1- “Balyoz” adı ile bilinen davanın hükümlülerinin Anayasa Mahkemesi’ne yaptıkları bireysel başvuru kabul edildi. Esasında bu davanın soruşturma ve kovuşturma aşamalarında ortaya çıkan eleştiriler sonrasında beklenen bir gelişme idi.

Anayasa Mahkemesi, Yerel Mahkemenin veya Yargıtay’ın yetki alanına girmeyip, net bir şekilde hak ihlali tespiti yaptı. Anayasa Mahkemesi’nin işi de budur; kamu otoritesinin insan hak ve hürriyetlerini ihlal edip etmediğini inceler, araştırır ve tespit eder.

Artık bu karar Yerel Mahkeme için bağlayıcıdır. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü Yerel Mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını mümkünse dosya üzerinden karar vermek suretiyle derhal ortadan kaldırmalıdır.

Balyoz davasında Anayasa Mahkemesi, dönemin Genelkurmay Başkanının ve Kara Kuvvetleri Komutanının tanık olarak dinlenmesi taleplerinin reddi ile dijital delillerin değerlendirilmesine, yani sahteliğine ilişkin şikayetlerin giderilmemesine dair iddiaları, dürüst yargılama hakkının ihlali olarak tespit etmiştir.

Bu tespit bir anlamda, Yerel Mahkemenin sanık haklarını ve dolayısıyla sanık hakkını koruyacak şekilde yargılama yapmadığını ortaya koymaktadır. Esasında Anayasa Mahkemesi, iddia makamı karşısında savunma makamının haklarını korumayan Yerel Mahkemenin objektif hareket etmediğini, bir anlamda iddia makamı iddiasını ispatla yükümlü olsa da, bu iddianın karşısında savunmasını güçlendirmeye çalışıp karşı delil ve ispatını ortaya koymaya çalışan savunma tarafının gözetilmediğini kabul etmiştir.

Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlaline ilişkin şöyle bir değerlendirme yapmak da mümkündür; eğer Yerel Mahkeme iddia ve savunma taraflarına eşit mesafede kalıp da savunmanın delil ve ispat noktalarını da tam manası ile dikkate alsa idi, pekala farklı bir sonuca ulaşabilirdi. Bunu yapmayan Yerel Mahkeme, bağımsız ve tarafsız yargı makamı olarak kendisinin muhtemel farklı bir sonuca ulaşmasını engellemiştir.

Şimdi ne olacak? Elbette beklenen, hükümlülerin serbest bırakılması idi. Bunun başka türlüsü de olamazdı. Yerel Mahkeme, gerek Anayasa Mahkemesi’nin tespit ettiği hak ihlallerinden ve gerekse askıya aldığı mahkumiyet hükmü sonrasında başlattığı yargılama sürecinde kendi belirlediği eksiklikler ile hataları gidermek suretiyle yeni bir karara varacaktır. Bu karar, eski kararın tasdiki olabileceği gibi, bir kısım hükümlüler veya hükümlülerin tamamı bakımından bambaşka bir karar da olabilir. Bekleyip görmek gerekir.

Maddi hakikate ve adalete ulaşmak hedeflerinde mümkün olan her hatayı telafi etmek için kabul edilen olağanüstü kanun yolları ve bu kapsamda tanınan Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı, “hukuk devleti” ilkesi ve hak arama hürriyeti ile hukuk güvenliği hakkının bireylere tanıdığı özel bir korumadır. Bunun altında siyaset aramak, Anayasa Mahkemesi’ni hedef tahtasına koymak, bazı kararlarından dolayı yetkilerinin kısıtlanmasını talep etmek, deyim yerinde ise bireyin ayağına kurşun sıkması anlamına gelir.

Unutulmamalıdır ki Balyoz davasının hak ihlalleri, Anayasa Mahkemesi’nin 17 üyeden oluşan Genel Kurulu’nun oybirliği ile aldığı kararla ortaya çıkmıştır. Fazla söze gerek yok.

2- 12 Eylül davasında Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya için mahkumiyet kararı çıktı. Birçok insanın bu karardan memnuniyet duyduğu anlaşılıyor. Geçmişi çabuk unuttuk. 12 Eylül 1980 tarihine gelinen süreçte kimlerin sorumlu olduğunu, bu sürecin külfetinin sadece Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yüklenemeyeceğini, sembol dava görmek yerine tüm sorumluların yargı önüne çıkarılması gerektiğini, dönemin şartlarının, toplumun sivil demokratik hayatı kesintiye uğratan 12 Eylül 1980 tarihi ve sonrasında gerçekleşen süreci desteklediği gerçeğinin gözardı edilemeyeceğini çokça söyledik.

Bu yargılamada üç önemli nokta vardır; birincisi, adı “darbe” veya “ihtilal” olsa da sivil demokratik hayatı kesintiye uğratan sürecin meşruiyet kazanmasıdır. Bu meşruiyetin önüne geçilememiştir. Hiç kimse, 12 Eylül 1980 tarihinde ve sonrasında darbenin sorumlusu olarak gördükleri insanlara ve bu insanların aldıkları kararlara müdahale edememiş; aksine herkes, o iradenin aldığı her türlü karar ve tasarrufa uygun hareket etmiştir. Bu somut durum gözardı edilemez. 12 Eylül 1980 darbesi veya ihtilali, tüm unsurları ile gelmiş, herkes tarafından kabul görmüş, hazırladığı Anayasa halkın büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiş, bu Anayasa ile kanunlar koyulmuş ve düzen sağlanmıştır. Bu düzenin tüm eserleri şu an ayaktadır. Bunları dikkate almayıp, sadece iki kişi üzerine yoğunlaşmak suretiyle cezalandırılma yöntemine gidildiğinde, adalet yerini bulmayacaktır. Bizim sorunumuz, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında iddia edilen fiilin suç olup olmadığı veya bu suçun Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya tarafından işlenip işlenmediği değildir. Sorun, 12 Eylül 1980 darbesi veya ihtilalinin hukuka uygunluk kazanması ile ilgilidir. Elbette bir fiil, ya baştan itibaren hukuka uygundur veya değildir. Ancak somut olayda, fiilin hukuka aykırılığı zamanında gündeme getirilememiş, takibe konu edilememiş, hatta bu konuda soruşturma başlatan Cumhuriyet Savcısı dahi görevinden ihraç edilmiştir. 12 Eylül 1980 tarihi ve sonrasının eserlerine 34 yıldır sahip çıkıldığı, başta 1982 Anayasası olmak üzere o döneme ait birçok kanunun yürürlükte olduğu unutulmamalıdır.

İkincisi, 12 Eylül 2010 tarihli halk oylaması ile Anayasanın geçici 15. maddesinde yer alan yargı dokunulmazlığı hükmünün yürürlükten kaldırılması önem taşımamaktadır. Çünkü Ceza Hukukunda failin aleyhine geriye doğru suçlama ve cezalandırma yapılamaz. Bu hükmün Türk Milletinin iradesine aykırı koyulduğu, Ceza Hukuku açısından kabul edilemeyeceği, her ne kadar Ceza Hukukunda failin aleyhine geriye dönük tasarrufta bulunulmasa da istisnai olarak burada bulunması gerektiği, bu hukuka aykırılığa göz yumulamayacağı, 12 Eylül 2010 tarihine kadar suç zamanının işlemediği gibi argümanlarda isabet bulunmamaktadır. Çünkü 1982 Anayasası, tüm maddeleri ile oylanmış ve kabul edilmiş olup, halen yürürlüktedir. Şimdi kimse, 1982 Anayasası’nın geçici madde 15 hariç tüm maddelerinin serbest irade ile kabul edildiğini iddia edemez. Bu anlayış inandırıcı da olmaz.

“Hukuk devleti” ilkesi, hukukun evrensel ilke ve esaslarından ayrılmak suretiyle hareket edemez. Beğenelim veya beğenmeyelim bir dokunulmazlık kabul edilmişse, onun ortaya koyduğu sonuçlara katlanmak gerekir. Şimdi birisi çıkıp, “ben Anayasa m.83’de yer alan yasama dokunulmazlığını kaldırdım ve bunu geçmişe uygulayıp tüm milletvekillerini sorumlu tutacağım” nasıl diyemezse, aynı şekilde yaklaşık 30 yıl sonra geçici madde 15’i kaldırmak suretiyle Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın sorumluluğu yoluna gidilememelidir.

Üçüncüsü; burada suç zamanaşımı sorunu olduğu, aradan geçen 30 yıl sonrasında suç zamanaşımının dolduğu, bu sürede yetkili makamların hareket edememesinin kabul edilir bir yanının olamayacağı, Türk Silahlı Kuvvetleri karşısında sivil demokratik yaşamın korkup müdahale edemediği, bunun zamanının 12 Eylül 2010 tarihinde geldiği ve ancak bu tarihten itibaren ceza soruşturmasının açılabildiği, hatta kanunda yazılı olmasa dahi darbe suçlarında zamanaşımının kabul edilmemesinin gerektiği gibi gerekçelere katılmak da mümkün değildir.

Ortada bulunan net hukuki tablo, yukarıda işaret ettiğimiz gibidir. Bu tabloyu ve hukuki eleştirileri gözardı edip sembolik yargılama ve mahkumiyet fikrinden hareket edip darbelerle yüzleşme yoluna gidildiğini söyleyen herkes, rahmetli Menderes’in suça konu eylemden sonra kurulan Yüksek Adalet Divanı’nda nasıl yargılanabildiğini, benzer hataları tekrar etmenin başka kötü emsallere de yol açabileceğini, hukukla ve hukukun evrensel ilke ve esasları ile oynanamayacağını, bu işin şakasının olmayacağı gerçeğini dikkate almalıdır.

Son söz; hukukun bir gün herkese ve hepimize lazım olacağı unutulmamalıdır.