2005 yılında yürürlüğe girdikleri halde sayısız değişikliğe uğrayan Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yeni değişiklikler yapılması gündeme geldi.

01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu bugüne kadar 16 kez değiştirilmiş olup, toplam 90 maddede 158 değişiklik yapılmıştır. Yeni Teklifin kanunlaşması ile bu sayı, toplam 91 maddede 159 olacaktır.
01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren Ceza Muhakemesi Kanunu’nda, 15 kez değişikliğe gidilmiş olup, toplam 75 maddede 90 değişiklik yapılmıştır. Yeni Teklifle bu sayının 76 maddede 97 değişikliğe ulaşması beklenmektedir.

Türk Ceza Kanunu’nun 106. maddesinde yer alan tehdit suçunun koruduğu hukuki yarar kapsamına “kişi hürriyeti” kavramının dahil edilmesi ve ölümle tehdit dahil olmak üzere suçun takibinin mağdurun şikayetine bağlı tutulması önerilmektedir. Böylece, ölümle tehdit edilen mağdur şikayetçi olmadıkça soruşturma veya kamu davası başlayamayacak, mağdurun şikayetten vazgeçmesi ile de soruşturma kapanacak veya dava açılmışsa düşecektir. Kanaatimizce, Türk Ceza Kanunu’nu düzenleme tekniğinden kaynaklanan sebeple tehdit suçunun temel halinin yanında nitelikli halinin takibi de mağdurun şikayetine bağlı tutulmuştur.
Değişikliğin kabulü halinde, mağduru ölümle tehdit eden faile sadece para cezası verilebilmesi mümkün olabilecektir.

106. maddenin 2. fıkrasına ekleme yapılması teklif edilmektedir. Buna göre, kamu görevlisinin kamu kudretini kullanarak işleyeceği tehdit suçunun cezasının artırılacağı anlaşılmaktadır.

Kanun Teklifinde, özellikle Ceza Muhakemesi Kanunu’nu ve ceza yargılamasını ilgilendiren önemli değişikliklerin yer aldığı görülmektedir.

Ana sorun, kanun çıkarılması veya değiştirilmesi değildir. Kanunların ne şekilde düzenlendiği, neden çıkarıldığı veya değiştirildiği, bu sırada hukukun evrensel ilke ve esaslarının gözetilip gözetilmediği ve nasıl uygulandığı asıl öneme sahiptir. Elbette insanların ihtiyaçlarına göre kanunlar çıkarılacak veya değiştirilecektir. Bilinen 24 adet hukukun evrensel ilke ve esaslarını, bağlı olduğumuz uluslararası sözleşmeler ile normlar hiyerarşisinin tepesinde bulunan Anayasamız ortaya koymuştur. Kanunlar, Anayasa m.90/5 gereğince bu ilke ve esaslara uygun çıkarılmak zorundadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri arasında, kanun veya polis devleti değil, hukuk devleti yazılıdır. Hukukun evrensel ilke ve esaslara uygun çıkarılan kanunların da doğru, dürüst, eşit ve iyi uygulanması gerekir. Yasalarda sık değişikliğe gidildiğinde, hem bunların takip edilmesi ve hem de toplumsal inancın tesisi zorlaşır.

2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu gibi temel kanunlar üzerinde, daha içtihat oluşturulamadan, ne olup bittiğini göremeden birçok değişikliğe gidildiği görülmektedir. “Kanunu bilmemek mazeret sayılmaz” ilkesinin kabul edildiği bir toplumda, sokaktaki insanların bu kadar çok değişikliği nasıl takip edeceği meselesi, kanun koyucunun insanların iyiliği için yasa değişikliği yapma veya yeni yasa çıkarma amacına da samimiyetine de ters düşmektedir. Temel kanunlarda sürekli alışkanlık haline getirilen ve istikrar kazanmayan bu tip kanunlar aracılığıyla, ‘torba kanun’ adını verdiğimiz ve esasında terk edilmesi gereken bir usulün, tek parti iktidarının verdiği yetki ile kanun koyucu tarafından çok sık kullanıldığı görülmektedir.

Bu sorunla birlikte, hukukun evrensel ilke ve esaslarına aykırı kanun çıkaramayacağına ve çıkarılsa dahi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceği, en azından teorik olarak bu yöntemin işletilebileceği dikkate alındığında, daha büyük bir sorunun kanunların uygulanmasından kaynaklandığını ifade etmek gerekir. 

17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde kamuoyuna yansıyan yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları ile ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bu soruşturma, Hükümete kalkışmadır, bir yargı denetimi değildir.” değerlendirmesinde bulunarak, soruşturmaların altında yatan gerçeğin “paralel yapılanma” olduğunu belirtmiştir.

Hükümet ve Millet Meclisi; bu tarihlere kadar sıradanlaşan uygulama hatalarına ve denetimsizliğe karşı sessiz kalmaktan kaynaklanan sebeple, Hükümet mensuplarına ve kendinse yakın gördüğü kişilere müdahale edilmeye başlanıp bazı yargı mensupları ile mutabakatı kaybettiğine inandığı noktada 6526 sayılı Kanunu çıkarmıştır. Bu Kanun 6 Mart 2014 tarihinde yürürlüğe girmekle, kişi hak ve hürriyetlerine yönelik sınırlamalar daraltılmış, ancak Ceza Muhakemesi Kanunu’nun sistematiği de bozulmuştur. 6526 sayılı Kanun için; “Özel yetkili ağır ceza mahkemelerini kaldırıyoruz.” denildi. Bununla da yetinilmedi, savcıların ve kolluğun delil elde etme ve faillere ulaşma yetkisinde daraltmaya gidilerek, arama tedbiri suçun işlendiğini kuvvetli şekilde gösteren somut delillerin elde edilmesine bağlandı ve arama tedbiri için doğru ve dürüst uygulandığında yeterli olan “makul şüphe” ölçütünü tatbik etmekten vazgeçildi. Kanun koyucu, dolayısıyla Mecliste çoğunluğa sahip olan Hükümet, yasal düzenlemesi bazı yönleri ile eleştirilse bile esası düzgün olan, ama uygulama hatalarından dolayı artık baş edilemeyen teknik takip konusuna kanun çıkarma yetkisi ile cevap verdi. Siyasiler, 6526 sayılı Kanunu çıkardılar ve “Biz artık bu andan itibaren özel yetkili mahkemeleri istemiyoruz.” dediler. Bu gerekçe doğru idi, ama geç kalmanın ötesinde, zamanlama, müdahale derece ve genişliği yanlıştı.

17-25 Aralık soruşturmalarından sonra, 6526 sayılı Kanun ile ayarın bozulduğunu belirtmeliyiz. Soruşturma yapılamaz, savcılar delil toplayamaz, kolluk iş yapamaz hale geldi. Kamu ve birey yararı arasında kurulması ve korunması gereken denge, kamunun aleyhine bozulmaya başladı. 6526 sayılı Kanunda, telefon dinleme tedbirine karar verme yetkisi ağır ceza mahkemesinin oybirliği ile alacağı karara bağlandı. Hatta içeriği bilinmeyen, yalnızca kimin kiminle, nerede, ne zaman, ne kadar süre ve sıklıkta konuştuğunu veya mesajlaştığını gösteren, uygulamada “HTS raporu” olarak bilinen “iletişim tespiti” adlı kayıtların Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’ndan, gerek soruşturma ve gerekse kovuşturma aşamalarında alınması bile ağır ceza mahkemelerinin oybirliği ile alacağı kararlarla mümkün olabilmektedir.

Her ne kadar uygulamada, geçmiş kayıtların CMK m.135 kapsamına girmeyeceği, bunun için iletişim kayıtlarının ileri doğru alınması gerektiği, kimisine göre geçmiş kayıtların CMK m.160 ve 161 uyarınca cumhuriyet savcısı, kimisine göre de CMK m.162 ve 163’den hareketle sulh ceza hakimliğinin kararı ile mümkün olabileceği, bu noktada ağır ceza mahkemesinin kararına ihtiyaç olmadığı söylense de, uygulamada bu noktada yetki karmaşası çıktığı, savcı, hakimlik, mahkemeler ve Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın ciddi anlaşmazlıklar yaşadığı, ya HTS kayıtlarının hiç veya zamanında alınamadığı ya da duruma göre alındığı, somut delillere ulaşma hususunda ciddi sorunlar doğduğu bilinmektedir.

Oysa yargı ve adaleti; yetki karmaşası, belirsizlik, istikrarsızlık, müdahale ve ölçüsüz yetki kısıtlamaları rahatsız eder. Şimdi kanun koyucu sebebiyet verdiği bu ciddi sorundan, arama, savunma makamına karşı soruşturmanın nisbi gizliliği ve HTS kayıtlarının alınması konularından kurtulmaya çalışmaktadır ki, bu sırada Devletin güvenliğine ve Anayasa ile kurulan düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçları da “katalog suç” adı ile bilinen suçlar kapsamına dahil etmeyi hedeflemektedir. Kanaatimizce kanun koyucu, aynı kanun değişikliği ile olmasa bile 6526 sayılı kanun öncesine dönmeye, bu aşamada da Devletin güvenliğine ve Anayasa ile kurulu düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçları, delil toplama ve failleri bulup adalet önüne çıkarma gerekçesiyle CMK m,128, 135, 139 ve 140’da sayılan suçlar kapsamına almaya çalışacaktır.

Sık kanun değişikliği ve zamanlama dışında bu yapılan doğru mu? Başta kişi hak ve hürriyetleri olmak üzere kamu düzeni ve barışı açısından isabetli gözükmektedir. Ancak uygulamada ne yaşanır, kişi hak ve hürriyetlerine getirilecek kısıtlamalar nasıl uygulanır, bir başka ifadeyle dürüst uygulanır mı? Asıl şüphe bu noktadadır.   

Evet: Kişi hak ve hürriyetlerinin korunması istenmekte ise, önce kişi hak ve hürriyetlerine haksız müdahale etmek isteyenlere, suç işlemek isteyenlere veya suç işleyenlere karşı önlem almanız, güvenliği ve adaleti sağlamanız gerekecektir. Güvenlik ve adalet için de, Anayasa m.13’e bağlı kalmak kaydı ile somut sınırlamalar getirmeniz gerekir.

Kamu kudretini kullananlar “bize kimse hesap sormuyor, biz vatan millet kurtarıyoruz” diyerek, somut gerekçeden uzak basmakalıp sözlerle ve diledikleri gibi kanunları uyguladıklarında ve bunun ucu Hükümet mensuplarına dokunmadıkça da “yaşayın,  yürüyün aslanlarım” denilip müdahale edilmediğinde, eşit muamele ve dürüst uygulamadan bahsedilemeyecektir. Bu nedenle, yeni Teklifinin topluma anlatılması güçtür.
Evet: “Arama yapılmasın, teknik takip yapılmasın, kişi hak ve hürriyetlerine hiçbir sınırlama getirilmesin” sözleri belki güzel gelebilir. Ancak bu sözlerin hayata geçirilmesi ne mümkündür, ne de kimse ister. Bu anlayışla düzen kurulmaz, suçların önü alınmaz, kişi hak ve hürriyetlerini koruyan emir ve yasaklar anlamını yitirir.

İyi, doğru, dürüst ve eşit uygulamalara ihtiyacımız var; gerçek anlamda hukukilik denetimi esas alınmalı ve “benim polisim iyidir, benim savcım iyidir, benim hakimim iyidir’ diyerek hata yapan koruyup kollanmamalıdır. O halde hatanın en büyüğünü yapmış oluruz, çünkü bu bir bumerangdır.

Uygulamada hata yapılmaması, gerçek hukukilik denetimi yapılıp hata yapandan hesap sorulması kaydı ile yeni yargı paketine karşı olmadığımızı belirtmek isteriz. Bu paketle ilgili hak ve hürriyetlerden geri adım atıldığı kanaatinde de değiliz.

Soruşturmanın gizliliği; gözaltına alınana, yakalanana, tutuklanana, tutuklamaya itiraz etmek isteyene dayanak ve delillerini gösterilmek ve istisnai olmak kaydıyla mümkün hale getirilebilir.

Esasında soruşturma dosyaları, bireyin ve delillerin korunması amacıyla kamuoyuna karşı gizlidir (CMK m.157). Ancak bu gizlilik savunmaya karşı değildir. Savunmaya karşı gizlilik, somut olarak soruşturmanın selameti için gerekli olan noktalarda ve geçici olarak uygulanabilir. Keyfi kullanımların tekrarlanacağı bir süreçten geçmemeyi ümit ederek, savunmaya karşı soruşturmanın hangi hal ve şartlarda gizleneceği ve bunun süresi ile gözaltına alınanın, tutuklamaya sevk edilenin veya tutuklananın ya da avukatının, delilleri görme hakkı olduğu hususunun Teklif metnine net bir şekilde yazılması zorunludur. Aksi halde, eski sorunların yeniden yaşanması kaçınılmazdır. Kısır bir döngüden bahsediyoruz, sadece şüpheliler yer değiştirmiş olacak, yine insanlar aylarca, hatta yıllarca “şüpheli” sıfatı ile tutuklanacak ve dosyaları kendilerine veya avukatlarına gösterilmeyecektir. “Soruşturma açtım, dosyaya da gizlilik kararı aldım” diyerek, soyut sebep ve gerekçelerle dosya ve deliller savunma makamından gizlenmemelidir.

Mağdurun korunması amacıyla en azından delillerin hemen görülmemesi açısından gizlilik kararı verilecekse, bu gibi istisnai durumlarda gerekli düzenleme yerinde olacaktır. Ama Teklif, “her dosyaya gizlilik kararı verin, savunma da neymiş” anlayışı ile istisnai durumu bir kenara koyup, keyfi uygulamayı rutin hale getirmeye elverişli olacak şekilde, yani somut gerekçeden yoksun veya uzun süre ile soruşturmaları gizleyerek, herkesin konut ve işyerinin aranmasını mümkün kılarak, eski hataların tekrarı mahiyetinde olacaksa, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda değişikliğe gidilmemelidir.

Anayasal düzene ve devletin güvenliğine yönelik fiiller her yerde suçtur, ama bu suçlar bahane edilerek insanlar taciz edilmemelidir. Bunları kötüye kullanmamak ve “hukuk devleti” ilkesinden ayrılmamak gerekir. Kanun koyucu, hukukun evrensel ilke ve esasları ışığında kanun çıkarmalı, yoksa birilerinin yararına olacak şekilde değil, gerçekten hukuk adına kanun düzenlemelidir. İhtilafları çözecek ve iddiaları araştıracak olan savcı, kolluk, hakim veya mahkeme, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesi ile hareket etmelidir. Yargıya baskı yapılmamalı, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı sözde kalmamalı ve kağıt üzerinde bırakılmamalıdır. Adaletin yolu budur, başka yolu da yoktur. Bunu da yapacak olan insandır.

Hakim ve savcı sayısını artırmak suretiyle, iş yükü hafifletilmeli ve yargılama sürecinin kalitesi artırılmalıdır. Hukukun, adaletin, yargının ekmek, su gibi ihtiyaç olduğu ve hava gibi teneffüs edilmek zorunda olan o mülkün temeli olduğu idrak edilmelidir. Hukukun bir araç olmadığı, adaletin bir amaç olduğu ilkokuldan başlayarak bireye öğretilmeli ve birey bu amaç doğrultusunda eğitilmelidir. Televizyon ekranlarından, gazete köşelerinden “eşitlikti, dürüstlüktü” diye yazıp, icraatta bunu gerçekleştiremediğimiz zaman, sadece kendimizi kandırmış oluruz, başkasını değil.

Avukatların dosyayı görmesinin kısıtlanması her zaman değil, ancak zaruri hallerde mümkün olabilir. İstisnalar genelleştirilmemelidir. Aynı hataların devam etme riski varsa, mevcut Kanun korunmalıdır. Ancak bu hali ile de soruşturma süreçleri yürümeyecektir. Örneğin, mafya tehdidi altında olan bir kişiyi düşünelim. Bu kişi mafya liderini şikayet ediyor. Şikayet edilenin avukatı gelip soruşturma dosyasından kopya aldığı takdirde, o şahıs veya şikayet konusu eylemin delilleri nasıl korunacaktır? Diyelim ki, Anayasa ile kurulu düzene karşı bir suçun, örgütlü uyuşturucu kaçakçılığının, kasten insan öldürme veya kaçırma suçunun işlendiği iddiası ile bir kişi “şüpheli” sıfatı ile dinlenip serbest kaldığında, bu kişi ile tüm dosya ve delilleri paylaşacak mısınız? Bu gibi hallerde, soruşturma aşamasında gizlilik usulüne başvurulabilir, ama ifrada götürülmemelidir. Soruşturmanın gizliliği ilkesi, insanları acımasızca tutuklayıp, aylarca veya yıllarca kapalı cezaevlerinde tutmak veya sırf savunmayı kısıtlamak için kullanılmamalıdır. Şüpheli gözaltına alındığı veya tutuklandığı anda, bu tedbirlerin dayanak delil ve belgeleri şüpheliye ve avukatına gösterilmelidir. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin içtihatları da bu yönde olup, soruşturmanın gizliliğinin savunmayı kısıtlamaması ve “silahların eşitliği” ilkesine aykırı davranılmaması gerektiği benimsenmiştir.

Kamu otoritesi, yetkilerini insanları ezmek için kullanmamalı, hukuk devleti de bireye muhtemel/potansiyel suçlu muamelesi yapmamalıdır.

Basit şüphe ile başlayan bir soruşturmada belki çok ciddi bir mesele var olabilir. Şüpheli istediği gibi dosyayı inceleyip, müşteki ve tanıkları öğrendiğinde sağlıklı bir soruşturma sürecinden bahsedilmesi mümkün olmayabilir. Dosyada teknik takip yapılması, delillerin toplanması ve tanıkların dinlenmesi gerekebilir. Ancak gizlilik istisna olmaktan çıkarılıp kural gibi uygulanırsa, şüpheli gözaltına alındığı veya tutuklamaya sevk edildiği halde deliller gösterilmeyip, aylarca veya yıllarca dava açılmayıp soruşturma sürüncemeye sokulursa, makul sürede yargılama yapmayıp, insanların uzun süre tutuklu kalmalarının yolu açılırsa, telefon dinlemede de yalnızca insanların numarasını yazıp hiçbir somut delil ve dayanak gösterilmeksizin, somut delillere ulaşma yöntemi olan telefon dinleme tedbiri sıradanlaştırılırsa, yapılacak değişiklikten hukuk ve adalet adına beklenen yarar kesinlikle elde edilemez.

Kamu yararı ile birey yararı arasında ince denge sağlanıp çok iyi korunmalıdır; zira birisi diğerine aşırı tercih edildiğinde mutlaka bir başka ciddi sorun ortaya çıkacaktır. Bu sebeple, savunmaya karşı soruşturmanın gizliliği kuralının eski düzenlemede olduğu gibi değil, soruşturmanın savunmaya karşı gizliliğini keyfi hale dönüştürmeyecek şekilde ve iddia makamı karşısında savunma makamının haklarının korunup gözetilmesi suretiyle yeni bir kanunlaştırma yoluna gidilmesi gerekecektir.

Dinleme kararlarında ve sebeplerinde değişiklik olmadığı halde, 6526 sayılı Kanunla getirilen ve ağır ceza mahkemelerinin dinleme kararlarını oybirliği ile vermesi uygulamasına son verilmelidir. Bu kararı, soruşturma aşamasında sorgu hakimliği ve kovuşturmada ise mahkeme vermelidir. Ayrıca, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına oyçokluğu ile karar verilirken, telefon dinleme kararının oybirliği ile verilmesini anlamak mümkün değildir.
6526 sayılı Kanunla yapılan müdahale, tedbir kararlarının alınmasının engellenmesi amacıyla yapılmıştır. Bu nedenle, 6526 sayılı Kanun bir tepki kanunudur. Bu Kanun, ceza yargılamasının ayarını bozan bir kanun olarak tarihe geçmiştir. Bu Kanun, bir zorunluluk olarak görülmüştür. Başka türlü özel yetkili mahkemelerin, hakimlerin, savcıların ve kolluğun keyfi karar ve uygulamalarının durdurulması imkansız olduğuna inanılmakta idi. Uygulamada, “haydi sanal bir örgüt oluşturalım, onu oraya, bunu buraya yerleştirelim” denilerek, somut gerekçe olmaksızın uzun süreli teknik takipler yapıldı. Örneğin, bir yıl dinliyor, sonra onları yorumluyorsunuz. Nerede somut deliller? Oysa telefon dinleme tedbirine, yalnızca somut delil elde etmek veya somut delili desteklemek amacıyla başvurulabilir. Telefon dinleme tedbiri sonucunda elde edilen verilerin delil olmadığını, somut delilere ulaşmak için bir araç olduğunu Kanun söylemektedir. Maalesef yargılamalarda usul hataları yapanlara “benim savcım” diye hitap edilmiştir. Bu kişiler desteklendi, bir anlamda bu kişilere “yürü” denildi ve yürüdüler.
“Hukuk” ve “adalet” kavramlarını kullanarak, yargıya olan güveni zedelemek, bireyin kendisini sürekli tehdit altında hissetmesini sağlamak, yargı merciine hak edeni, yani donanımlı yargı mensubunu getirmemek ve taraf görmek, ciddi sorunlara yol açmıştır. Ergenekon, Balyoz, İstanbul Casusluk, Şike adı ile bilinen dosyalar bunlardan sadece bazılarıdır. Suç işleyen elbette cezalandırılmalıdır. Ancak bu yöntem, kimseye ayrıcalık tanınmadan ve dürüst yapılacak yargılamalı ile gerçekleştirilmelidir.

Terör veya suç örgütü yapılanması ile hareket edenlere karşı tedbir alınmalıdır. Kamuoyunda malvarlığına elkoyma tedbiri yanlış anlaşılmakta, müsadere olarak değerlendirilmektedir. Burada kastedilen, bir şüphelinin veya sanığın suçla ilgili mallarına tedbiren elkoyulmasıdır ki, bu tedbir bireyin tüm malvarlığını kapsamaz. Malvarlığı bir suçtan elde edilmişse veya suçta kullanılmışsa, elkoyma tedbirinin konusu olabilir, fakat bireyin tüm malvarlığına elkoyulamayacağı gibi, bir kısım malvarlığına da keyfi, yani yasal ve somut gerekçe olmaksızın elkoyulamaz. Aksi halde, hiç kimsenin mülkiyet hakkı güvende olmaz. 6526 sayılı Kanunla, CMK m.128 kapsamında elkoymanın şartları ağırlaştırıldı ve ağır ceza mahkemesinin oybirliği ile elkoyma kararı vermesi öngörüldü. Çünkü kanun koyucu, o güne kadar elkoyma kararının çok kolay ve geniş verildiğini, somut gerekçelerden de yoksun olduğunu gördü. Teklif edilen Kanun değişikliği, esasında arama ve HTS kayıtlarının alınması dışında diğer delil elde etme ve faillere ulaşma tedbirlerinin şartları ile karar mercii ve şeklini değiştirmemektedir. Bu noktalarda da değişikliğe gidilmesi, kişi hak ve hürriyetleri ile kamu düzeni ve barışının korunması için pek muhtemeldir. Ancak kanun koyucu, şimdilik son Teklif metnini yeterli de görebilir. Mevcut delil toplama ve faillere ulaşmada öngörülen yöntemleri düzenleyen hükümler birebir uygulandığında, maddi hakikati bulma ve adaleti sağlama hedefi gerçekleşmeyecektir. Bu durum ise, ilginç bir kısır döngünün göstergesidir.   
Herkes; işini doğru yapsa ve sabah uyandığında bu Ülkenin yönetimine veya bir kamu erkinin yerine soyunmasa, kendisini yargıç yerine koymasa veya beğenmediği kararları veren yargı makamlarını eleştiride sınırları aşmasa, gerçek hukuk devletinin varlığından bahsedilebilecektir.

Son söz; Yargı yetkisini “silah” olarak görmeyi ve hatayı hata ile telafi etmeyi bırakmalıyız. Aksi halde, hukuk devleti ile yatar polis devleti ile uyanırız. Hukuk devleti; kendi vatandaşlarına potansiyel suçlu gibi bakamaz, onların masum ve dürüst olduğuna inanır, hak ve hürriyetlerini korumak için hukukun evrensel ilke ve esaslarını dikkate alarak kanun çıkarır ve uygular.


http://www.haber7.com/yazarlar/prof-dr-ersan-sen/1212216-yeni-tck-ve-cmk-degisiklikleri