Prof. Dr. Ersan Şen

Aşağıda yer alan yazı, birkaç ekleme dışında 2010 yılında kaleme alınmış ve 2011 yılının Ocak ayında “Yorumluyorum” adlı kitabımda yayımlanmıştır.

Maddi hakikate ve adalete ulaşılabilmesi için elbette delil toplanmalıdır. Bu maksatla, usule uygun şekilde yapılacak arama ve elkoyma tedbirlerinin uygulanmasına kimse itiraz edemez. Ceza yargılamasının amacı, maddi hakikatin üstünü kapatmak değil, bir suç işlenmişse bunu ortaya çıkarmak ve suç işleyeni de bulup cezalandırmaktadır. Ancak ceza yargılamasının bir amacı da, suçlanan kişinin hak ve hürriyetlerini korumak, yargısız infaza kurban edilmesini, maddi hakikatin ve adaletin saptırılmasını, farklı hedefler için kullanılmasını önlemektir. Bu nedenle, “hukuk devleti” ilkesi kabul edilmiş ve “hukuk güvenliği hakkı” bir esas olarak benimsenmiştir.

Somut olaya döndüğümüzde, 24.12.2009 tarihinde başlayan süreçte, adı daha sonra “Kozmik Oda Soruşturması” olarak anılacak, bazı siyasilere suikast yapılacağı iddiasının gündeme geldiği ve uzun süre kamuoyunu meşgul ettiği bilinmektedir. Süreç, rütbeli iki askerin yakalanıp gözaltına alınması, o dönemde geçerli olan “makul şüphe” ölçütüne dayalı arama tedbirlerinin tatbiki ile başlamıştır.

Bu kapsamda; Genelkurmay Başkanlığı Özel Kuvvetler Komutanlığı Seferberlik Bölge Başkanlığı’nda bulunan, “kozmik oda” olarak tabir edilen ve “Devlet sırrı” kapsamına giren yerlerde arama yapıldığı, işlendiği iddia olunan suç delillerinin elde edilebileceği veya faillerinin yakalanabileceği hususunda makul şüphe bulunduğu gerekçesiyle arama tedbirine başvurulduğu, askeri alanda yapılan arama ve incelemenin uzun süre devam ettiği, bu sırada arama için gelen Cumhuriyet Savcısının askeri alana CMK m.119/5 uyarınca girebilmesi gerektiği, hatta zorunlu olduğu halde giremediği/alınmadığı, bu yere hakimin arama için girmesi mümkün olmadığı halde girdiği, hatta CMK m.127/6’ya göre askeri mahalde elkoymanın cumhuriyet savcısının istem ve katılımı ile askeri makamlar tarafından yerine getirileceği hükmünün de gözardı edildiği, konu ile ilgili CMK m.119, 122 ve 125’de öngörülen usullere uyulmadığı, o dönemde yargı faaliyeti gösteren CMK m.250 ile görevli Mahkemenin hakimi tarafından verilen karara zamanında ve usule uygun itirazda geç kalındığı veya itiraz edilmediği noktasında tartışmalar yaşandığı, oysa yürürlükte olan mevzuata göre askeri alana girme yetkisinin cumhuriyet savcısında olduğu, CMK m.119/5’de 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5353 sayılı Kanunun 15. maddesinde yapılan değişiklikle hakimin askeri alana girme yetkisi kaldırıldığı halde, bu açık hükmün dikkate alınmadığı, bir anlamda usul hükümlerinin zorlandığı, genel hüküm olan “Soruşturmanın sulh ceza hakimi tarafından yapılması” başlıklı CMK m.163’ün burada uygulanamayacağı, gerektiğinde aramaya katılacak kişi soruşturmanın başı ve amiri sıfatını taşıyan cumhuriyet savcısı olduğu halde, bu kaidenin de gözardı edildiği, soruşturma sonucunda yeterli şüpheye ulaşılamadığından bahisle iddianame düzenlenip kamu davası açılmadığı, soruşturmanın başında hangi somut gerekçeden hareketle illiyet bağının kurulup “makul şüphe” gerekçesiyle “kozmik oda/Devlet sırrı” olarak bilinen/kabul edilen askeri yerlerde duraksamaksızın arama ve inceleme yapıldığı, bu arama ve incelemelerden ne tür sonuçların elde edildiği, bilgilere ne olduğu, “Devlet sırrı” kapsamında olup da elkoyulan, paylaşılan veya kaybolan bilgi ve belgelerin olmadığı ayrıntılı şekilde tetkik edilmesi gerektiği tartışmasızdır.

“Devlet sırrı” kavramı Ceza Hukuku açısından; Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından, niteliği itibariyle gizli kalması gereken bilgilerdir (TCK m.326-339) ve Ceza Yargılaması Hukuku açısından; açıklanması, Devletin dış ilişkilerine, milli savunmasına veya milli güvenliğine zarar verebilecek, Anayasa ile kurulan düzen veya Ülkenin dış ilişkilerinde tehlike oluşturabilecek nitelikte bilgiler olarak tanımlanmıştır (CMK m.47 ve 125). Bu soyut tanımlar, her somut olayın özelliğine yapılacak inceleme ile “Devlet sırrı” kavramının varlığının tespitinde dikkate alınmalıdır. Üzerinde “gizli” yazılı olan her belge ve bilgi “Devlet sırrı” sayılamaz.

“Devlet sırrı” kavramının tanımı, kapsamı, şartları, sınırları, kamuoyu ile paylaşılma zamanı ve özellikleri ile ilgili özel bir yasal düzenleme yapılması gerektiği, bu konun çok önemli olduğu ve son zamanlarda ortaya çıkan gelişmelerle, gerek Devlet sırlarının korunması ve gerekse de her meselenin Devlet sırrının hukuka aykırı temini, paylaşılması, açıklanması veya casusluk olarak değerlendirilmesinin önüne geçilmesi amacıyla konun netleştirilmesinin isabetli olacağı fikri ileri sürülebilir.

Belirtmeliyiz ki, mevcut yasal düzenlemeler ve Yargıtay kararları ışığında esasında “Devlet sırrı” konusu bizce nettir. Her ne kadar casusluk suçunun işlenmesinde mutlaka karşı bir devletin olması gerektiği, casusluğa konu Devlet sırlarının paylaşılacağı, verileceği ve doğrudan veya dolaylı şekilde aktarılacağı karşı devlet olmadan casusluk suçunun işlenemeyeceğine dair 18.06.2014 tarihli, 2014/4290 E. ve 2014/7360 K. sayılı Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin kararı olsa da, siyasal veya askeri casusluk suçunu düzenleyen TCK m.328’in metninde bu tür bir maddi unsurun veya özel kastın (saikin) yer almadığı, “suçta ve cezada kanunilik” prensibine göre de ceza normunda tanımlanmayan bir unsurun yorum veya kıyas yoluyla suçun unsuru olarak aranamayacağı, casusluğun bir suç veya terör örgütü veya bir devletin taşeronu olarak hareket eden kişi veya teşkilat, uluslararası şirket, örgüt veya yapı lehine işlenmesinin mümkün olabileceği, ayrıca casusluk suçunun teşebbüse elverişli olduğu, siyasal veya askeri casusluğa konu Devlet sırlarının paylaşılacağı, verileceği ve aktarılacağı karşı devlet olmadığından bahisle casusluk suçunun gerçekleşmeyeceğinden veya “işlenemez suç” kavramından bahsedilemeyeceği, bu tür bir kabulün başta “kanunilik” prensibine aykırı olacağı, TCK m.328 ile korunan hukuki yarara da uygun düşmeyeceği ortadadır.

Yargıtay 9. Ceza Dairesi 18.06.2014 tarihinde;

“Casusluk suçunun oluşumu için aranan bu şartın casus ile lehine casusluk edilen yabancı devlet arasında bir anlaşmanın mevcut olmasını gerekli kılar. Nitekim bu husus, Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’nun 02.10.1997 tarih ve 98 esas-114 sayılı kararında; ‘Casusluk sözlük anlamıyla; gözetlemek amacıyla düşman içine sızmak, yabancı bir devletle ilgili sırları öğrenmeye çalışmaktır. Hukuki kavram olarak casusluk; bir devlet menfaatine bir başka devletin askeri, siyasi ve iktisadi durumuna ilişkin gizli bilgilerin veya belgelerin araştırılması, sağlanması ve yabancı devlete ulaştırılmasıdır. Dolayısıyla casusluk, casus ile casusluğu talep eden arasında, talep edilen kimsenin devleti için sır niteliği taşıyan bilgi ve belgelerin karşı tarafa aktarılmasına yönelik bir anlaşmanın bulunmasını gerekli kılar...’ şeklinde ifade edilmiştir. Dairemizin 08.05.1975 tarih ve 11 esas - 16 sayılı kararıyla yine Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’nun 29.06.1978 tarih ve 70 esas -58 sayılı kararlarında da aynı sonuca ulaşılmıştır.

TCK'nın 328 inci maddesinin gerekçesindeki ‘siyasal casusluktan maksat, yabancı bir devlet yararına, Türkiye Devleti’nin veya vatandaşlarının veya Türkiye’de oturmakta, ikamet etmekte olanların zararına olarak bilgilerin toplanması demektir; kamu sağlığına ilişkin, mali veya milletin maneviyatına ilişkin gizli kalması gereken bütün bilgiler casusluğun kapsamı içindedir. Askeri casusluktan maksat ise, yabancı devlet yararına ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti zararına askeri bilgilerin toplanmasıdır.’ şeklindeki açıklamalar da yargısal kararlarla varılan sonucun kanun koyucu tarafından da benimsendiğini göstermektedir. 

Casusluk suçu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin zararına ve yabancı devlet yararına işlenen bir suçtur. Bu itibarla casusluk fiiline konu belge ve bilgilerin, casusluğu talep eden, lehine casusluk yapılan devletin resmi kurumlarına iletilmek amacıyla temin edilmesi gerekir. 

Bu itibarla TCK'nın 328 inci maddesinde düzenlenen siyasal veya askeri casusluk suçunun oluşabilmesi için;

Casusluk konusu belge ve bilgilerin;

a) Gerçek ve doğru olması, 

b) Suç tarihi itibarıyla gizlilik niteliğini kaybetmemiş olması, 

c) Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından, niteliği itibarıyla gizli kalmasının gerekmesi, 

d) Siyasal veya askeri casusluk maksadıyla temin edilmesi, 

e) Bir çabanın sonucu olarak temin edilmesi, 

f) Yabancı bir devlet yararına temin edilmesi,

g) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin zararına temin edilmesi, 

h) Lehine casusluk yapılan devlet ile bir anlaşma kapsamında temin edilmesi gereklidir.

Bu koşullar altında temin edilen bilginin adiyen veya casusluk maksadıyla açıklanması halinde TCK'nın 329 ve 330. maddeleri, casusluk maksadı dışında adi maksatla temini halinde 327 nci maddesi, bilginin niteliğinin yetkili makamların kanun ve düzenleyici işlemlere göre açıklanmasını yasakladığı ve niteliği itibarıyla gizli kalması gereken türde olması halinde ise TCK’nın 334 ve devamı maddelerinin uygulanması sözkonusu olabilecektir…

a) ... Partisi’nin ve bu Partinin istihbarat örgütü olduğu bildirilen Parastin’in TCK’nın 328, 330, 335, 337 nci maddeleri kapsamında ve suçun oluşumu için gerekli olan, bilgilerin yabancı devlet yararına temin edilmesi bakımından suç tarihindeki hukuki statüsünün yetkili mercilerden araştırılıp belirlenmesi,

b)… yetkili makamların kanun ve düzenleyici işlemlere göre açıklanmasını yasakladığı ve niteliği bakımından gizli kalması gereken bilgilerden olup olmadığının yetkili mercilerden araştırılıp belirlenmesi ve sonucuna göre sanıkların hukuki durumlarının takdir ve tayini gerektiğinin gözetilmemesi,

Kanuna aykırı, ... temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün bu sebeplerden dolayı bozulmasına” oybirliğiyle karar vermiştir. 

Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nce benimsenen “yabancı devlet yararı” kavramının, casusluk suçunun zorunlu unsuru olmadığını düşünmekteyiz. Casusluk suçunun gerçekleşmesinde failin, Devlet sırrına konu belge ve bilgileri paylaşacağı bir örgütün, yapının veya iştirakin varlığı yeterlidir. Çünkü casusluk suçu, meşru bir yapı olan Devletin siyasal ve askeri yararlarının yabancı devletlere, iç veya dış tüm devlet dışı yapılanmalara karşı korunması amacıyla düzenlenmiştir. TCK m.328, “siyasal veya askeri casusluk maksadıyla” ibaresine yer vermek suretiyle özel kastı aradığı siyasal veya askeri casusluk suçunun gerçeklemesinde, “karşı devlet” varlığını önşart olarak aramamaktadır. Casusluk suçunun varlık nedeni ve doğasında, mutlak şekilde karşı devletin bulunması gerektiğine dair düşüncenin kabulü ise, TCK m.328’in lafzından dolayı isabetli değildir. Anladığımız kadarı ile Yargıtay, m.328’in gerekçesi sebebiyle yabancı bir devlet varlığı aramaktadır.

Gerekçede; yabancı devlet yararına, Türkiye Cumhuriyeti zararına gizli kalması gereken bilgilerin toplanmasının casusluk suçu sayılacağı ifade edilmektedir. Ancak bizim açımızdan bağlayıcı olan, casusluk fiilini suç olarak tanımlayan madde metni, yani TCK m.328 olup, hükümde “yabancı devlet yararı” kavramına yer verilmemiştir. Maddenin lafzında bir muğlaklık, yanlış anlaşılma veya yorumu gerektirecek bir kavram, cümle veya hüküm olduğunda, kanun koyucunun amacının ortaya çıkarılabilmesi için başta maddenin gerekçesi olmak üzere yargı kararlarına ve bilimsel görüşlere başvurulması mümkündür.

TCK m.328 ise, casusluk suçunun unsurları bakımından nettir. Bu suçun oluşabilmesi için, siyasal veya askeri casusluk maksadıyla yabancı bir devlet yararına Devlet sırrının temin edilmesi şart değildir.

Türk Dil Kurumu’na göre; bir devlet, kurum veya kuruluşun gizli amaçları için çalışan kimseye casus denir. Görüleceği üzere casus ve casusluk için, yabancı devlet yararına hareket edilip gizli bilgi temin edilmesi zorunlu değildir.

Yeri gelmişken, “basın özgürlüğü” ve geniş kapsamda “ifade hürriyeti” kavramı temel insan hürriyeti olması nedeniyle muhakkak koruma altındadır ve bu hürriyet demokrasinin de vazgeçilmezidir. Ancak bu gerekçeyle de, “Devlet sırrı” kapsamına giren bilgilerin hukuka aykırı temini, taşınması, saklanması, paylaşılması, aktarılması veya açıklanması fiillerinin mutlak ve hatta karine olarak hukuka uygunluğu kabul edilemez. Korunan hukuki yarar olarak “Devlet sırrı” sayılan ve bu özelliğini sürdüren bilgi veya belgenin gizliliğinin korunmasına yapılacak müdahaleler suç sayılmalıdır. Mukayeseli Hukukta bu tür düzenlemeler tartışmasız şekilde vardır, çünkü her devlet, siyasal ve askeri yararlarını korumakla yükümlüdür.

TCK m.326’de, Devletin güvenliğine veya iç veya dış yararları ile ilgili bilgi ve belgelerin korunması amacıyla Devletin güvenliğine ilişkin bilgi ve belgelere karşı suç; TCK m.327’de, bu tür gizli kalması gereken belgelerin temin edilmesi suçu; TCK m.328’de, siyasal veya askeri casusluk maksadıyla gizli kalması gereken bilgilerin toplanması suçu; TCK m.329’da, gizli kalması gereken bilgi ve belgeleri açıklanması suçu; TCK m.330’da ise, bu açıklamanın nitelikli hali, yani siyasal veya askeri casusluk maksadıyla açıklama yapılması suçu tanımlanmıştır TCK m.329 ve 330 açısından “basın hürriyeti” gerekçesi, bir hakkın kullanılması ve mesleğin icrası kapsamında hukuka uygunluk sebebi sayılmaz. Haklar dengesi ve korunan hukuki yararın önemi dikkate alındığında, Devletin güvenliği veya iç veya dış yararları bakımından gizli kalması gereken ve konusu suç teşkil etmeyen gizli bilgilerin açıklanması suç sayılır. Bu meselenin, failin “basın mensubu” olup olmadığı ile bir ilgisi yoktur. Ayrıca burada mesele, basın mensubunun haber ve bilgi kaynağını açıklamaya zorlanamayacağı hususu değildir. Hiçbir şüpheli veya sanık açıklama yapmaya zorlanamaz, çünkü susma bir haktır ve bundan dolayı da şüpheli veya sanığın suçu sayılması veya daha ağır bir ceza ile cezalandırılabilmesi mümkün değildir.

Konumuza döndüğümüzde Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda yapılan arama, sıkça karşılaştığımız olağan uygulamalardan farklılık taşıdığından, değişik fikir ve tartışmalar gündeme gelmiştir. Ceza Muhakemesi Kanunu’nda, Devlet sırrı niteliğindeki belge ve kağıtların elde edilmesi halinde izlenecek yasal prosedür düzenlendiği halde, Devlet sırlarının yer alması muhtemel alanlarda, elektronik ortam da dahil olmak üzere nasıl bir yol izlenmesi gerektiği, suç olgusu araştırılırken Devlet sırlarının korunmasına yönelik tedbirlerin nasıl muhafaza edilmesi gerektiği konusunda düzenleme bulunmamaktadır.

Bir suç olgusu karşısında sırrın dokunulmazlığına kanun koyucunun gösterdiği yol ve yöntemlerle müdahale edebilmek mümkündür. Arama ve elkoyma, bir ceza soruşturması ve kovuşturması sırasında kişi hak ve hürriyetlerini kısıtlayan, ancak adalete ulaşmak amacıyla istisnai olarak uygulanması gereken koruma tedbirleri arasında sayılmıştır.
Arama kararı, prensip olarak hakim tarafından verilir. Arama tedbirine ancak, şüpheli veya sanığın yakalanabileceği ve/veya suç delillerinin elde edilebileceği hususunda makul şüpheye ulaşıldığında başvurulabilir. Bu tedbirle amaçlanan, işlendiği iddia olunan suçun failini ve/veya delillerini elde etmektir. Hukuki ve maddi dayanaktan yoksun arama kararı verilemeyeceği gibi, verilen arama kararının tatbiki sırasında keyfi de davranılamaz. Arama kararı, prensip olarak cumhuriyet savcısı tarafından yerine getirilir. Cumhuriyet savcısı hazır olmaksızın kapalı yerlerde kolluk tarafından arama yapılabilmesi için, o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişinin bulunması gerekir. Aksi halde, yapılan arama ve sonuçları hukuka aykırı olacaktır.

CMK m.122’ye göre, hakkında arama işlemi uygulanan kimsenin belge ve kağıtlarını inceleme yetkisi cumhuriyet savcısı ve hakime aittir. Devlet sırrına, herhangi bir yerde veya kişi üzerinde yapılacak arama sırasında da rastlanabilir. Nerede yapılırsa yapılsın soruşturma aşamasında yapılan arama sırasında elde edilen belgelerde Devlet sırrı olduğunu tespit eden cumhuriyet savcısı, bu belgelerin arama konusu suça veya başka bir suç olgusuna işaret ettiğini anladığında, başkaca işlem yapmaksızın belgeleri incelemeyi bırakacak ve belgelerin koruma altına alınmasını sağlayacaktır.

Arama yapılan yerin niteliği ne olursa olsun ve hatta kapısında "Devlet Sırları Arşivi” yazacak olsa bile, arama kararı veya emrine dayalı olarak cumhuriyet savcısının belge ve kağıtları inceleme yetkisi vardır. Kaldı ki, bir belgede “gizli”, “çok gizli”, “özel” gibi ibarelerin yazılı olması, o belge ve içerdiği bilgiyi doğrudan “Devlet sırrı” haline getirmez. Önemli olan, bilgi ve belgenin “Devlet sırrı” niteliğini taşıması, elde edildiği, paylaşıldığı veya açıklandığı dönemde bu özelliğini kaybetmemesidir.

Henüz kamu davasının açılmadığı soruşturma aşamasında bu faaliyetin sadece hakim tarafından yerine getirilebileceğini iddia etmek ve dayanağını da CMK m.125 ve bu maddenin Adalet Komisyonu gerekçesi olarak göstermek hatalıdır. 125. madde, nerede bulunursa bulunsun Devlet sırrı olduğu anlaşılan belge veya kağıdın bu niteliğinin anlaşıldığı andan itibaren hakim veya savcı arasında fark olmaksızın kimse tarafından soruşturma aşamasında incelenemeyeceğini, bu faaliyetin kamu davasının açıldığı aşama olan kovuşturma sırasında mümkün olabileceğini ortaya koymaktadır. Bunun dışında, sadece arama yapılan yerin özelliğine bakarak, beyana dayalı Devlet sırrı varlığından bahisle inceleme yapılamayacağını ve bu aşamanın kovuşturmada gündeme gelebileceğini söylemek, CMK m.122 ile m.125’in mantığına ters düşeceği gibi, bir suç olgusu karşısında adaletin yerine getirilmesi için faaliyette bulunan savcılık makamının yetkisini kısıtlamak anlamına da gelecektir.

Özetle; hakkında arama kararı verilen yerin niteliği ne olursa olsun savcı tarafından arama kararının gereği yerine getirilir. CMK m.119/5’e göre, “Askeri mahallerde yapılacak arama, cumhuriyet savcısının istem ve katılımıyla askeri makamlar tarafından yerine getirilir”. Bu aramaya hakim katılmaz. Bu hükmün ilk halinde, askeri mahallerde yapılacak aramaya ilişkin istem ve katılma konusunda hakim de yetkili sayılmış idi. Ancak 5353 sayılı Kanunun 15. maddesi, hükümde yer alan “hakim veya” ibaresini hükümden çıkarmıştır.

Savcı bu arama sırasında elde ettiği belge ve kağıtlarda Devlet sırrı ile karşılaştığında, belge ve kağıtlara elkoymamalı, bunlar üzerinde incelemeye devam etmemeli, bu belge ve kağıtları ceza soruşturma dosyasına almamalıdır. Savcı kamu davası açmaya karar vermişse iddianamede, Devlet sırrı özelliği taşıyan belge ve kağıtlardan içeriğini belirtmeksizin “delil” olarak bahsetmelidir. Suç olgusuna işaret ettiği ve delil niteliği taşıdığı ileri sürülen bu belge ve kağıtların incelenmesi ise, kovuşturma aşamasında mahkeme hakimi veya heyeti tarafından m.125’de gösterilen usule göre yerine getirilecektir.

Soruşturma aşamasında rastlanılan içeriği Devlet sırrı niteliğindeki belgenin, cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hakimi tarafından incelenmesi suretiyle de CMK m.125’de aranan şartın yerine gelmiş olacağı fikri ileri sürülebilir. Bu düşünceye göre, m.125’de sadece mahkemeden değil, hakimden de bahsedilerek, içeriği Devlet sırrı niteliğinde belgelerin hakim tarafından da incelenebileceğine işaret edildiğinden, soruşturma aşamasında bu yetki sulh ceza hakimine ait kabul edilmelidir.

Bu düşünceye katılmadığımızı, CMK m.125/1‘de “mahkeme” kavramına yer verildiğini, ikinci fıkrada da “hakim” değil “mahkeme hakimi veya heyeti” ibaresine yer verilerek, kovuşturmanın tek hakimli veya heyet halinde yapılmasını dikkate almak suretiyle maddenin düzenlendiğini belirtmek isteriz. Soruşturma aşamasında hakimi yetkili kılan bir düzenlemeye yer verilmek istenilse idi, ya CMK m.122/1 hükmü ile yetinilirdi veya o hükümde belirtildiği gibi m.125’de de “mahkeme hakimi” kavramı yerine “hakim” kavramı kullanılırdı.

Gerek soruşturma ve gerekse kovuşturma aşamalarında Kanunda öngörülen yetkilerin keyfi veya maksadını aşar şekilde kullanılması, “hukuk devleti” ilkesini ihlal edecektir.

Esas itibariyle; Devlet sırrının ne olduğu, Devlet sırrı varlığına kimin, ne şekilde karar vereceği, 125. maddeye benzer şekilde düzenlenen 47. maddede yer alan Devlet sırrına sahip tanıkların dinlenmeleri, Devlet sırrı taşıyan belge ve kağıtların neler olduğu ve ne şekilde incelenecekleri, özellikle kişinin yetkisi dışında yerine getirdiği işlem ve eylemlerin “Devlet sırrı” olarak korunup korunmayacağı, bir suç olgusu karşısında, Devlet sırrı varlığı iddiasıyla gizliliğin ne kadar korunabileceği, bu noktada hukuk ve adalet anlayışından ne kadar fedakarlık gösterilebileceği veya bir suç olgusu karşısında “Devlet sırrı” varlığından bahisle gerçeklerin gizlenemeyeceği ve adaletin karartılamayacağı, ancak diğer taraftan da Devletin güvenliğinden tümü ile feragat edilemeyeceği, bu noktada Devlet sırları ile diğer sırlar arasında fark bulunup bulunmadığı hususlarında yasal düzenlemeye ihtiyaç olduğu tartışmasızdır. Bu yasal düzenleme sırasında, somut bir olayın ortaya koyduğu hararetten uzak, akılcı, fakat hukuk ve adalet duygusuna da ters düşmeyen, “hukuk devleti” ilkesi ile bağdaşan, suçları ve faillerini gizlemeyen, özellikle yetkisi dışında işlem ve eylemde bulunanların fiillerini saklamayan bir anlayış ve uygulamanın benimsemesi gerektiğine inanmaktayız.