“İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan haysiyetin ve bunların eşit ve devir kabul etmez haklarının tanınması hususunun, hürriyetin, adaletin ve dünya barışının temeli olmasına..”

Bu şekilde başlayan ve çağdaş yaşamın en önemli hukuk metinlerinden biri olan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 10 Aralık 1948 tarihinde kabulünün üzerinden altmış dört yıl geçti.

Her satırı insanlık tarihinin kara sayfalarının acı tecrübeleri ışığında yazılmış Bildirge'den bir kaç cümlenin altını çizelim:

“İnsan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevkeden vahşiliklere sebep olmuş bulunmasına, dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş insanların, içinde söz ve inanma hürriyetlerine sahip olacakları bir dünyanın kurulması en yüksek amaçları olarak ilan edilmiş bulunmasına..”

“İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına..”

Bildirge’nin kabulünün üzerinden on yılların geçmiş ve dünyanın hemen her devletinin Bildirge’yi kabul etmiş olması insan haklarının içselleştirildiği, zulüm ve baskının sona erdiği anlamına mı geliyor? Demokrasinin “ilerisine” geçen Türkiye’de insan hakları meselesi  acaba hallolmuş veya hal yoluna girmiş midir?

Her gün binlerce avukatın savunma hakkı yok sayılıyor, böylece yurttaşların "birey" olma hakları ellerinden alınıyor. İnsanlar gerekçelerini bilmeden yargılanıyor, tutuklanıyor, mahkum ediliyor. Siyasi iktidara muhalefet en vahim suç, siyasi iktidarın “hoşlanmadığı" bir davranış, devlet gücü kullanılarak düzeltilmesi (!) gereken büyük bir kabahat sayılmakta.

Her gün canımızdan can eksiliyor.  Her gün en az bir kadın erkek şiddetinin kurbanı oluyor. Kadın, kamusal hayattan çekilmeye teşvik ediliyor, hatta zorlanıyor. Her gün bir işçi, olumsuz çalışma koşullarına feda ediliyor.  Toplantı hakkını kullanmak isteyenler engelleniyor, haklarını arayanlara fiziksel şiddet uygulaması günlük uygulamaya dönüştürülüyor. Telefon dinlemeleri gündelik hayatımızın artık yadırganmayan bir parçası olmuş. Siyasi iktidara muhaliflerin özel hayatları alenileştirilirken her yönden bir itibarsızlaştırma çabası almış başını gidiyor.

İnsan hakları konusunda geldiğimiz noktayı açıklayan, sık yaşanan bir dolandırıcılık örneği: Dolandırıcı telefonda kendini savcı/polis olarak tanıtıyor, görüştüğü kişiye “telefon/kart bilgilerinin terör örgütü ile bağlantısının tespit edildiğini, bu durumun düzeltilmesi için şu  kadar paranın ödenmesini talep ediyor. Aralarında bir çok "okumuş" kişinin de bulunduğu mağdurlar, polis/savcı/mahkeme korkusundan koşa koşa parayı yatırıyor.  Çünkü yurttaş, devletten korkuyor. Maalesef suçlanmak, tutuklanmak, itibarsızlaştırılmak kolay, aklanmak ise çok zor. Sahteliği sabit olmuş dijital delillerle (!!) insanların tutsak edilip zindanlarda unutulmaya terk edildiğini artık çağdaş dünya hep bir ağızdan haykırıyor.

Şimdi soruyoruz; biz insan haklarının neresindeyiz?

Ankara Barosu olarak; insan haklarını sürekli gelişen bir içerikle anlayıp kabul ettiğimizi, şekil değiştiren insan hakları ihlalleriyle sürekli mücadeleyi varlık sebebimiz olarak gördüğümüzü, Gelincik projemizle de, 13 Aralıkta Silivri’de bulunmakla da amacımızın insan haklarına saygıyı içselleştirmiş bir toplumun inşasına katkıda bulunmak olduğunu kararlılıkla kamuoyunun bilgisine sunuyoruz.

Saygılarımızla.

ANKARA BAROSU BAŞKANLIĞI