi ödenmez.

İstemin Özeti: Serbest muhasebeci mali müşavir olan davacının, mali müşavirliğini yaptığı (A) A.Ş. hakkında yaptığı ihbar nedeniyle adına ikramiye ödenmemesi gerektiği sonuç ve kanaatine varılan 26.11.2010 tarih ve 1708/67 sayılı raporun iptali ile bu ihbar üzerine anılan şirket adına tahakkuk ettirilip tahsil edilecek vergiler üzerinden 825.401,72 lira ihbar ikramiyesinin ödenmesi istemiyle dava açılmıştır. Vergi Mahkemesinin kararıyla; 3568 sayılı Serbest Muhasebeci Mali Müşavirlik ve Yeminli Mali Müşavirlik Kanunu’nun 43. maddesinde, meslek mensupları ve bunların yanında çalışanların, işleri dolayısıyla öğrendikleri bilgi ve sırları ifşa edemeyecekleri, çeşitli kanunlarla muhbirlere tanınan hak ve menfaatlerden yararlanamayacakları, ancak, suç teşkil eden hallerin yetkili mercilere duyurulmasının mecburi olduğu, tanıklığın, sırrın ifşası sayılmayacağının kurala bağlandığı, davacının belirtilen bu düzenleme gereğince ilgili dönemde mali müşavirliğini yapmış olduğu şirket ile ilgili ihbar ikramiyesi almasının mümkün olmadığı gerekçesiyle dava reddedilmiştir. Davacı tarafından, uyuşmazlığın 3568 sayılı Yasa değil, 1905 sayılı Yasa uyarınca çözüme kavuşturulması gerektiği, keza 3568 sayılı Yasa’nın 43. maddesinin gerek Anayasaya gerek Türk Ceza Kanunu’na aykırılık teşkil ettiği, sözü edilen maddedeki düzenleme ile vergi kaçırma fiil ve eyleminin ihbarının önlendiği, kanunun amacının bu olamayacağı, nitekim bir kanunda suç sayılan fiilin başka bir kanunla sır olarak kabul edilemeyeceği konusunda yargı kararları bulunduğu ileri sürülerek kararın bozulması istenmiştir.

Karar: Dayandığı hukuki ve kanuni nedenlerle gerekçesi yukarıda açıklanan Vergi Mahkemesi kararı, aynı gerekçe ve nedenlerle Dairemizce de uygun görülmüş olup, temyiz istemine ilişkin dilekçede ileri sürülen iddialar sözü geçen kararın bozulmasını sağlayacak durumda bulunmadığından, temyiz isteminin reddine ve kararın onanmasına, oybirliğiyle karar verildi.

 

Danıştay 9. Dairesi

Tarih    : 24.05.2012

Esas No         : 2009/588

Karar No : 2012/3021

VUK Md. 10

YÖNETİM KURULU ÜYESİNİN YASAL TEMSİLCİ OLDUĞU DÖNEME İLİŞKİN OLAN ANCAK YÖNETİCİLİK SIFATI SONA ERDİKTEN SONRA DOĞAN VERGİ BORÇLARINDAN SORUMLU OLMADIĞI

Yönetim kurulu üyesinin, yasal temsilcilik yaptığı döneme ilişkin olmakla birlikte, yöneticilik sıfatı sona erdikten sonra şirketin defter ve belge ibraz etmemesi nedeniyle doğan vergi borçlarından sorumlu tutulmasının, hukuken mümkün olmadığı hk.

İstemin Özeti: (...) A.Ş.’nin 1998/Ekim, Kasım, Aralık dönemlerine ilişkin ödenmeyen vergi borçlarının tahsili amacıyla yasal temsilci sıfatıyla davacı adına düzenlenen ödeme emirlerinin iptali istemiyle açılan davayı; yönetim kurulu üyesi olmakla birlikte 17.08.1998 tarihinde temsil yetkisi verilen davacının hisselerini devrederek yönetim kurulundan ayrıldığı ve durumun 14.04.1999 tarihli ticaret sicili gazetesinde tescil edildiği, bu itibarla, davacının temsil yetkisinin bulunduğunun anlaşılması nedeniyle şirket tarafından ödenmeyen borçlardan yasal temsilci sıfatıyla sorumlu olduğundan adına düzenlenen ödeme emrinde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle reddeden Vergi Mahkemesinin kararının; tarhiyatın defter ve belge ibraz etmemekten kaynaklandığı, ibraz yazısının şirkete tebliğ edildiği tarihte davacının şirket hisselerini devrederek yasal temsilcilikten ayrılması nedeniyle defter ve belgelerin ibraz edilmemesi yönünden bir sorumluluğu bulunmadığı ileri sürülerek bozulması istenilmektedir.

Karar: Uyuşmazlık; (...) A.Ş.’den tahsil edilemeyen 1998/Ekim, Kasım, Aralık dönemlerine ait katma değer vergisi, kaçakçılık cezası ve gecikme faizinin, kanuni temsilci sıfatıyla davacıdan tahsili amacıyla düzenlenen ödeme emirlerinin iptali istemiyle açılan davayı reddeden Vergi Mahkemesi kararının temyizen incelenerek bozulması istemine ilişkindir.

213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 10. maddesinde, tüzel kişilerle küçüklerin ve kısıtlıların, vakıflar ve cemaatler gibi tüzel kişiliği olmayan teşekküllerin mükellef veya vergi sorumlusu olmaları halinde bunlara düşen ödevlerin kanuni temsilcileri tarafından yerine getirileceği, yukarıda yazılı olanların bu ödevleri yerine getirmemeleri yüzünden mükellef veya vergi sorumlularının varlığından tamamen veya kısmen alınamayan vergi ve buna bağlı alacakların, kanuni ödevleri yerine getirmeyenlerin varlıklarından alınacağı hükme bağlanmıştır.

Bu çerçevede, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun yukarıda anılan 10. maddesi hükmüne göre kanuni temsilci sıfatıyla ilgili kişilerin takip edilebilmesi için, vergi borcunun usulüne uygun bir biçimde tarh, tahakkuk, tebliğ, safhalarından geçerek borcun kesinleştirilmesi, vergi borçlusu hakkında tüm takip yollarının tüketilmesi ve amme alacağının vergi borçlusundan kısmen veya tamamen tahsil imkanının bulunmadığının somut biçimde ortaya konulması, 6183 sayılı Yasa ile belirlenen takip ve cebren takip yollarının tüketilmesi gerekmektedir.

Olayda, (...) A.Ş.’nin 1998 takvim yılına ait defter ve belgelerinin ibrazının, 23.10.2001 tarihinde şirkete tebliğ edilen yazı ile istenildiği, verilen süre içerisinde defter ve belgelerin ibraz edilmemesi üzerine düzenlenen vergi inceleme raporu uyarınca indirim konusu yapılan katma değer vergilerinin indirimlerinin reddi suretiyle kaçakçılık cezalı katma değer vergilerinin salındığı, tarh edilen bu vergilerin şirket tarafından ödenmemesi üzerine yapılan mal varlığı araştırması sonucunda borcun şirketten tahsil edilemeyeceğinden bahisle de yasal temsilci sıfatıyla davacıdan tahsili amacıyla dava konusu ödeme emirlerinin düzenlendiği anlaşılmaktadır.

Davacıdan ödenmesi istenilen vergi borçları her ne kadar davacının yasal temsilcilik yaptığı döneme ilişkin ise de, davacının sorumluluğu, yöneticiliği döneminde defter ve belge ibraz edilmemesi, beyanname verilmemesi, beyan edilen bir borcun ödenmemesi veya yapılan inceleme sonucu eksik beyanda bulunulduğunun tespiti halinde sözkonusu olabileceğinden, kanuni temsilcilik sıfatının sona ermesinden sonra defter ve belge ibraz etmeme eyleminden sorumlu tutulamayacağı açık bulunmaktadır.

Bu durumda, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 10. maddesi uyarınca borçlu şirketten alınamayan vergi ve cezaların tahsili amacıyla davacı adına ödeme emirleri düzenlenerek tebliğ edilmesinde ve bu ödeme emirlerine açılan davanın Vergi Mahkemesince reddedilmesinde hukuka uyarlık bulunmamaktadır.

Açıklanan nedenlerle, temyiz isteminin kabulüne, Vergi Mahkemesinin kararının bozulmasına oybirliği ile karar verildi.