DEVRİMCİ DEMOKRAT AVUKATLAR GRUBUNUN BAŞKAN ADAYI AVUKAT MEDENİ AYHAN'NIN ÖZGEÇMİŞİ

1968 Mardin ili Nusaybin ilçesi doğumlu olan grup başkan adayımız Avukat Medeni Ayhan, ilk, orta ve lisedeki (Endüstri Meslek Lisesindeki) eğitim öğrenimini Nusaybin de tamamladıktan sonra, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine kayıt yaptırdı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 3. sınıfından, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesine yatay geçiş yaptıktan sonra, 1994 yılında “düşünce suçu” nedeni ile tutuklanmış olduğundan, yılı sonu sınavlarına da cezaevinde katılarak mezun oldu. Yazdığı kitap, makaleler ve yaptığı konuşmalar nedeni ile çeşitli davalardan “düşünce suçu” işlediği gerekçesi ile hüküm giyen Ayhan, tutuklu kaldığı süre karşısında staja ve avukatlığa geç başlamak durumunda kaldığından, 1997 yılında Ankara Barosuna kayıt yaptırarak başladığı avukatlık mesleğini sürdürmektedir. 1999 yılında yeniden iki ayrı davada hüküm verilerek tutuklandığından, Ankara Barosu Disiplin Kurulu kararı ile yazdığı yazı ve Devlet Güvenlik Mahkemesinin kararı gerekçe gösterilerek avukatlık mesleğinden süresiz ihraç edildi ise de, uğradığı mağduriyet karşısında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde açmış olduğu davayı kazandı ve iadeyi mahkeme çerçevesinde beraat ederek, avukatlık mesleğine de geri dönmüş oldu. Yazdığı kitap, makale ve çeşitli toplantılarda yaptığı konuşmalar nedeni ile 1991 yılından itibaren hakkında 10 nun üstünde dava açıldı ise de, en son 2004 yılında Baro Genel kurulunda yaptığı konuşma sonrasında hakkında açılan davadan da berat etti. Aynı çerçevedeki düşüncelerini yazılı ve sözlü olarak ortaya koymaya devam etmesine rağmen, Anayasanın 90. maddesine eklenen son fıkrası nedeni ile 2004 yıllından bugüne kadar ki süreçte ise, hakkında herhangi bir dava açılmadı.

Ayhan, Özgür Halk Dergisinin Ankara Temsilciliğini kurdu, 1990 ve 1991 yıllarında derginin temsilciliğini ve yazarlığını yaptı. Ayrıca 1998 yılından itibaren Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğrenci olması nedeni ile öğrenci eylemlerini örgütleyip söz konusu eylemlere öncülük ettiğinden, defalarca gözaltına alındı. 1992 yılında Özgür Üniversite'nin kuruluş toplantısına katılarak, kurucularından biri olan Ayhan, aynı zamanda bu Üniversite den öğrenci olarak eğitim öğretim görerek, mezun oldu. Öğrenci olduğu süreçte Özgür Üniversite Öğrenci Birliğini kurdu ve kurucu başkanlığını yaptı. Özgür Üniversite'nin bünyesinde Özgür Bilim Dergisini kurdu, genel yayın yönetmenliğini ve yazarlığını yaptı. Bilahare Özgür Üniversite de iki dönem öğretim görevlisi olarak  dersler verdi.

1998 yılında Tutuklu ve Hükümlü Yakınları Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği(THYD-DER)'ni kurdu, kurucu Genel Başkanı olarak da cezaevleri ve gözaltlılardaki işkence, kötü muamele ve hak gasplarına karşı bir insan hakları aktivisti olarak mücadele etti. Cezaevlerindeki hukuki hakların sağlanması için sık sık çeşitli kurumların yöneticilerinden heyetler oluşturarak, arabulucu oldu.

Çok sayıda siyasi ve toplumsal davada mağdurların vekilliğini yapan Ayhan, DEHAP, HAK-PAR gibi partilerin, THYD-DER in, İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Recep Maraşlı gibi aydınlarımızın avukatlığını yaptı. Çeşitli insan hakları ihlalleri, hak gaspları ve hukuksuzluklar nedeni ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde vekil olarak yoğun oranda dava açarak takip etti. Grup Başkan Adayımız Avukat Medeni Ayhan 2014 yılından itibaren Adalet Bakanlığı Arabuluculuk Sicili’ne kayıtlı Arabulucudur.

Grup başkan adayımız Ayhan, Özgür Halk Dergisi ile Özgür Bilim Dergisi dışında; Rewşen Dergisi, Welat Gazetesi, Nûdem Dergisi, Gündem Gazetesi, Kaldıraç Dergisi, Sorun Dergisi gibi çeşitli yayın organlarında yazılar yazdı. Kürdistanlı Filozof Ehmedê Xanî, Bilim Tarih Metodoloji gibi araştırma inceleme kitapları yanında, Qêrîn(Haykırış) adlı şiir kitabı da yayımlanmış olan Av. Medeni Ayhan nın “Tu Evîn”(Sen Sevda)adlı şiirini 1991 yılında Grup Ekin besteledi. Ayhan, çeşitli internet sitelerinde politik analiz yazıları yazmaya devam etmektedir.

Ankara Barosu Kongrelerinde uzun yıllar tek başına ve ısrarla bütün dinsel, etnik aidiyetler ile emekçilerin sorunlarını gündemleştirdikten sonra grubumuzun kuruluşuna öncülük etti, sözcülüğünü üstlendi.

 

DEVRİMCİ DEMOKRAT AVUKATLAR GRUBU 2014 YILI BİLDİRGESİ

GRUBUMUZUN TEMEL ÖZELLİKLERİ, İLKELERİ VE BİLEŞİMİ

Grubumuz; meslek sorunlarının çözümü yanında, ezilen ulusun, ulusal azınlıkların, emekçilerin, ötekileştirilen ve eşitsizliğe sürüklenmiş inançlara mensup aidiyetlerin, tarihsel olarak tahakküm altına alınmış cinsin(kadının) bütün hak ve özgürlüklerinin sağlanmasından, doğanın, çevrenin, tarihi sit alanlarının korunmasından yanadır. Kısacası ezilen her kategoriden yanayız, ezilen her kategorinin hakları için mücadele etmeyi ilke edinerek, özgürlüklerinin hukuki düzenlemeye kavuşmasını da esas almaktayız. Grubumuz bu çerçevedeki mücadele sürecinde, kardeşleşerek gerçek kardeşlik hukukunu yaratmak, ırkçılık, milliyetçilik ve her türden gericiliği birlikte kırarak, bütün aidiyetlerin devrimci demokrat bir platformdaki birliğini esas almaktadır. Esasen hiç bir aidiyetin varlık ve özgürlüğü; diğer aidiyetlerin varlığı, ya da hak ve özgürlükleri ile çatışmamaktadır. Her aidiyetin özgürlüğü; ırkçı olan İttihatçı-Kemalist ideolojik politik çizginin Türkçü-İslamcı devletin kuruluşunda, yapısında kurumsallaştırmış olduğu, ayrıca en katı hali ile de koruyarak sürdürmek istediği, buna karşın sistem içerisindeki diğer alternatif iktidar gücü olan liberal muhafazakar-yeni Osmanlıcı çizginin ise, daha esnek yöntemler ile yaymayı amaçladığı faşist-sömürgeci-emperyalist statüko ile çarpışarak, çatışmaktadır. Bu gerici değerler ile statükolarına karşılık olarak; bütün aidiyetlerin varlık ve özgürlüklerini hep birlikte savunmanın ise, gerçek kardeşlik ve özgürlük hukukunun doğuşuna, ırkçılık ve milliyetçilik ile gericiliğin tasfiyesine yol açacağı aşikârdır.

Grubumuz; çeşitli alt grup ve bireylerden oluşmakla birlikte, her hangi bir aidiyetin kendi denetimi altına alabileceği bir yapı değildir. Ezilen ve hakları gasp edilen bütün aidiyetlerin beraberce yönetimde ortaklaşması kültürünü ilke edinmektedir. Grubumuz; resmi ideolojiyi ve statükosunu red etmek kaydı ile sınıfsal, etnik ve dini köken ayrımı gözetmeksizin programımıza ve bildirgemize katıldığını beyan eden bütün meslektaşlarımızın demokratik platformudur. Bu çerçevede sınıfsal, cinsi, etnik veya dinsel inançları nedeni ile ötekileştirilmiş her aidiyetin sorunlarının sözcülüğünü üstlenerek; bütün siyasi, sosyal ve hukuksal haklarının kanuni güvenceye kavuşturulması için mücadele etmeyi esas almaktayız. Grubumuz; Baromuz bünyesindeki diğer bütün grupların tersine; devleti yönetenlerin iki eli arasındaki iktidar mücadelesinin bir eklentisi ve birleşeni durumuna gelerek, gerici statüko ile birleşmek yerine, bağımsız ve özgür seçenek olmayı, mevcut statükoyu ret ederek, dönüşümüne katkı yapmayı esas almaktadır. 

Grubumuz, herhangi bir parti yada örgütün izdüşümü olmadığı gibi, dar anlamda ideolojik politik bir çizginin yansıması da değildir. Hem demokratik kitle örgütü, hem de meslek örgütü durumunda olan Ankara Barosu bünyesindeki bir meslektaş grubu olan yapımız; program ve bu bildirgemizdeki görüşlerde ortaklaştığını kabul etmek kaydı ile kendilerini komünist, sosyalist, anarşist, sosyal demokrat, liberal demokrat, dindar demokrat, çevreci gibi sıfatlar ile tanımlayan, yada herhangi bir siyasi sıfat üstünden kendisini tanımlamakla birlikte, bildirgemizdeki değerlerde ortaklaştığını ortaya koyan her avukatın platformudur. Grubumuz; sınıfsal, etnik, dinsel ayrım olmaksızın, gerici resmi ideoloji olan Kemalizm ve ittihatçılıktan; “milliyetçi olan dincilikten,” yeni Osmanlıcı liberal muhafazakârlıktan kopuş sağlamış olup; program ve bildirgemize katıldığını ifade eden her meslektaşı doğal üyesi olarak kabul etmektedir. Bu çerçevede grubumuzu; program ve bildirgemizdeki ortak payda da birleşen devrimci demokrat bir platform olarak tanımlıyoruz. Grubumuz; bütün aidiyetlerin haklarına ret, inkâr, imha ve tepki üzerinden yaklaşan Kemalizm ve ittihatçılığı, devlet içersinde örgütlü olan kontrgerillacılık (yani kontrgerillanın lokal ve dönemsel adları ile ifade edilen Ergenekon,Jit,Jitem,Seferberlik Tetkik Kurulu,Türk Mukavemet Tugayı,Teşkilatı Mahsusa gibi yapıları) ve darbeciliği reddettiği gibi; Milliyetçi dinciliği ve yeni Osmanlıcı liberal muhafazakar çizgiyi de ret etmektedir. Grubumuz; mevcut devletin egemenlik sistemini ve bu sistemden kesin kopuş içerisinde bulunmayan siyasi eğilimleri gerici saymakta, istisnasız olarak bütün halkların hak ve özgürlüğünden yana tutum alırken, sadece gerici egemenlik sistemini karşısına almaktadır. Hiç bir aidiyet diğer aidiyete karşıt ve düşman hale getirilemez. Aidiyetlerin birbiri ile sorunu yoktur, bütün aidiyetlerin mevcut egemenlik sistemi ve devlet statükosu ile sorunu vardır. Bütün aidiyetlerin birleşen davası da; bu egemenlik sistemine ve devlette cisimleştirilirmiş statükoya karşıdır.

On yıllardır Ankara Barosunun bünyesinde bulunan üç gerici grup; devlette gerçekleşmiş gerici statükonun birer bekçisi ve sivil yeniçeri ocakları durumuna düştüklerinden, hiçbir aidiyetin sorununun tartışılmasını, taleplerinin hukuksal düzenlemeye kavuşmasını ve hatta gündemleşmesini dahi istememişlerdir. Bu nedenle son on yıllık süreçteki bütün bildiri ve bildirgeleri incelendiğinde, ulus, ulusal azınlık, dini inanç anlamında hiçbir aidiyetin hak ve özgürlüklerine yer vermedikleri aşikardır. Var olan grupların mevcut toplumsal siyasal sorunlara hukuki düzenleme önermemeleri; avukatlık mesleğinin sorunlarını çözememeleri, devlet içinde iktidar mücadelesi veren düzen içi (devlet içi) iki gerici güç (iki gerici çizgi) olan İttihatçı-Kemalist çizgi ile Prens Sabahattin’in liderlik ettiği Hürriyet ve İtilaf Partisinin liberal muhafazakar yeni Osmanlıcı çizgisinin bugünkü temsilcilerine eklemlenerek, yüz yıldan fazla bir süredir, Türkçü-İslamcı gerici egemenlik sistemi içerisinde süreklileşen gerici kanatların iktidar mücadelesinin parçalarına dönüşmeleri, yada baştan beri bu durumda bulunmaları karşısında da, Devrimci-Demokrat Avukatlar Grubunu kurduğumuz aşikardır.

Devrimci ya da demokrat olabilmek; mevcut gerici egemenlik sisteminin odak ve kanatları durumundaki güç ve çizgilerden birine ilericilik ya da devrimcilik atıf ederek, sistemin birer işbirlikçisi olmak ile başlamamaktadır, aksine statükonun düzen içi çizgilleri ile kesin kopuş içerisinde olmayan her çizgiyi red etmek ile başlamaktadır. Yüz yıldan fazla bir süredir, Türkçü-İslamcı olan ırkçı gerici egemenlik sistemi içerisinde iktidar mücadelesi veren iki gerici çizgiden liberal muhafazakar çizgiye ilericilik atıf edecek kadar kör olan söz de “sosyalist” işbirlikçilerin ise sosyalist olarak kendilerini tanımlamalarına rağmen, sosyalizmi liberalize eden sol dışı birer unsur durumuna düştükleri açıktır. İttihatçı-Kemalist-Orducu ve darbeci çizgiye; “ilerici, devrimci veya demokrat” türü nitelikler yükleyenler ise; devrimin yerine darbeyi, halkın yerine egemen sınıfların ordusunu, sosyalizm yerine totaliter, ırkçı, asimilasyoncu, imhacı, retçi İttihatçı-Kemalist burjuva ideolojisini geçirterek, sol dışı çizginin en basit düzeydeki unsurları olarak gerici-düzen içi darbelerin hem kullanılmış birer payandası, hem de kurbanıdır. Bu anlayış çerçevesinde önce payanda olma, sonra da kurban olma geleneği devam etmektedir. Bu iki eğilim ile ortaklaşmak veya bu tür eğilim ve gruplara oy vererek güç vermek yerine, gerçekten devrimci değerleri olan bir grup ve eğilim yaratarak güçlendirmek en doğru olanıdır. Bu neden ile devlet içerisinde iktidar mücadelesi veren ve Baromuzun bünyesindeki üç gerici grupta yansımasını bulan bu iki çizgiyi red ediyoruz. İki gericilikten birine ilericilik yükleyerek eklemlenmek yerine, red ederek başka bir yolu açmak devrimci olanıdır.

Devrimci Demokrat Avukatlar Grubu; anti İttihatçı-Kemalist, anti Yeni Osmanlıcı-liberal muhafazakar, anti emperyalist, anti sömürgeci,anti faşist ve anti feodal olan devrimci demokrat bir platformdur. Bir daha tekrar ediyoruz: Grubumuz,  özelikleri nedeni ile mevcut olan partilerden herhangi birisinin izdüşümü olmayı da red etmektedir.

Siyasal, toplumsal ve kültürel aidiyet hakları esasen siyasi sorunlar durumunda olmak ile birlikte; redde, inkara, imhaya dayanan resmi ideolojinin yansıması olan kanun mevzuatı çerçevesinde statüko kurularak bütün sorunlar yaratılmış olması nedeni ile söz konusu problemlerin aidiyetlerin tamamına hak ve özgürlüklerini sağlayan yeni hukuki düzenlemeler yapılarak çözülebileceği aşikardır. Bu nedenle ekolojik-siyasal-kültürel, ekonomik ve toplumsal haklar kategorisinin aslında birer hukuki mesele ve sorun olduğu da tartışmasızdır. Yapılacak hukuki düzenleme ve çözümleri ise, her türden vesayet anlayışını red eden, bağımsız, etkin, özgürlükçü, katılımcı, saydam, sahip çıkan, devrimci, demokrat Baroların, Barolar Birliğinin ve aydın durumunda bulunan avukatların tartışarak önermesi gerektiği açıktır.

Özgürlük; sadece bizim özgürlüğümüz değildir, ötekileştirilen her kesin özgürlüğüdür, özgürlükleri bizim özgürlüğümüz derecesinde vazgeçilmez olan başkalarının da özgürlüğüdür. Özgürlük ve kardeşlik hukuku; her aidiyetin özgürlüğünü, hep birlikte talep etmek ile gerçekleştirilecek bir değerdir. Bu değerin gerçekleşmesine öncülük etmesi gerekenler de hukukçular ve kurumları durumundaki Barolar ile Barolar Birliği’dir.

GERİCİ OLMALARI NEDENİ İLE BAROMUZUN KONGRELERİNDE FAŞİZM, EMPERYALİZİM, SÖMÜRGECİLİK, LAİKLİK, DEVRİMCİLİK, DEMOKRATLIK KAVRAMLARINI KULLANMA EHLİYETİ OLMAYAN ÜÇ GRUBUN NİTELİKLERİ, DÜZENİN ODAK (KANAT) VE İDEOLOJİLERİ İLE İLİŞKİLERİ

En devrimci ideolojik politik bilinç; bilimsel ve yalana dayanmayan tarih bilincinin ürünüdür. Bu durumda yalana ve uydurmaya dayanan resmi tarih anlayışına göre mi, yoksa bilimsel verilere dayanan tarih yazımına göre mi, bilinçlerimizin şekillendiğine bakmak da zorunludur.

Osmanlının yönetim kadrosunu oluşturan İttihadı Terakki, 1912 yılında Balkanların ellerinde çıkmasına kadar Osmanlılık çizgisini(Osmanlı Birliği çizgisini) savundu. Balkanları da kaybetmeleri üzerine, Osmanlılık çizgisini terk ederek İslamlık çizgisini(İslam olanların birliği çizgisini) esas aldılar. Ancak 1. Dünya Savaşında (emperyalist paylaşım savaşında) Araplarında kopması ile birlikte, İslamlık çizgisini terk ederek, Türkçü-İslamcı çizgiyi esas aldılar. Bu çerçevede feodal dönemin emperyalist bir İmparatorluğu olan Osmanlı’nın bakiyesinden devlet çarkı aracılığı ile Türkçülük başat olmak üzere; Türk-İslamcılık çizgisinde totaliter ve ırkçı bir ulusal devlet inşa edilme sürecine girilmiş oldu. Bugün Türkçü-İslamcı çizgide mevcut egemenlik sistemini devam ettirme imkanı kalmadığından, Türk burjuvazisinin kimi temsilcilerinin ise, “Türkiyelilik çizgisi” temelinde var olan gerici statükoyu yeniden üretme çabası içerisine girdiği aşikardır.

İttihat ve Terakki Partisi, yayılmacılığın ve talancılığın ürünü olan artık değeri ordu gücü ile gasp eden, feodal dönemin emperyalist devleti durumundaki Osmanlı İmparatorluğunu emperyalist konumu ile devam ettirmeyi esas almaktaydı. Emperyalistler arasında var olan hammadde ve pazar paylaşımı çelişkisinde ise; yeni yükselmeye başlayan, var olan bölüşüme itirazda bulunan Almanya’nın yanında savaşa girmek ile hedeflerine ulaşabileceklerini varsaymışlardı. Bu çerçevede Alman emperyalizmi ile işbirlikçi ilişkiye girdiklerinden, bir Alman generalin komutası altında Osmanlı ordusunun savaşmasını kabul etmişlerdir. Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Doktor Nazım gibi kadrolar İttihat Terakki Partisinin üst düzey yöneticileri durumda iken, Mustafa Kemal binbaşı rütbesinde iki kez söz konusu partinin kongresine delege olarak katılan bir üye durumundaydı. Almanya ile Osmanlının, İngiliz ve Fransızlara karşı savaşı kaybetmesinden sonra ise, sadece Mustafa Kemal değil, Enver Paşa da İngilizler ile işbirliği temelinde çalışmak üzere diyaloga girmişti. İngiltere-Fransa ise, kendilerine karşı Almanya ile İttifak kurmuş İttihat ve Terakki Partisinin üst düzey kadrosunu tümden tasfiye etmeyi, buna karşın Mustafa Kemal ile kendisi gibi alt düzey olan kadroları ise birer işbirlikçi olarak kullanmayı tercih ettiler. İttihat ve Terakki Partisinin üst düzey kadrosunun Türkiye den sürülmesi, ölünceye kadar da içeriye sokulmamaları ve her birinin ayrı bir yerde öldürülmelerine önlem alınmaması da bunun sonucudur. İngiltere ve Fransa gibi emperyalist devletlerin referans ve kabullerini esas alması karşılığında Mustafa Kemal’in önü açıldı.

Türkiye Cumhuriyeti; feodal dönemin yayılmacı (yani emperyalist) imparatorluğu olan Osmanlı’nın bakiyesinden, Rusya, İngiltere, Fransa gibi emperyalist devletler arasında gizli bir antlaşma olarak 1916 yılında imzalanan Seykes-Picot antlaşması çerçevesindeki sınırlar esas olmak üzere, işbirliği dahilinde kurulmuş bir devlettir. Seykes-Picot antlaşmasında Serhat bölgesi Ruslara bırakılırken, bir vilayet olan ve Kerkük, Rakka, Kamışlı, Haseki gibi şehirleri de kapsayan Musul Vilayeti, Fransa’ya, buna karşın Suriye’nin egemenliğindeki diğer topraklar ile Lübnan ise İngiltere’ye verilmişti. İngiltere’nin Musul ve Kerkük te zengin petrol yataklarının var olduğunu anlamaya başlaması üzerine iki devlet alanları değiştirerek(yani Fransa ve İngiltere’nin aldığı alanlar değiş tokuş yapılarak) antlaşma devam ettirildi. Türkiye’nin üzerinde oturduğu bugünkü sınırları; Sovyetlerin 1918 de -Bolşevik devrimi sonrasında- kendi iradeleri ile Serhat tan (Ağrı, Kars, Erzurum, Erzincan, Van) çıkmış olması nazara alındığında, emperyalist devletler olan Rusya, İngiltere ve Fransa arasında 1916 Mayısında gizli olarak imzalanan Seykes-Picot antlaşmasında esas alınmış olan sınırlardır. Misakı Milli sınırları ise, asılında 1920 yılında İstanbul’daki Osmanlı Hükümeti tarafından karar altına alınmıştı. İngiltere’nin mandası altındaki Irak’a bağlanan Musul ve Kerkük ile Fransızların mandasındaki Suriye’ye bağlanan Haseki, Kamışlı, Rakka Misakı Milli sınırları içerisindeydi. Ankara’daki Meclis te, Misakı Milli’den taviz verilmesine karşı en sert muhalefeti yapan Bitlis Milletvekili Yusuf Bey ve Karadeniz milletvekili Şükrü Bey olmakla birlikte, ikisi de Kemalistler tarafından katledildi. Misakı Milliye göre değil, 1916 da imzalanmış olan Seykes-Picot antlaşması çerçevesinde olmak üzere, işbirlikçi tarzda bir devlet kuruldu. Yalana ve çarpıtmaya dayanan resmi tarih yazımında Amerikan mandacılığını savunmak, sadece Halide Edip Adıvar’ın kucağına atılarak, bir kişinin kucağında vurulmasına rağmen, Sivas Kongresinde Mustafa Kemal’in istemleri çerçevesinde oybirliği ile Amerikan mandacılığı da kabul edildi. M. Kemal’in Samsun’a çıkmasından çok önce, çeşitli yerlerde kendiliğindenci ayaklanmalar ve direnişler devam ediyordu. M. Kemal ortada yokken, Balıkesir kongresi de gerçekleştirilmişti. İşi Mustafa Kemal ile başlatmak ve işbirlikçiliği kamufle etmek için resmi tarih yazımında bu kendiliğindenci direnişlerden ve Balıkesir kongresi ile diğer olgulardan bahsedilmemektedir. Bu nedenler ile Seykes-Picot antlaşmasından ve Sivas Kongresinde oy biriliği ile alınmış “Amerikan mandacılığını kabul etme kararından” da bahsedilmemektedir. M. Kemal in tek başına Samsun’a çıktığı da uydurmadır. 16 kişi ile birlikte, İngilizler ile Vahdetin in istemi çerçevesinde var olan kendiliğindenci direnişi kontrol altına alıp Seykes-Picot antlaşmasındaki sınırlar içerisinde tutmak üzere görevlendirildiği anlaşılmaktadır. Mustafa Kemal, İngilizler ile işbirliği içerisindedir. İngiliz ve Fransızların kabul ve referanslarına göre, bir devlet kurması sağlanmıştır. Bunun için 1916 Mayısında imzalanmış bulunan ve V. İ. Lenin’in 1918 de deşifre ederek red etmeye başladığı Seykes-Picot antlaşmasında belirlenen sınırlar ile Türkiye’nin bugünkü sınırlarına bakmak yeterlidir. 1919 Mayısında Samsun’a çıkartılan Mustafa Kemal’in İngiliz ve Fransızların kabul ve referanslarına göre hareket edip etmediğinin de buna göre incelenmesi gerekmektedir.

Mustafa Kemal, orta düzey bir ittihatçı olarak alt düzey diğer ittihatçılar ile birlikte, İttihadı Terakki Partisinin totaliter ve ırkçı değerleri temelinde, devlet çarkı kanalı ile bir ulus inşa etme çalışmasını devam ettirerek kurumsallaştırdı. Kemalizm, İttihatçılığın hem kendisi, hem de devamıdır. Düzen partileri, ordu ve üst düzey bürokrasi  bugüne kadar İttihatçı ve Kemalist çizginin temsilcisi olmuşlardır. Bunlar, büyük ölçüde Türkiye de kendilerini “sosyalist” olarak nitelendiren ideolojik politik eğilimleri de yedeklerine aldı. Bu çizgiye karşılık Türkçü-İslamcı egemenlik sistemi içresinde ademi merkeziyetçi -iberal muhafazakar olan ve İttihadı Terakki den ayrılan Prens Sebahattin ve arkadaşlarının kurduğu Hürriyet İtilaf Partisi 1913 yılındaki sopalı seçimlerde sindirildikten sonra; Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte tasfiye sürecini de yaşamaya başladılar. Adnan Menderes in Demokrat Partisi, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi ve bugün de Recep Tayip Erdoğan’ın AKP’si bu geleneğin kendisi ve modernize edilmiş devamından başkaca bir şey değildir. 1913 yılından itibaren liberal muhafazakar olan bu çizgi iktidar mücadelesinde sürekli bir yenilgi ve tasfiyeyi yaşarken, AKP ile birlikte tasfiye sürecinin tersine işlemeye başlayarak, mevcut gerici egemenlik sisteminin diğer kanadını teşkil eden İttihatçı-Kemalist çizginin iktidardaki temsilcilerinin her yerde parça parça tasfiye görmeye başladığı sır değildir. Türkiye deki bu iktidar mücadelesi aynı zamanda hem bölgesel hem de uluslararası alanda da bir iktidar mücadelesidir. Her kanat diğer bir emperyalist odak ile işbirlikçi ilişki içresindedir. İttihatçı Kemalistler; İran molla hükümeti, Suriye Bas hükümeti, Irak ta Maliki hükümeti, Lübnan Hizbullah’ı ve emperyalist güçlerden Şengay Paktının temel güçleri olan Rusya ve Çin ile işbirliği içerisindedir. Buna karşın AKP hükümeti ise; İran, Suriye, Irak muhalefetleri yanında, ABD ve Avrupalı emperyalistler ile işbirliği içerisindedir. Gerek içerde ve gerekse dışarıda gerçekleşecek pratik çatışma bu şaflaşmaya göre meydandadır. Ankara Barosunda elli veya altmış yıldır var olan üç gerici grup, Türk egemenlik sistemi içresindeki iki gerici çizgi ve odağa“ilericilik veya demokratlık” niteliklerini yükleyerek hem gerici saflaşmanın birer parçası olmaktadırlar; hem de söz konusu gerici güçlerin izdüşümünde yer alırken gündem ve çatışmalarını da kongrelerimize taşımaktadırlar. Bu durumda Baroda Birlik Grubunun siyaset yapmadığını savlaması tahkiyeden ibarettir, liberal muhafazakar-yeni Osmanlıcı çizginin birer izdüşümüdürler, arkalarına AKP ve Fethullah’ı aldıkları kesindir. Demokratik Sol Avukatlar Grubu ise, İttihatçı-Kemalist-orducu-bürokratik çizginin açık temsilcisi ve izdüşümüdür, CHP, DSP gibi partileri arkalarına aldıkları aşikardır. MHP’li avukatlar ise söz konusu iki grup içresinde bölünmüş olduğundan, her iki grupta da görülebilmektedirler.

Çağdaş Avukatlar Grubu, demokrat değerleri on yıldan fazla bir süredir yitirmiş olup, gerici ve Kemalist bir kliğin eline geçmiş bulunduğundan kendilerini “sol” olarak tanımlamalarına rağmen, özünde Kemalist-orducu-darbeci çizgiye değer yükleyen marjinal parti ve eğilimciklerin birer bileşkesini arkalarına almış bulunmaktadırlar. Çağdaş Avukatlar Grubu da bazen açık ve bazen de örtülü olarak İttihatçı-Kemalist –orducu-darbeci çizginin bir izdüşümü durumuna geldiğinden, devrimci ve ilerici değerleri kalmamıştır, ayrıca fizikken de büyük ölçüde tasfiye olarak daralmıştır. Yaklaşık 12 yıldır bu grubun yönetiminde bulunan marjinal gerici eğilimlerin temsilcileri geçmişteki değerleri geliştirme yerine, tümden tasfiye etmeyi esas aldılar. Hala bu gruba oy verenler ise ya durumu bilmemeleri nedeni ile grubun eski kimliğine oy atmakta, yada kerhen oy kullanmaktadırlar. Çağdaş Avukatlar Grubunun listesindeki kişilere, bildirilerindeki gerici, bomboş söylemlere oy verilmediği kesindir. Bilinci en çarpık bireyler; bu grubun yönetimindedir, kendi klikleri için kullanmaktadırlar. Ancak 12 yıldır gerici ve muhafazakar bir durumda olan Çağdaş Avukatlar Grubunun, 12 yıl önceki imajı üzerinden düşünerek kendilerine oy vermeye devam edilmesinin var olan gericiliği ve çarpıklığı beslemeye yol açacağı açıktır. 2010 yılı kongresinde Demokratik Sol Avukatlar Grubunun 7/1 oranında oy almalarına rağmen, Romalı komutan Piros gibi hezimetten zafer çıkartma manipülasyonuna devam ederek, sonucu, “Çav Bella ve Venseremos” şarkıları ile kutlayabilmeleri bu yapının trajik-komik olduğunu, iktidar hedefinin tümden bitmiş bulunduğunu, kendilerini ve çevreyi aldatma faaliyeti içeresinde aşık atıklarını göstermektedir. İktidar hedefine inançları olmadığından, gerici muhafazakar statükocu değerlerin savunucuları olduklarından, son 12 yıldır kongrelerde ilerici değerlerden yana söyledikleri hiçbir şey de olmadığından, bu grubun kongreye katılması dahi gereksiz ve anlamsız olmaktadır. Son 4 yılda Demokratik Sol Avukatlar Grubunun iki kanadı ile yaptıkları Kemalist ittifaklar; gericilikte birleştiklerini, iktidar hedef ve olanaklarının sıfırlanmış olduğunu ispatlamaktadır. Ancak bu Grubun gericileşmesinin neden ve olguları fazladır, aşağıda daha detaylı değerlendireceğiz. Tartıştırdığımız düşünceler üç gerici grubun bünyesinde de yansımasını bularak, söz konusu grupların bölünmesine yol açacaktır. Çağdaş Avukatlar Grubu, ya kendisini sürdürebilmek için ortaya koyduğumuz değerleri savunmak zorunda kalacak, ya da denetim ve kontrol altında tutarak yanlış yönlendirdiği tabanının tamamını gericileştirmeyi başaramayacağından, bunlardan oy atmaya devam ederek gericiliği beslemekten imtina edenler Grubumuza katılacaklardır. Bu durumda ya tasfiye olacaklardır, ya da bölüneceklerdir. Bildikleri tek şey olan manipülasyon ile çarpıtmalar sayesinde iş görmelerini imkansızlaştırmış bulunuyoruz.

Türkiye de kendilerini sosyalist veya komünist olarak tanımlayanlar dahi devletin içresindeki bu iki çizgiye “ilericilik-demokratlık” türü kavramlar yükleyerek, düzenin birer işbirlikçisi olarak devrimci ideolojiyi ya Kemalistleştirerek, ya da liberalize ederek yozlaştırmaktadırlar. Devrimcilik ve demokratlık; mevcut gerici egemenlik sisteminin düzen içi ideolojik politik çizgisini, kültürünü, ekonomisini red edebilmek ile başlamaktadır. Düzen içinde iktidar mücadelesi veren bu çizgilerinden birine eklemlenenler ise; ilerici, devrimci, demokrat, anti emperyalist, anti sömürgeci ve anti faşist olamazlar. Biz Devrimci Demokrat Avukatlar Grubu olarak; düzen içinde iktidar mücadelesi veren bu iki gerici çizgiden hiç birine olumlu bir nitelik yüklemeden red ediyoruz, ayrı bir yol açıyoruz.

Ekonomisi tekelli nitelikte olan ve tekelleri ile kendisini sınırlarının dışına vurmuş bulunan Emperyalist Türkiye nin, NATO da ikinci güç durumunda bulunan tehditkar operasyonel bir orduya, büyük ölçüde artık değeri ortaya çıkartabilecek; azımsanmayacak nüfusunun emek gücüne, geniş pazara, Osmanlının bakiyesi olarak Türkik Cumhuriyetler üzerindeki nüfusu da düşünüldüğünde önemli bir siyasi ve diplomatik güce sahip olduğu aşikardır. Emperyalist Türkiye; gücü ölçüsünde diğer emperyalist devletler ile birlikte Afganistan’a, Kosova’ya, Bosna’ya,Lübnan a, Afrika’ya asker gönderirken; hep birlikte yayılmaktadırlar, aynı zamanda hep birlikte pay almaktadırlar. Güç sıralaması esas olmak üzere, en güçlü emperyalist önderlik; petrol ve gazı kendisine bağlarken, diğerleri haberleşme ve telekomünikasyonu almaktadır. Feodal dönemin yayılmacı imparatorluğu olan Osmanlı’dan sonra, 1974’teki Kıbrıs çıkarmasından itibaren emperyalist pratik gösteren Türkiye ise; inşaat, gıda ve tekstil gibi sektörleri hakimiyetine alarak, paylaşımdaki payını almaktadır. Emperyalist güce kavuşmuş devletler bazen uzlaşarak paylaşır , bazen da paylaşım da ve politikada bir birine ters düşerek çatışır. Kendilerini Türkiye sosyalist hareketi içresinde tanımlayanlar, emperyalist Türkiye’nin yerel pazarının korunmasından ve dışarıya gelişmesinden yana iken, diğer ülkelerinin emperyalizmine karşıdır. Bu yaklaşıma sahip olanlar, kendilerini Türkiye Sosyalist Hareketi içerisinde tanımlasalar da; yerel pazarcı ve yerel kapitalist durumundadırlar. Alt yapıda yerel kapitalist ve üst yapı kurumu olan ideoloji de ise düzen resmi ideolojisi Kemalizm ile hiçbir zaman bağılarını koparamamış olduklarından; birer gerici ve statükocu durumundadırlar. Bu durumdakiler kendi devletlerinin emperyalizminden yana ve başka emperyalizmlere karşı olduklarından sahte bir anti emperyalist söylemin sahibidirler. Anti emperyalist olanlar; başta kendi devletlerinin emperyalizm ve sömürgeciliği olmak üzere, her ülkenin emperyalizm ve sömürgeciliğine karşı olmak zorundadır. Düzen siyasetinin iz düşümündeki üç grubun üyesi olanlar ise, doğrudan emperyalist bir devletin ve resmi ideolojisinin birer parçasıdırlar.

Kuzey Kürdistan’daki yer altı ve yer üstü zenginliklerinin ham madde olarak Türkiye’ye taşındığı, maddeye dönüştürüldükten sonra ise Kürdistan’daki pazara sürülerek halka satıldığı, bu yolla bir yan Pazar elde edildiği, öte yandan Kürdistanlı emekçilerin yaşadıkları yerleşim birimlerinde yatırım yapılmaması (fabrika kurulmaması) ve iş bulamamaları nedeni ile sömürgeci merkezin metropollerinde ucuz işgücü kaynağına dönüştükleri, söz konusu ucuz iş gücünün Türk ekonomisine artı değer transferi olması nedeni ile de Kürdistan’ın sömürge olduğu; siyasi, idari, kültürel, ekonomik açıdan kurumsallaşmasını yaratma ve kendi kendisini yönetme imkanından yoksun bırakılarak, Türkiyeli valiler ile yönetildiği açıktır. 19. yüzyıldaki klasik sömürgelerde dahi, resmi kurumlarda ve eğitimde dil yasağı uygulanmazken; Türkiye’nin hakimiyeti Kuzey Kürdistan da hala bu yasağı uygulaması nedeni ile alt sömürge olduğunu söylemek bile mümkündür. Açıkça Kürdistan’daki sömürgeciliğin bütün sonuçları ile tasfiyesinden yana pratik tutum almayanların tamamı (ideolojik politik söylemlerindeki farklılık ve gerekçeleri ne olursa olsun) söz konusu sömürgeciliğin sonuçlarından yararlanmaya çalışanlardır. Kürdistan’daki sömürgeciliğin tasfiyesi için hiçbir mücadelesi, söylemi ve hukuki düzenleme önerisi olmayan Demokratik Sol Avukatlar Grubu , Çağdaş Avukatlar Grubu ve Baroda Birlik grubu gericidir, bunların anti emperyalist ve anti sömürgeci olmadıkları da tartışmasızıdır. Bunlar başka devletlerin emperyalist ve sömürgeci pratiklerine karşı olduğunu ortaya koyarken, kendi devletlerinin emperyalist ve sömürgeci pratiklerinin devamından yana olduklarından, “anti sömürgeci ve anti emperyalistlikleri” Kemalist yada Fethullahi birer uydurmadır.

Diğer bütün aidiyetlerin red ve inkarı temelinde ırkçı bir ideoloji olan İttihatçı-Kemalizm çerçevesinden devlet-ulus modeli yaratılmış olduğu bilinmektedir. Kemalizm, İttihat ve Terakki’nin kendisi ve devamıdır. İttihatçı-Kemalist çizgi Osmanlının bakiyesinden Türkçü-İslamcı çizgide bir devlet kuruluşunu esas aldığından, 1. Dünya Savaşına gelindiğinde 13 milyonluk Osmanlı İmparatorluğu nüfusu içerisinde Türk nüfusunun 2 milyon üzerinde olması; öte yandan ticaret, zanaatçılığın da Ermeni, Pontus’lu Rum ve Asurilerin elinde olması karşısında, hem bir Türk burjuvazisi yaratmak, hem de nüfusu Türkleştirmek ve mallarına el koyarak Türk-İslamcılardan oluşan bir devlet yaratmak açısından; 1915 yılında 1 Dünya Savaşının koşullarından da yararlanılarak öncelik ile Türk ve Müslüman olmayan Kürt Ezidilere, Ermenilere, Pontuslu Rumlara, Asurilere (Süryani, Keldani, Nasturi) yönelik olarak toplu imha, toplu göçertme, yaşamda kalanlarını da kötü yaşam koşullarına sürükleme uygulamaları yapıldı. İttihat ve Terakki Partisinin bu husustaki kararı yanında, hükümetin 24 Nisan 1915 te Meclisten çıkarttığı göçertme kanunu çerçevesinde kontrgerilla yapılanması olan Teşkilatı Mahsusa, düzenli ordu, valilik ve kaymakamlıklar harekete geçirilerek göçerteme olayı gerçekleştirildi; karşı gelenler ise katledildi. Göçertmeye başlanmadan önce 1. Dünya Savaşı gerekçe gösterilerek ve cepheye gönderileceklermiş gibi bir izlenim yaratılarak askere alınan gençleri ise, garnizonlarda topluca imha sürecinden geçirtildi. Bu aidiyetlerin sesini dünyaya duyurabilecek, öncü aydınları da tutuklandı. Sonuç itibari ile işletmelerine, fabrikalarına, gayrimenkullerine, diğer mallarına ve sermayelerine el konularak; bir Türk burjuvazisi yaratma, başkalarının zenginlikleri ile şişirme süreci başlatıldı. Ortaasya’dan, Afganistan’dan, Kafkaslardan, Balkanlar’dan Türk ya da Türk olmamak ile birlikte, Türk devleti tarafından başkalarının mallarına oturtulduğu için sürekli devlete bağımlı halde olabilecek bir nüfus getirilerek, demografik yapıya müdahale edildi. Toplumda ırkçılığın yoğun olmasının bir nedeni; Kemalist devletin resmi ideolojisi, yayınları, eğitimi ve kültürü ise, diğer önemli bir nedeni de yerli aidiyetlerin mallarına oturtulmuş göçmenlerin, üzerine oturtuldukları malları kaybedecekleri kaygısı yanında şükran duygusu ile devlete bağnazca bağımlılıklarıdır. 1915 ten 1924 yıllının sonuna kadar devam eden bu süreç; Kürt Ezidilere, Ermenilere, Pontuslu Rumlara, Asurilere (Süryani, Keldani, Nasturi) yönelik olarak toplu imha, toplu göçertme ve kötü yaşam koşullarına sürükleme şeklinde uygulandı.

Bu ideolojik politik çizginin bir sonucu ve devamı olarak, 1921 yılında Sivas ve çevresini kapsayan Koçgiri’de Kürt-Kızılbaş Alevilerinin 300 köyü yakılırken, 4000 civarında insanımız toplu imhaya maruz bırakıldı. “En hakiki mürşit ilimdir” denilerek, Kızılbaş Aleviliğinde en önemli velilik makamı olan mürşitlik düşürülerek, dergahları kapatılıp, mal ve arşivlerine el konularak, Türkçü-İslamcı çizginin kurumsallaştırılmasına hız verilirken, bakiyede sadece İslam bırakıldı. Diyanet Teşkilatı Mustafa Kemal in ayırdığı bütçe ile devlet içersinde kurulmuş oldu. İslam devletin resmi dini olarak tanımlandı. 1937-1938 yıllarında ise, Dersim de yaklaşık seksen bin Kürt-Kızılbaş Alevisi toplu imha sürecinden geçirtilirken, yüz bine yakını da sürüldü, çocuk yaştaki güzel kızları da Türk ailelerine asimile edilmek ve hizmetçi olmak üzere dağıtıldı, toprakları ellerinden alındı, hayatta kalanlar dahi kötü yaşam koşullarına sürüklendi. 1955-1957 de Türk kontrgerillasının yaratığı bir provokasyon sonucunda, Atatürk’ün evinin kundaklandığı konusundaki yalan haber Ekspres gazetesinde provokasyon çıkartmak üzere yayımlanınca; İstanbul da bakiyede kalmış az sayıdaki Rumların ve Ermenilerin malları bir daha yağmalandı, saldırı ve katliamların yarattığı korku çerçevesinde göçertmeler yapıldı. 1964 yılında Türk ve İslam olmayan bu aidiyetlerin ellerinde kalanı da almak ve kaçırtmak için, sadece kendilerine baş vergisinin bir türü olan varlık vergisi getirildi. Bu faşist toplu imha, kötü yaşam koşullarına sürükleme ve mallarına el koyarak dışarıdan nüfus nakil etme uygulamalarını Malatya, Maraş, Çorum, Sivas-Madımak, Gazi’deki Kızılbaş Alevilere yapılan toplu imha, toplu göçertme, nüfuslarını dağıtma, mallarına el koyma, kötü yaşam koşullarına sürükleme pratikleri izledi.

Sevr antlaşması gibi emperyalist bir antlaşması olan, ancak aidiyetleri red ve inkar etmesi nedeni ile bu antlaşmadan da gerici olan Lozan antlaşmasının imzalanması üzerine, Kemalistler devletin uluslararası kuruluş belgesini aldığından, Kürt Ezidisi veya Kürt Kızılbaş Alevisi olmayan Kürt-Müslümanlarına da provokasyon ve toplu imha ile asimilasyon politikalarını dayatmaya başladıklarından, taktiksel amaçlı olarak dar zamanda verilmiş “sözleri” de tutamadıklarından, ortaya çıkan her ayaklanma toplu imha ve toplu göçerteme ile bastırıldı.

1991 yılından itibaren de İttihatçı-Kemalist kontrgerilla kanalı ile sivil yaşam içerisindeki Kürtler evlerinden, tarlalarından alınıp kaçırılarak, ev baskınları yapılarak, sokak ve cadde ortasında vurup devletin karakollarına sığınarak, “faili meçhul” adı altında 17. 600 siyasi cinayet işlendi, yaklaşık 4000 Kürt köyü boşaltılarak yakılıp yıkıldı, Kürdistan’daki kır nüfusundan 4 milyonu zorla göçertildi. Kürt nüfusundaki artış hızının egemenleri korkutması ve nüfus artışını dahi denetlemek istemeleri sonucunda siyasi nedenli spiral ve doğum kontrol hapları dağıtılarak; mekan ve zamana yaydırılmış toplu imha, toplu göçertme pratiklerine siyasi nedenli olarak nüfusu sınırlayıp kontrol etmek uygulaması da eklendi. 1925 yılından itibaren Kürtçe ve diğer diller yasaklandığından, yerleşim birimlerinin adları Türkçeleştirilmeye başlandığından, ailelerin çocuklarına Türkçe isim vermesi zorunlu hale getirildiğinden, soyadı kanunu ile de herkesin üzerine bir Türkçe soyadı atıldığından, Kemalist devletin kuruluşu ile başlayan asimilasyon politikalarına devam edildi. Diğer dillerin bütünü Türk diline ve etnik aidiyetlerin tamamı Türklüğe asimle edilirken, İslam ve diğer semavi dinler ile hiçbir ilişkisi bulunmayan Mitra ve Zerdüştlüğün(Zerdeştî) birer devamı ve yorumu olan Ezîdîlik, Kızılbaş-Aleviliği, Bektaşîlik, Tahtacı gibi batini inançlar ise İslam’ın raydan çıkmış yorumları olarak egemen resmi dinin içresine alınarak, hem asimilasyona hem de aşağılanmaya tabi tutuldular.

1961, 1971 ve 1982 yıllarında Kemalist ordunun yaptığı darbeler sonucunda askerin; devlet ve hükümet üzerindeki yönetim ve denetimi anayasal güvenceye bağlanarak sağlamlaştırıldı. Ayrıca söz konusu darbeler ile sarsılan Kemalizm’in daha güçlü şekilde iktidara oturması sağlandı. Aynı zamanda ulusal anlamada Kürtlere, dinsel anlamda Kızılbaş Alevilere ve proletaryanın temsilcisi olma iddiası ile ortaya çıkan örgüt ve kadrolara katliam işkence ve zulümler dayatılarak, fizikken teslim alınma koşulları oluşturuldu. 12 Mart ve 28 Şubat kimileri tarafından 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yapılmış diğer darbeler olarak nitelendirilmiş olmakla birlikte, 12 Eylül den sonra yeni bir darbenin yapılmasından bahsedilemez. 12 Eylül 1980 darbesi  tüm kurumları ile devam ettiğinden, 12 Mart ve 28 Şubat’ın devam eden darbe içresinde birer gelgit olarak değerlendirmek ve özünde devam eden ancak sarsılmaya başlayan darbeyi sürdürme refleksleri olduğunu söylemek daha doğrudur. Bütün İttihatçı-Kemalist darbeler gericidir, söz konusu darbelerin tamamı, teorik, pratik ve kurumsal açıdan emperyalistler ile işbirliği temelinde Kemalizmi yeniden üreterek, sözde kendi “istikrarını” korumaya yönelmiş olduğu aşikardır. Gerçekleştirilmiş bütün darbeler, uluslararası emperyalizm ile işbirliği temelinde gerçekleştirilmiş olduğundan, günümüzde de İttihatçı-Kemalist-Orducu klik darbe yapmaya can atmakla birlikte, eskisi gibi dışarıdan emperyalist destek bulamadığından, darbeyi gerçekleştirmede başarı gösterememektedir.

Siyasi ve soysal bilimlerin tarihsel bir inceleme üzerinden her zaman tespit edebileceği bir yasadır: Sömürgecilik, emperyalizm veya faşizm olgularından birinin bulunduğu yerde jenosit olmak zorundadır. Sömürgecilik, emperyalizm veya faşizm jenosit uygulamaları olmaksızın kurulamaz, yeni jenositler yapmaksızın sürdürülemez. İttihatçı-Kemalist devletin kuruluşundan önce başlayan, ancak kuruluşundan bugüne kadar devam eden bu faşist saldırganlığının (faşist pratiğinin) dayandığı teorik bir ideolojisi ile birlikte, ekonomik alt yapısı da vardır.

Kemalistler, İttihadı Terakki Partisinin alt ve orta düzey üyelerinden oluştuğundan; İttihatçıların pre-kapitalist bir ekonomi üzerinden şekillenen pre-faşist anlayışları dışında bir teorik anlayışları ve ufukları olmadığından, Kemalizm; İttihatçılık anlayışının değişen koşullar nazara alınarak resmi devlet ideolojisi haline getirilmesinin adından başkaca bir şey olmamıştır. Mustafa Kemal in direktifleri çerçevesinde Türk Dil ve Tarih Kurumunun kongrelerindeki tartışmalar üzerinden Kemalizm olarak isimlendirilen söz konusu ideoloji; devletin resmi ideolojisi haline getirildi. Güneş Dil Teorisi ve Türk tarih tezi olarak adlandırılabilecek bu ideoloji; Ortaasya’nın engebelerindeki Türk kavminin tarih ve uygarlığı başlattığını, yeryüzündeki bütün halkların Türk soyundan geldiğini, bütün dünya dillerinin ve kültürlerinin de Türk dil ve Türk kültüründen doğup yayıldığını vaz etmekteydi. Uygarlığın yerleşik yaşama geçerek, tarım ve hayvancılık faaliyeti yürüterek başlamış olduğu bilim adamlarının ortak kabulüydü. Yine Dicle ve Fırat Nehirleri arasındaki Mezopotamya ovalarının, Hindistan’da İndus Nehri’nin ve Mısır’da da Nil Nehri ile çevrelerindeki ovalarda uygarlık tarihinin başlamış olduğu bilim adamlarının ortak kabulü olurken; Kemalistler ise su ve tarımsal alanlarının sınırlı olduğu, yerleşik yaşamın geç başladığı Ortaasya’nın engebeli arazilerinde herkesten sonra uygarlığa giriş yapabilmiş Türkler ile başlatmayı esas aldı. Bu nedenle de Güneş Dil Teorisi gibi faşist tezler temelinde resmi ideoloji üretilerek devletin kuruluşu ile birlikte devlet aygıtında kurumsallaştırılmış olduğundan, faşizm devletin kuruluşunda ve ideolojisinde cisimleştirildi. Tek dil, tek din, tek kültür, tek millet esasına dayanan bu retçi, inkarcı, imhacı ideoloji temelinde; İslam ile hiçbir ilişkisi olmayan bütün batini inançlar İslam’ın içerisine, ve bütün etnik kökenler ise, Türklük içerisine atılarak, diğer aidiyetlerin red ve inkarına dayanan İttihatçı-Kemalist beton; Kürtlerin, Lazların, Çerkezlerin, Gürcülerin, Asurilerin, Pontus’lu Rumların, Ermenilerin, Arapların, Çingenelerin ve inanç anlamında da Ezîdîlerin, Kızılbaş Alevilerin, Bektaşilerin, Tahtacıların, Sabi Mendain lerin varlık ve özgürlükleri üzerine döküldü. Ulus, ulusal azınlık, din, dil ve kültür anlamında diğer aidiyetleri red, inkar-imha çizgisi esas alınarak, Türk-İslam da tekleştirme temelinde devlet çarkı üzerinden Türk milleti oluşturuldu. Bu çerçevede devlet-ulus inşası yapıldı. Batı Avrupa’daki klasik faşizm; emperyalistleşen ekonominin ağır krizlere girdiği dönemlerde faşist bir partinin iktidarı alarak siyasal sistemi ve devletini faşistleştirmesi, ekonomiyi de koparasyona dayandırması şeklinde gerçekleşirken; Türkiye’deki faşizm ise burjuva sınıfın çok cılız olması, sermayenin zayıf olması, gelişmemiş katı devlet kapitalizmi üzerinden kurulmuş olması gibi nedenler ile devletin kuruluşunda, yapısında ve kurumsallaşmasında cisimleştirildi. Her faşist devlette olduğu gibi aşırı bürokratik bir yapı kuruldu. Her faşist yönetimde olduğu gibi, hukuka aykırı kanun mevzuatına uymak dahi zor ve gereksiz hale geldiğinden, keyfilik esas alındı. Dersim deki toplu imha sürecinde, bütün Kürtler açısından bir halk önderi olan, özelde de Kürt Kızılbaşları yönünden ise bir yol ulusu durumunda bulunan Seyit Rıza’nın yaşının küçültülerek katledilmesi, buna karşın 1980 darbesi sürecinde Erdal Eren’in yaşı büyütülerek idam edilmesi, bu anlamdaki binlerce lokal örnekten bir kaçıdır. Türkiye’deki faşizm, devletin yapısında ve kuruluşunda cisimleştirildiğinden ve devlet ideolojik politik açıdan henüz dönüşüme uğratılmadığından; günümüze kadar var olan faşizmin sürekli faşizm biçiminde uygulandığını, siyasi hareketin yükseldiği dönemde açık faşizm şeklinde, buna karşın güçlü bir siyasal hareketin olmadığı yer ve tarihlerde ise taktiksel açıdan ihtiyaç olmaması nedeni ile de örtük faşizm tarzında devam ettirilmiş olduğu aşikardır. Türkiye’deki faşizm, devletin yapısında ve kuruluşunda cisimleştirildiğinden; herhangi bir siyasal partinin kriz dönemlerinde iktidara gelerek devleti faşistleştirme imkanı olmadığından, İktidara gelecek faşist bir partinin dahi devlette gerçekleşmiş faşizme aktivist olma dışında yapabileceği herhangi bir şeyi olmamaktadır.

Cumhuriyet; halkın kendi kendisini yönetmesi, halk kitlelerinin idaresinin esas alınması, iktidarında babadan oğla geçmemesi olmakla birlikte, kuruluştan bu yana kim ve hangi parti şeklen iktidara gelirse gelsin; Kemalist ordu ile Kemalist üst düzey bürokrasinin yönetimi esas olduğundan, yani pratikte Türk siyasal sistemi tek partili olduğundan, söz konusu tek parti de ordu olduğundan, Cumhuriyetin ve demokrasinin varlığından da bahsedilemez. Kemalist devletteki ordu her zaman iktidardır. Bu durumda cumhuriyet, demokrasi ve laiklik gibi kavramlar bir yanılsama yaratmak, kamuflaj uygulamak için kullanılmaktadır. Var olan çatışma; devlet içresindeki iktidar mücadelesinin ürünüdür. Ordu; “davul sırtında, tokmak elimde” derken, sözde kendilerini sosyalist olarak nitelendiren Kemalist solculuk ise, buna “ilericilik” yükleyerek gericileşmekte, iki gerici-katı milliyetçi düzen çizgisinden daha gerici olanın yedeğine düşüp kullanılmaktadır. Sosyalist Devrimciler ile Demokratlar gerici egemenlik sisteminin iki yakasından birine eklemlenme ve yedeklenme yerine, ikisini de red ederek, devrimci çizgide gelişme ve aradan sıyrılmayı esas almak zorundadır. Türkiye de kendilerini sosyalist gelenek olarak nitelendiren yapıların kurucularının dahi İttihatçı veya Kemalist ideolojik politik geleneklerden gelmeleri, resmi ideoloji ile kesin kopuş sağlamamaları, hata bir yönü ile de olsa devletin kendini bu yapılara yansıtmış olması sonucunda; devrimin yerine darbeyi, halkın yerine orduyu, sosyalizm yerine Kemalizmi, sosyalist ekonominin yerine yerel pazarcılık-yerel kapitalizmi koyan, Kemalist düzenin hem birer payandası, hem de darbelerin döneminde de kurbanı olan, bu tür özellikleri nazara alındığında da; “Kemalist devlet solculuğu” olarak tanımlanması gereken ne idüğü belirsiz “solculuk” ortaya çıktı. Bu “solculuk” ile eleştirel düzeyde hesaplaşmaksızın, gerçek anlamda sosyalist devrimci solun gelişmeye başlaması olanaksızdır. Irak ve Suriye deki Basçılık, Kemalizm’in bir kopyasıdır. Bu ülkelerdeki “solculuk” da; “Basçı Devlet solculuğudur. İran daki Tudeh’te aynı türden “solculuk” tur. Burjuva devletinin üzerinde kurulduğu statükonun birer yeniçerisi, Kemalist iktidarın ve statükonun sınır muhafızı olarak konumlanarak sosyalist teoriyi Kemalizm’e alet eden veya evlendiren geleneklerin etnik ve dini aidiyetlerin hak ve özgürlükleri meselesinde zorunlu görevlerinden kaçmaları, bütün aidiyetlerin çocuklarını da işbirlikçi çizgilerinde kullanmaları trajik komiktir. Sadece elma ve armuttun eşit paylaşımına dayanan bir söylem üzerinden sosyalistliğin var olacağını ortaya koymak, hiç kuşkusuz sosyalistleşmek değil, sosyalizme tecavüz etmektir. Türkiye de gelenek kuran liderler içresinde bu gerici ve işbirlikçi algılayışı tarihsel bir bakış açısı ile red ederek, 1970 yılların başında; ”Kemalizm faşizmdir, Kürdistan işgal edilmiş bir ülkedir, 1915 bir katliamdır” tespitlerinde bulunan, Kızılbaş Alevilerin hak ve özgürlüklerine de gerekli ilgiyi gösteren İbrahim Kaypakkaya bir istisna olmakla birlikte, ardıllarının kendisini hem teorik, hem de pratik olarak geliştirmemiş olması ve hatta nerde duracaklarını dahi bilmemeleri ise temel talihsizliği sayılmalıdır.

Kemalizm’in, Kemalistlerin ve Kemalist devletin laik olduğu konusundaki söylemlerin tamamı uydurmadan ibarettir. Kemalist çizgiden kesin kopuş sağlamamış olmalarına rağmen, kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayanlar bile, laikliği çarpık şekilde giyiniş tarzı (türban) üzerinden yorumlayabildiklerinden, laikliği algılayabildiklerinden dahi bahsedilemez. Giyiniş ve örtünme tarzının laiklik ile bir ilişkisi olmadığı gibi, laik devlet kişinin inancı gereği olan giyinişine de karışmaz; ancak bunu başkalarına dayattıklarında müdahale eder. İttihatçı-Kemalistler, laikliğin ve cumhuriyetin elden gittiğini söyleyerek yaygara çıkarmalarına rağmen, kim hangi oy oranı ile seçimleri kazanırsa kazansın ordu iktidarda olduğundan ve diyanet teşkilatını da Kemalistler kurduğundan, ayrıca Türk-İslamcı bir devlet kurumsallaştırmış bulunduklarından; sadece iktidar mücadelesi verdiklerini ve iktidarı kaybetmemek adına her şeyi yaptıklarını söyleyebiliriz. Laiklik, devletin hiçbir resmi dinin olmaması, her din ve inanca eşit mesafede bulunması, diyanet teşkilatını kurup devlet içerisine almaması, din adamı yetiştirme ve maaşlarını ortak vergilerden ödeme yükümlülüğünü sırtına almamasıdır. Türban ve giyiniş tarzı üzerinden ispatlanmak istenen Kemalist laiklik anlayışı ise, bir kandırmacadan ibarettir. Mustafa Kemal in diyanet teşkilatını kurdurduğu ve Türk-İslamcı bir sistemi kuramsallaştırdığı da aşikardır. Bu durumda Çağdaş Avukatlar Gurubu ve Demokratik Sol Avukatlar Grubu gibi Kemalistlerin de, liberal muhafazakar Baroda Birlik Grubunun da laik nitelikleri yoktur. Çünkü Kemalist devletin ant laik niteliğine karşı bir mücadeleleri olmadığı gibi, bu hususta bir söylemleri de yoktur. Aksine Kemalist devleti laik kabul edebilen gruplardır.

Mevcut egemenlik siteminin üç gerici yorumunun Ankara Barosunda da elli yada altmış yıldır gerici bir tekel kurduğunu bildiğimizden, Devrimci Demokrat Avukatlar Grubunu kurarak bu tekeli yerle bir etmiş bulunuyoruz. Bu gerici tekeli yıkmamızdan sonra, devam edip etmeyecekleri, düşünsel bir birlik sağlayıp sağlamayacakları ve düşüncelerinin de ne olduğu belirsizliğini korumak ile birlikte; Üçüncü Yol Avukatlar Gurubu da bizim etkimiz altında ve birkaç ay sonra kurulmuş oldu. Siyaset yapmadıklarını savlamalarına rağmen, Hürriyet ve İtilaf Partisinin liberal muhafazakar çizgisini Yeni Osmanlıcılık adı altında modernize ederek devam ettirenler Baroda Birlik Grubunda toplanırken; İttihatçı-Kemalist-Orducu olup darbelerden medet umabilenler ise Demokratik Sol Avukatlar Grubunda; buna karşın eklentileri durumuna düşmüş gerici-Kemalist muhafazakarlar da Çağdaş Avukatlar Grubunda bulunmaktadır. Demokratik Sol Avukatlar Grubu Kemalizmi, orduculuğu açıkça savunurken; Çağdaş Avukatlar Gurubu adını kulanlar ise sosyalist ideolojiyi emellerine alet etmek için bazı ortamlarda örtük ve bazı ortamlarda ise açıkça Kemalizmi savunmaktadır. Devletin egemenlik sistemi içresinde yüzyıldır çatışan iki çizginin çatışması bütün siyasal alanları aşarak, Ankara Barosu Genel Kuruluna kadar yayılmıştır. Türk burjuvazisinin çatışan iki gerici çizgisinin tarafları olarak üç grup da mevcut çatışma ve yarışmayı iktidar mücadelesi olarak Baro’ya kadar getirmektedirler. Meslektaşlarımızın bu üç grubun çözümsüzlüğüne ve gericiliğine göre saflaşarak onlara oy kullanmaya devam etmeleri halinde, kendi oy ve iradelerine tecavüz ederek, var olan gericilikler ile birleşmeyi tercih etmiş olacakları da tartışmasızdır. Kemalizm’in bir eklentisi durumuna düşmüş olan Çağdaş Avukatlar Grubu; statükocu ve gerici olmakla birlikte, diğer iki gruba göre yer yer sahte bir “sosyalist” söylem üzerinden maske giyerek alanda dolaştığından, denetleme ve yanlış yönlendirme mekanizması olarak işlev gördüğünden daha tehlikelidir.

Çağdaş Avukatlar Grubunun adını kullanıp liste oluşturanların Kemalistliğinin ve gericiliğinin birinci kanıtı; bütün gericiliklerin temeli olan Kemalizm’e “ilericilik, demokratlık veya devrimcilik” değeri yükleyen ancak trajik komik bir durumun tecellisi olarak kendilerini “sosyalist ve devrimci” olarak tanımlayan marjinal siyasi eğilimlerin sempatizanlarının söz konusu yapının bileşkesinde ve yönetiminde bulunmakta olmalarıdır. Çağdaş Avukatlar Grubunun Kemalist ve gerici olmasının ikinci kanıtı da; on yıldır bildiri ve programlarında bütün aidiyetlerin özgürlük ve haklarını işlemekten kaçınarak, aidiyetlerin varlık ve özgürlüklerinin üzerine dökülmüş Kemalist betonun bekçisi, statüko muhafızı durumunda olmayı tercih etmeleridir. Çağdaş Avukatlar Gurubunun gericiliğinin ve Kemalistliğinin üçüncü kanıtı ise; İttihatçı Kemalist-orducu olan Demokratik Sol Avukatlar Grubunun adayı Avukat Sami Kahraman ile ittifak yaparak liste oluşturmaları, buna karşın iki yıl sonra ise, söz konusu grubun “Kemalist-liberal” kanadı ile ittifak kuracak kadar omurgasız ve düzen içi bir beyne sahip olduğunu ispatlamış olmasıdır. Bu ittifakları da Kemalizm de birleşme ve uyuşmadan kaynaklanan gericiliklerinden kaynaklandı. 2008 yılında yapılan Ankara Barosu Kongresinde, Çağdaş Avukatlar Grubu adına konuşma yapmak üzere görevlendirilen üç kişiden biri olan Avukat Metin Bayar’ın yaptığı konuşmasında; ”Kürtler Almanya’nın Frankfurt şehrinde yapılan kitap fuarında Kürt haritası ile bayrağını astı. Madem ki Kemalist’iz ve Kemalizm de anlaşıyoruz, o zaman gelin bunu hep birlikte protesto eden, kınayan bir karar alalım” şeklinde düşünceler ortaya koymasına rağmen, bu şahıs hakkında Disiplin soruşturması açmak yerine, sonraki yıllarda da listelerinde yer verilmiş bulunması, adı geçen grubun gericiliğinin, statükoculuğunun ve Kemalistliğinin dördüncü kanıtıdır. Çağdaş Hukukçular Derneğinin Programının amaç ve faaliyet bölümünün 7. maddesinde; “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından yanayız” şeklindeki düzenleme tozlu raflara atılarak, hiçbir bildirilerinde diğer aidiyetlerin (Kürt, Laz, Ermeni, Asuri, Çerkez, Rum, Çingene, Alevi, Bektaşi, Tahtacı, Ezîdî, Sabi Mendain vs) hak ve özgürlük taleplerine değinmekten kaçınmalarının, dernek programına aykırı konuşmalarda yaptırmış bulunmalarının nedeni ise; bu grubun on yıldan fazla bir süredir Kemalist gericilerin hakimiyetine geçmiş olması ve grubu yönlendiren bireylerin sınıf, aile ve ulus çıkarlarını Kemalist ideolojinin statüko ve anlayışında görmesinden kaynaklanmaktadır. Çağdaş Avukatlar Grubunun bünyesinde bulunan avukatların bir bölümünün kendilerini tabi saydıkları bazı siyasi eğilimlerin İstanbul da Ergenekon davasında yargılananlara destek mitingine katılmış bulunmaları da, bu grubun gericiliğini ve Kemalistliğini ortaya koyan beşinci kanıt sayılmalıdır. Çağdaş Avukatlar Grubunun on yıldan fazla bir süredir başkalaşıma uğrayarak Kemalist ve gerici bir yapıya kavuşmasının altıncı kanıtı ise, her kongre dönemindeki bildirilerinde; Kemalizm’e, orduya, Ergenekon yapılanmasına karşı hiçbir eleştiriye yer vermemeleri, sadece ve sadece liberal muhafazakar AKP ye eleştiri yöneltmeyi esas alarak, hangi tarafın işbirlikçisi olduklarını ispatlamalarıdır. Çağdaş Avukatlar Grubunda bulunanlar ideolojik anlamda Kemalist olduklarının farkında olduğu gibi, Ergenekon dan yargılananlarında kendileri gibi Kemalist olduğunu ve aralarında örgütsel olmasa da, ideolojik bir paralellik bulunduğunu bilmektedirler. Çağdaş Avukatlar Grubunun son 12 yılda bir kliğin yönetime gelerek düşünsel yozlaşmayı yaşamasından önceki imajı nedeni ile hala meslektaşlarımızın bu gruba oy kullanmaları söz konusu gericilik ve düşünsel yozlaşmanın parçası olmaları ve beslemeleri anlamına gelecektir. Ancak anlayış düzeyinde başkalaşıma uğrayarak gericileşen, Ankara Barosu kongrelerinde söyleyebildiği bir şeyi olmayan, aidiyetlerin özgürlüklerine ilişkin hiçbir düzenleme önermeyen, statüko muhafızı kesilen, izdüşümünde yer aldığı derneğine kayıtlı bulunan üye sayısı kadar dahi oy alamayacak duruma düşen, hatta Baromuzda altmış yıldır yönetime gelen grubun aldığı toplam oyun 7/1 oranında oy alabilen, iktidar şansı ve hedefi kalmayan Çağdaş Avukatlar Grubuna hala oy vermek gericiliktir. Bu grubun başındaki Kemalist birey ve eğilimler, ezilen aidiyetlerden gelen meslektaşlarımızı kendi aidiyetlerine yabancılaştırma, yanlış yönlendirme, Kemalizm’e monte ederek gericiliğin parçasına dönüştürme, kontrol etme, çelişki ve çatışmalarının tarafı haline getirme ve kullanma işini yürüttüğünden, bu durumu deşifre ederek, uyarıcı olma görevimizi yerine getiriyoruz.

STATÜKOYA KARŞI HERKESİN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİNİ ORTAYA KOYAN, BÜTÜN AİDİYETLERİN SORUNLARINA HUKUKİ DÜZENLEME ÖNEREN TEK GRUB OLARAK, NASIL BİR ANAYASA SORUSUNA DA YANIT VERİYORUZ

Devrimci-Demokrat Avukatlar Grubu; ezilen ulustan, hakları gasp edilmiş bütün ulusal azınlıklardan, baskı ve asimilasyon politikalarına tabi tutulan dinsel inançların mensuplarından, ataerkil toplum sürecinin eşitsizliğe sürüklediği cinsiyet olan kadından, emek sömürüsüne maruz kalan emekçilerden, tahrip riski altındaki doğal çevreden, baraj ve inşaat alanına dönüştürülmek istenen tarihi yapı ve sit alanlarının korunmasından yanadır.

Grubumuz, BM’nin, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Sözleşmesi, Sömürgeciliğe Karşı Uluslararası Sözleşmesi yanında, yine Birleşmiş Milletlerin ikiz sözleşmeleri çerçevesinde; ulusların kendi kaderini tayin hakkını istisnasız her ulus için savunurken, bütün ulusal azınlıkların ise; dillerinin, kültürlerinin ve ana dilde eğitim haklarının gerekli yasal güvencelere kavuşmasından ve çoğunlukta bulundukları yerleşim birimlerinin de ana dilerindeki orijin isimler ile adlandırılmasından yanadır.

Bu nedenledir ki; Devrimci-Demokrat Avukatlar Grubu, Kürdistan Ulusal Sorununun, sadece Kürdistan ulusunun dünyadaki diğer uluslar ile mutlak eşitliğini sağlayabilecek seçeneklerin sorulabileceği ve sadece sürekli ikamet eden halkın oy kullanabileceği(memur, asker, polis olarak tayin olanların oy kullanamayacağı)bir referandum çerçevesinde, beş yıllık bir serbest propaganda evresinden sonra demokratik barışçıl tarzda çözülmesinden yanadır. Bir evlilikte nasıl ki gönüllü ve özgür birleşme veya ayrılma kuralı esas ise, uluslar açısından da gönüllü, ya eşit ve özgür birleşme, yada ayrılmak esas kuraldır.

Grubumuz; birer ulusal azınlık aidiyeti olan Çerkezlerin, Lazların, Gürcülerin, Çeçenlerin, Arapların, İbranilerin(Yahudilerin), Ermenilerin, Pontuslu Rumların, Çingenelerin, Arnavutların, Boşnakların, Makedonların, Asurîlerin(Süryani, Keldani, Nasturi), Mehelmilerin, Farsların birer ulusal azınlık aidiyeti olarak kimliklerinin, dil ve kültürlerinin, anadillerinde eğitim haklarının Anayasal ve yasal güvencelere kavuşması için mücadele etmeyi esas almaktadır.

Emek her şeyi yaratan temel değerdir. emeğin bir yan ürünü olarak ortaya çıkan sermayenin, emeği yöneterek düzenlemesi ise temel çelişkidir. Bu çelişkinin giderilmesi gerekmektedir.

İşçi sınıfına ve kamu emekçilerine sarı sendikacılık dayatmasından vazgeçilmeli, düzenin ajanları sendikaların başına oturtularak emek mücadeleleri denetim ve kontrol altına alınmamalı, enflasyonun üzerinde bir maaş artış zammı kural olarak kabul edilerek, enflasyona ezdirme politikalarından vazgeçmelidir. Ekonomik büyüme ile övünen hükümet, emekçilerin üretimdeki terleri üzerinden ortaya çıkan artık değeri sermayedarların kirli çıkını halene getirmemeli, % 11. 4 oranını bulan enflasyon karşısında 2012 yılı için toplam % 6 ve 2013 yılı içinde % 4 oranını önermekten vazgeçmelidir. Düşük ücret ile çalıştırma politikalarından vazgeçmeli, eşit işe eşit ücret kuralı uygulanmalı, maaş hesabında yer alan ek ödemeler emeklilik aylığına yansıtılmalı, mezarda emeklilik yasası değiştirilmeli, örgütlenme özgürlüğü önündeki bütün engeller kaldırılmalı, toplu görüşme ve itiraz edilmez hakem kurulu düzenlemesinden vazgeçilmeli, kamu emekçilerinin görevli toplu sözleşmeli sendika hakkı yasal güvenceye kavuşturulmalı, kadrosuz ve güvencesiz olarak ataması yapılıp çalıştırılan emekçilerin istihdam edilmesine çare getirilmeli, memurun da, işçinin de kamu kurumlarında tatil günleri ya da mesai saati dışındaki çalışmasının karşılığı olan zamlı fazla mesai ücreti ödenmeli, “işler bitmedi” söylemi ile mesai saatleri dışında ücretsiz çalıştırma pratiklerine son verilmeli, her iş yerine yeterli oranda elaman alınmalı, iki kişinin yapacağı iş bir kişiye yaptırılmamalı, iş alanları gerekli ve yeterli teknik donanım yanında araç ve gereçlerle donatılmalıdır. Türkiye’de; ”ücret emeğin karşılığıdır” tümcesi, ”emeğin karşılığı işverenindir” cümlesine dönüştü. Sosyal devlet ve devletin vatandaşına istihdam alanı sağlaması ilkesi bir tarafa atılarak, onbinlerce işçi işten çıkartıldı. İşverenlerin üretimi ve karlarını kısması yerine, Kütahya Eti Gümüş’teki örnekte görüldüğü gibi, “ekonomik kriz var” denilerek işçilerin bir bölümü işten çıkartıldı. İki işçinin yapabileceği iş bir işçiye yaptırıldı, işten çıkma korkusu altında işçiler daha düşük bir ücret ile çalışmak zorunda bırakıldı, üretim kapasitesi de artırılarak yıllık kar üç katına çıkarıldı ve sonuç itibari ile bir çevre felaketine de yol açıldı. Belediye gibi kamu kurumlarının işlerinin kadrolu işçi ve memurlara yaptırılması, isteyenlerinin fazla mesai ücreti karşılığında ve mesai saatleri dışında veya Cumartesi Pazar günleri de çalışabilmesine imkan tanınması gerekirken, bu olanakların kimseye tanınmaması, buna karşın yeni kadrolu işçilerinde işe alınmaması, işgücünü ve üretimi düşürme taktiğine başvurduktan sonra; ”işler bitmiyor, yapılamıyor” denilerek, özel şirketlere pek çok iş yönünden ihale verilerek özel şirketlerdeki güvencesiz ve düşük ücret ile çalışmayı kabul eden işçilerine iş yaptırılarak taşeronlaştırmaya gidilmesi hukuksuzdur, kabul edilemez. Bu uygulama; özel şirketlere ile ihale verenlerin para vurgunu yapmasına imkan vermektedir. Belediye gibi kamu kurumlarının bünyesindeki Fen İşleri ve temizlik işlerinden başlanarak özelleştirme sürecine başlanması da; özel şirketlere, aracılarına ve ihale verenlere palazlanma imkanı getirmek ve taşeronculuğu yaymaktır. Kamu kurumlarında çalışan işçiler ile memurların ikramiyelerinin geç ödenmesi, taksitlere bağlanması hukuksuzdur. Tuzla tersanelerinde yoğunlaşan kazalar; Türkiye de emeğe ve emekçiye değer verilmediğinin en önemli kanıtlarındandır. İşçilerin iş kazalarında hayatlarını yitirmemeleri açısından önlemler artırılmalı, denetimler yoğunlaştırılmalı, caydırıcı tedbirler getirilmeli, söz konusu kazalarda sorumluluğu bulunanlar yargı önüne çıkarılarak cezalandırılmalı, mağdur ailelere  de tazminatları hakça ödenmelidir.

Devrimci-Demokrat Avukatlar Grubu, “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganını sahte ve uydurmadan ibaret saymaktadır. Kemalist Devletin laik olmaya başlaması için; Anayasal bir teşkilat olarak düzenlenen Diyanet Teşkilatının kaldırılması, ya da devlet yapısının dışına çıkarılması, din adamlarının maaşlarının toplumun ortak vergileri üzerinden verilmemesi, devletin resmi (yasal) dininin bulunmaması ve devlet teşkilatının bütün dinlere eşit mesafede konumlanması, devletin okullarında herhangi bir dine din adamı yetiştirme uygulamasına son verilmesi, İslam’ın dışında bulunan Kızılbaş-Alevilik, Ezîdîlik, Bektaşilik, Tahtacı ve diğer din ve inançların mensuplarına aralıklar ile yapılan provokasyonlara dayalı katliamlara son verilmesi, özür dilenmesi, el konulmuş topraklarının iade edilmesi ve tazminatlarının ödenmesi zorunludur. Kemalist devletin laik niteliğini kazanabilmesi için; devletin okullarında zorunlu ve seçmeli din derslerinin müfredattan tümden çıkartılması, ötekileştirilen inançlara asimilasyon, baskı ve yaftalama politikalarından vazgeçilmesi, batini bir din olan Zerdüştlüğün ritüellerini barındıran, bu dinin devamı ve birer yolu durumunda bulunan Alevi (Kızılbaş), Ezîdî, Tahtacı, Dürzi(Derzî), Kakai(Ehli Hak, Yarisani), Bektaşi ve Şabi Mendain inançlarının; kanuni güvenceler ile tanınması, nüfus cüzdanı türü kimliklerden din hanesinin tümden çıkartılması, ya da kim hangi dine mensup ise tabi olduğu inancının yazılması, Müslüman olmayan tüm inanç mensuplarının köylerine cami yapılması uygulamasının terk edilmesi, cemevleri ve quplerin ibadethane olarak kabul edilmesi zorunludur. Bu çerçevede kapatılmış olan Alevi dergahları ve arşivleri asıl sahiplerine iade edilmesi, sözünü ettiğimiz Batıni inançların Aralık ayındaki 3 günlük oruçlarından sonra kutladıkları bayram günün resmi tatil olarak düzenlenmesi ve Madımak’ın müze haline getirilmesi gereklidir. Ayrıca herhangi bir diyanete ibadethane yapma, din adamlarını yetiştirme ve ibadethanelerinin su elektrik doğal gaz masraflarını kamunun ortak vergilerinden ödeme uygulamalarına son verilmeli, her inancın kendi ihtiyaçlarını devletten bağımsız olarak karşılaması esas alınmalıdır. Bu hukuksal düzenlemeler yapılabildiğinde; laik devletten bahsetmek mümkün olacaktır. Çağdaş Avukatlar Grubu, Kemalist gericiliğin kavram ve anlayışını esas aldığından, başkacada bir tarih bilincine ve ufkuna sahip olmadığından, bu hak ve kuralları program ve bildirilerine koymaktan kaçınarak, uydurma ve sahtelikten ibaret Kemalist laiklik anlayışını esas alarak, laikliği türban takıp takmamaya indirgemektedir. Bu da gösteriyor ki, grubumuz dışında laikliği savunan başka bir grup bulunmamaktadır.

Tekrar ediyoruz: Kemalizm ile Kemalistlerin sahte laiklik maskesini düşürüyoruz. Laiklik; batının giyiniş (tüketim) kalıplarının dayatılması biçimselliği değildir. Üniformalı ve tek tip giyinişin esas olduğu güvenlik alanı hariç olmak üzere; istem halinde diğer mesleklerdeki her kamu görevlisinin türban giyme hakkını savunuyoruz. Laik devlet, aynı zamanda herhangi bir dini inanca mensup bireylerin nasıl giyineceğini kanunun zoru ile belirlemeyen devlettir. Türban giymek, İslam dinin mensupları için din ve inanç özgürlüğünden doğan bir haktır, biz bu hakkı kullanmasak da, başkalarının özgürlüğü olarak savunmaktayız. Aynı şekilde Hıristiyanlar için haç kolyesi takmak, Bâtıniler için de saç, sakalı ve bıyık uzatmak inançlarının bir gereğidir. Devlet, sadece bir dinin mensuplarının kendi giyiniş ve yaşam tarzlarını diğerlerine dayatmaya başladığını gördüğü anda, müdahale etmek ile görevlidir. Batının giyiniş ve tüketim kalıplarını esas almanın laiklik olduğunu varsayarak, laikliği türban üzerinden tartışmak; genelde laikliğin ne olduğunu bilmeyen bütün Kemalistlerin ve özelde de Kemalist gericiler durumundaki Çağdaş Avukatlar Grubunun işidir. Bu Gruptaki kişiler laikliğin ne olduğunu içselleştirmiş olsaydı ve Kemalizm’in tek millet, tek din, tek kültür, tek dil çizgisi üzerinden bütün aidiyetlerin varlık ve hakları üzerine dökmüş olduğu betonun birer bekçisi olmasalardı, bizden on yıl önce Kürd’ün, Çerkez’in, Çingene’nin, Laz’ın, Gürcü nün, Arap ın, Ermeni’nin, Asuri’nin, Pontuslu Rum’un, Alevi’nin, Bektaşi’nin, Tahtacı’nın, Ezidi’nin taleplerinin hukuksal alanındaki temsilcisi olarak bildiri ve bildirgelerini buna göre yazarlardı. Bütün aidiyetlerin sorunlarını ve çözümlerini de dile getirmekten kaçınmazlardı. Açıkladığımız nedenlerle Kemalizm laik nitelik taşımadığından, Kemalistleşen ve gericileşen Çağdaş Avukatlar Grubu laik değildir, hatta laikliğin ne olduğunu algılayacak durumda dahi değillerdir. Eğitimin kesintisiz 12 yıla çıkarılacağı söylenerek; 5 sınıftan itibaren İmam Hatip eğitimi için düzenleme yapılması, bütün okullarda Hz Muhammed’in hayatı ve Kuran’ın okutulacağının deklere edilmesi, laik olmayan Türkiye’nin daha da laiklik dışı bir noktaya götürülmesi sonucunu doğuracaktır. Osmanlılar döneminde okullarda Hanefi ilmihali okutulduğu için; İslam ile bir ilişkisi olmayan inançlardan Alevilerin, Bektaşilerin, Ezîdîlerin ve Tahtacıların çocuklarını okullara göndermediği nazar alındığında, aynı sonucu bir ölçüde de olsa doğurabilecek bir düzenleme olabileceği açıktır. Devletin laik olabilmesi için; devlet okullarının dışında kalmak üzere, her diyanetin dini eğitimini kendi cemaati içresinde yapılabilmesi esas alınmalıdır.

Dersim’de Kızılbaşlık inancı açısından halkın kutsal saydığı alanlar dahil olmak üzere, Munzur imha ve tahribata tabi tutulmak istenmektedir. Munzur’un doğal yapısı ile korunması zorunludur, dokunulması kabul edilemez. Karadeniz sahillerinin taş, kaya ve beton ile doldurularak; halkın denizden, doğadan ve çevreden yararlanma hakkının ortadan kaldırılması da hukuksuzdur, kabul edilemez. Bergama köylüleri gibi, Siyanür liç yöntemi ile altının elde edilmesine de karşıyız. Cevher çıkarılırken; patlatılan dinamitler ve cevheri kırıp öğütmek, gürültü kirliliğini ortaya çıkarmaktadır. İşletmelerde uygulanan kimyasal prosesler, ortaya çıkan artıklar ile siyanür bileşikleri çevreyi, doğal yaşamı, tarımı, hayvancılık ve ekolojik dengeyi olumsuz yönde etkilemektedir. Maden kaynaklı olan siyanür bileşikleri yanında, katı atıklarda yer altı ve yüzey sularını kirletme riskini taşımaktadır. Hidro Elektrik Santralleri (HES), Nükleer Enerji Santralleri ve Termik Santralleri; insan sağlığına, doğa ve çevreye tehdittir, yaşam ve canlının olduğu her yere birer saldırıdırlar, ayrıca insanlığın doğadan yararlanma hakkını da ortadan kaldırmaktadırlar. Bu nedenler ile dünyada söz konusu santrallerin kuruluşu yasaklanmalıdır. Sadece güneş enerjisi ile rüzgar enerjisinden yaralanmak için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. İnsanlığın önemli tarihi ve kültürel alanlarından biri olan Hasankeyf’in, sırf Türkiye metropollerine enerji üretmek için, baraj suları altında yok edilme projelerine tabi tutulması ve maliyetin yükselmemesi açısından da başka bir güzergâhın tercih edilmemesi hukuksuzdur. Devletin operasyonlarında; Kürt yerleşim alanlarının çevresindeki bağlık, bahçelik, ormanlık alanlar ile, bu alanlardaki hayvan türlerini birlikte ateşe vererek yakması, doğa ve çevrenin ve ekolojik dengenin tahribidir. Bu tür Anayasal suçlara son verilmelidir. Orman yakma olaylarının nedeni ne olursa olsun; ağaç, bitki ve hayvan türlerinin yok edilmesi nedeni ile, yaşamın tahribi niteliğindedir. Ekolojik denge korunmalıdır.

Bütün yasal mevzuat, cins ayrımcılığından ve kadın aleyhine getirilen düzenlemelerden arındırılarak değiştirilmeli, siyasi, sosyal ve hukuksal zeminde kurulan bütün kurumlarda, kadınların temsiliyetinin sağlanması açısından % 50 kadın kotası getirilmeli, hamilelik dönemi ile doğumdan 6 ay sonraki süre yönünden, faizsiz ve geri ödemeli kredi sağlayan bir dayanışma fonu kadın avukatlara tahsis edilmeli ve kreşler oluşturulmalıdır. Bu yolla ev işleri ve çocuk bakımının kadınlara yüklediği ağır sorunlar yanında, hamilelik döneminin müvekkilleri ile olan ilişkilerinde yaratmakta olduğu olumsuz durumlar sınırlandırılmalıdır.

Hayvanlara karşı her türlü kötü muameleye karşı etkin ve caydırıcı düzenlemeler yapılmalı, av mevsimi dışında avlanmaya karşı daha etkin tedbirler getirilmeli, kanlı kurban geleneklerinin terkine ilişkin bir kültür ve eğitim yapılmalı, hayvan derilerinden ayakkabıcılık ve tekstil işlerine son verilmelidir.

Batini din ve inançların bütünü Kürtlerin atlarından olan Medlerin  Horasan dan Sivas a kadar uzanan topraklarında Kürt ve Kürdistan ulusal inançları olarak ortaya çıktı. Semavi din ve inançların bütünü ise bu toprakların dışında ortaya çıktığından ve dışarıdan giriş yaptığından kendi ritüellerini, kültürlerini ve dillerini yaymaktaydılar. Batini inançların tümünde tanrının en büyük ve en önemli adları sırası ile Kürtçe deki “Huda, Yezdan, Ezdan, Ezi, Sıltan, Haq(Hak), Padşah” şeklindedir. Huda; batini inançlardaki gibi; tanrının ruh olarak kendisini varlıklara yansıtarak var etmesi anlamındadır. Hz. İbrahim, bütün batini din ve inançların peygamberidir. Yahudiler Hz. Musa’yı, Hıristiyanlar Hz. İsa’yı, Müslümanlar Hz. Muhamed’i kendi diyanetlerinin peygamberi sayarken, batini din ve inançlar ise; sadece Hz İbrahim’i (Berhîm) diyanetlerinin peygamberi saymaktadır. Kürdistan doğumlu olan Hz İbrahim’in bütün adları yanında, aile bireylerinin isimleri de sözcük olarak Kürtçe’dir. Babası Azer(Êzer) in adı sözcük olarak “sarı olan” demektir, eşi Sara nın adı “serin ve soğuk” anlamındadır. Halil(Xelil) “pestil” demektir. İbrahim(Berhîm) “kaya önünde” demektir. Zerdeşt; “Altınova, sarı ova” demektir. Huşeng ise;” bilgin, kavrayışlı” demektir. Kürdistan bütün batini inançların vatanıdır, batini inançlarda Kürtlerin ulusal din ve inançlarıdır. Arap ordularının Kürdistan’ı işgal etmelerinden sonra, batini Kürtler din ve inançlarını açık olarak ortaya koyamaz hale geldiklerinden, tanrı adını kendi ana dillerinde söylediklerinde dilleri kesildiğinden, ovada yaşayan Kürtler HU diyerek; Tanrı(Huda) sözcüğünün ilk hecesi ile Hûşeng (Hz. İbrahim) sözcüğünün ilk hecesini söyleyerek selamlaşabilmekteydiler. Hu derken; “Tanrım Huda dır, peygamberim Hz. İbrahim Huşeng’dir, selamları üzerinize olsun” diyerek, şifreli selamlaşma sürecine girmişlerdi. Bu neden ile Arap ordularının temsilcileri Hallac-ı Mansur’a kendisini inkar etmesini, bir daha “En el Haq (hak) ve HU” dememesini işkenceli yargı ile dayatıyordu. Halaç buna rağmen; “En el Haq (hak) ve HU” dedi. Bu uygulamanın doğurduğu korku karşısında Hallac Hüseyin Mansur un arkadaşları olan bütün sofular kendisine sırt çevirerek yalnız bıraktı. Halaç yine, “En el Haq (hak) ve HU” dedi. Organları kesilmeye başlandı, ancak Hallac bir daha; “En el Haq (hak) ve HU” dedi. Derisi yüzülmeye başlandı, yine; “En el Haq (hak) ve HU” dedi. Ateşe verilmeye başlandı ve yine; “En el Haq (hak) ve HU” dedi. Halaç, En el Haq(hak) derken, tanrı içime yansıdı demekteydi. Arap orduları Hallac-ı Mansur’u fizikken öldürebilmiştir, ancak iradesini kırmayı başarmadıklarından, kendisine yenilmişlerdir. Dünyada düşünce ve inanç özgürlüğü için verilmiş mücadelelerin en büyük simgeleri olarak Bruno, Sokrates ve Galileo sayılmakla birlikte; hiç birisi Tavasin (Mavi Gök) adlı eserini Kürtçe yazan ve milattan sonra 856 yılında Beyza’da doğup Bağdat’ta katledilen Zerdeşti (yani Mazdeki) Kürt filozofu Hallac-ı Mansur ve ışık felsefesinin kurucusu Kürt filozofu Şuhreverdi ölçüsünde direnebilmiş değildir. Bu düşünürlerimizi hem felsefe de, hem de eylemde diğer bir büyük ozanımız Nesimi takip etmiştir. Bizler düşünce özgürlüğü için mücadele ederken, topraklarımızda düşünce ve inan özgürlüğü için verilmiş büyük mücadelelerin bu sembol adlarını ve düşünce ile inanç özgürlüğünün şehitlerini saygı ile anarken, Grubumuzun, düşünce ve inanç hürriyetini sınırlayan bütün kanun maddelerinin mevzuattan ayıklanması için mücadele etmeyi esas aldığını ortaya koyuyoruz. Bütün özgürlüklerin anası olan düşünce özgürlüğü tartışmasız şekilde hukuki düzenlemeye kavuşturulmalı, yasal mevzuatta düşünceyi yasaklayıcı olan tüm maddeler ayıklanarak kaldırılmalıdır.

Kürdistan’daki ve diğer yerlerdeki bütün köy, mezra, kasaba il ve ilçelere ivedililikle orijin adları iade edilmelidir.

Özel, olağanüstü, siyasi yargılamaların halkın adalet duygusunu zedelemesi sebebi ile Af; toplumdan ve biz hukukçulardan gelen bir talebe dönüşmüştür. Ayrımsız bir genel af ilan edilmelidir.

Sıkıyönetim Mahkemelerinin devamı olan; Devlet Güvenlik Mahkemelerinin, bunların davamı olan Özel Ağır Ceza Mahkemeleri tümden kaldırılmalı, tutukluluk bir tedbir aracı iken kısmen veya tamamen bir infaz aracına dönüştürülmesinin önüne geçecek şekilde düzenleme yapılmalıdır.

Siyasi partiler, siyasal yaşamın vazgeçilmez unsurudur. Ancak Türkiye’de devlet yönetimi üzerinde doğrudan denetimi bulunan askeri ve bürokratik gücün; resmi ideolojinin ihtiyaçlarına göre yasalları ve yargı erkini düzenleterek, siyasi partiler mezarlığı yaratmış olması kabul edilemez. Partilerin tüzel kişiliğini temsil eden genel merkez yöneticileri şiddete karışmadan ve ırkçı eylemlerde bulunmadan hiçbir parti kapatılmamalıdır. Seçimlerde uygulanan % 10’luk baraj; temel bir hak olan seçme ve seçilme hakkının sınırlandırılmasıdır. Halk kitlelerinin iradelerinin tam olarak meclise yansıması ile katılımcılığın engellenmesidir. Bu nedenle baraj düzenlemesi hukuksuz ve anti demokratik olduğundan, kaldırılmalıdır.

Anayasal bir kurum olarak düzenlen YÖK, HSYK, MGK’nın varlığına ve genel anlamda askerlerin siyaset alanındaki vesayetine (filli yönetimine) karşıyız. Genelkurmay başkanlığı ve ordu Milli savunma Bakanlığının emrine bağlanmalı, adı geçen Anayasal kurumlarda kaldırılmalıdır. Darbeler, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunun 35. maddesine dayandırıldığından, bu hukuk dışı düzenleme de kaldırılmalıdır.

Hakimlere yer ve görev güvencesi verilmeli, yargıçlık ve savcılık meslekleri arasındaki geçişlere son verilmeli, özlük hakları, atanma ve disiplin kurulu kararlarına karşı yargı yolu yasa ile düzenlenmelidir. Hakim ve savcılar yanında, diğer bütün memurlara toplu sözleşmeli, grevli sendika hakkı sağlanmalıdır. Hakimlik ve savcılık yapacaklara, asgari 3 yıl avukatlık yapma şartı getirilmeli ve üç yıl avukatlık yapmış her avukat da; istem ve sıraya bağlı olarak hakim veya savcı olabilmelidir.

Adil yargılanma hakkını sağlamak ve halkın hak arama hürriyetinin sınırlarını genişletmek için mücadele etmeyi esas alıyoruz. Devlet içinde çatışan siyasi güç ve akımlardan birine eklemlenerek, gündemlerinin bir parçası olmak yerine, halkın ve toplumsal özgürlüğün gerçekleşmesinden yanayız. Kemalist devletin kuruluşundan bugüne yargı politize edildiğinden, kurum ve partilerin müdahalelerine de maruz kaldığından bağımsız ve tarafsız yargının var olduğundan bahsedilemez. “Devletin ali menfaatlerini”, toplum ve birey karşısında koruma algılayışı ile konumlanmış/konumlandırılmış yargısal zihniyet hukuk dışıdır, politik ve taraflıdır. Yargı bağımsızlığı keyfilik de değildir, hukukun üstünlüğünü, evrensel hukuk kaidelerini, bilimsel eserleri, karar standardizasyonunu esas almak, kişiye ya da aynı türden olan davaya göre değişmeyen kararlarını bir etki altında kalmadan verebilmek demektir. Devletin kuruluşundan itibaren Kemalist partilerin yargının her alanına kendi yandaşlarını atamaları ve yargının bağımsızlığını ortadan kaldırmak için her şeyi yapmaları bir kural olarak işlerken, son dokuz yılda ise liberal-muhafazakar iktidarın yargıyı belirleme ve etkileme çalışması yürüttüğü, her yere yandaşlarını yerleştirdiği açıktır. Yargı bağımsızlığı ve adil yargılanma hakkının sağlanabilmesi için hakim ve savcıların her türlü güç odağının etkisinden kurtarılması zorunludur. Bağımsız ve adil bir yargının var olabilmesi için partilerin, devletin diğer kurumları ile yürütmenin yargıyı etkileme ve baskı yapma eylemlerinden uzak durması, hakimin dış etkiyi kabul etmemesi, devletin resmi ideolojisinden, duygu ve ideolojik politik çizgisinden, medyanın yarattığı hava ve basınçtan, menfaat algılayışından uzak olması, davaların da makul sürede sonuçlandırılması zorunludur. Geciken adalet, adalet değildir. Davaların makul sürede sonuçlandırılması için yeterli sayıda hakimin atamasının yapılması ve bir hakimin iki üç hakimin bakabileceği dosya sayısına bakmak zorunda bırakılmaması gereklidir.

Yargı, yasama ve yürütme erklerinin birbirine güç geçirterek üstünlük sağlama çabası vermeleri yerine, üç erkin kendi görev ve yetki alanını aşmaksızın işbirliği içresinde hukukun üstünlüğünü esas alarak gerçekleştirmesi zorunludur. Bu çerçevede Anayasa Mahkemesinin yasa koyucu gibi hareket ederek yasama güç ve yetkisini elinde barındıran meclisin yerine geçmesi, Danıştay’ın da zaman zaman politik hareket ederek, kendisini yürütme organın yerine geçirmesi, buna karşın yürütmenin de meclisi ve yargı erkeni bay pas etme heveslerini dayatması hukukun üstünlüğünün gerçekleşebilmesine engeldir.

Yargı reformu zorunludur. Ancak var olan totaliter-otoriter, anti demokratik yargı kurumsallaşması ve işleyişi ortadan kaldırılmaksızın, yargı reformunun yapılabilmesi olanaklı değildir. Savunma kurumsal açıdan yargılama içerisinde en etkin unsur haline getirilmeden, hukukun üstünlüğüne uygun, demokratik ve hukuksal bir yargılama olanaklı değildir. Hak arama hürriyetinin, adil yargılama hakkının, yargılama içerisinde silahların eşitliği ile kararların standardizasyonun sağlanabilmesi için mücadele edeceğiz. Savunma; yargı erkinin en önemli ayağıdır ve kutsaldır. Savunma hakkının totaliter bir anlayış ile kısıtlanmasına ve yargının da sadece hakim ile savcının devlet adına etkinliğiymiş gibi gösterilmesine karşı da mücadele edeceğiz. Yürütme ve yasama karşısında; yargının bağımsızlığı ve yargı içerisinde de savunma erkinin bağımsızlığı ve etkinliği esastır.

Grubumuz; diğer grupların tersine, insan hakkı ihlallerine karşıdır ve herkesin özgürlüğünü hep birlikte savunmayı esas almaktadır. İnsan Haklarının caydırıcı yasal düzenlemeler ile korunması sağlanmalıdır.

General Mustafa Muğlalı’nın, 1943 yılında Van’nın Özalp ilçesinde sınır kaçakçılığı nedeni ile mahkemeye çıkarılan ancak serbest bırakılan 33 Kürt köylüsünü uzun namlulu silahlar ile askerlerine taratarak gerçekleştirdiği toplu imha pratiğinden sonra; Uludere ilçesinin Roboski köyünde ikamet eden ve sınır kaçakçısı olduğu teknik araçların yardımı dahi olmaksızın anlaşılabilen 35 Kürt köylüsünü katıl etmiş olmaları; politik amaçlı faşist sömürgeci toplu imhaların birer örneğini oluşturmaktadırlar. Katliamların sınırlı bir tazminat ödemek ile kapatılamayacağı aşikardır. Bu türden eylemler terk edilmeli, mağdurlardan özür dilenmeli, mağduriyeti karşılayacak miktarlarda tatminkar maddi ve manevi tazminat ödenmeli, daha önemlisi de katliamın emrini verenlerin tamamı (en üstten en alta kadar bütün sorumlular) yargıya teslim edilmelidir. Katliamda sorumluluğu bulunan bütün kişilerin yargıya teslim edilerek cezalandırılmaması halinde ise, olay; toplu imha ve insanlık suçu olarak uluslararası mahkemenin önüne taşınmalıdır. Uludere katliamdır, Kürtaj ise Uludere değildir. Anne ve babanın rızalarının bulunması halinde kürtaj yapılabilmelidir, hukuki bir hak olarak yasal düzenlemeye bağlanmalıdır.Anne ve babanın doğurmak istemediğini ise, hükümet zorla doğurtmamalıdır.

Devletin gerçekleştirdiği operasyonlarda Kürt yerleşim birimlerinin çevresindeki ormanlar defalarca yakıldı/yakılmaktadır. Kürt yerleşim birimlerinde 1980’den 2000 yılına kadarki bir süreçte, normal sivil yaşam içerirsindeki Kürtlere yönelik olarak gerçekleştirilen öldürme, yaralama ve kundaklama eylemlerinin sayısı 125. 000’dir. Bu eylemlerin failleri olan İttihatçı-Kemalist kontrgerillacılar, yani diğer bir deyişle Teşkilat-ı Mahsusa’nın çocukları ortaya çıkarılabilmiş, yargıya teslim edilmiş değildir. Ayrıca dört bin köy yakılıp yıkılmış ve dört milyon insan da zorla göçertilmiştir. 1908’de İttihadı Terakkinin planlama, istihbarat ve gizli eylem dairesi olarak kurulan Teşkilat-ı Mahsusa, lokal adlar ve farklı isimler ile varlığını ortaya koymayı sürdürmekte, devlet adına imha pratiklerini gerçekleştirmeye de devam etmektedir. Devletin kontrgerilla birimleri bütün tetikçilerle birlikte ortaya çıkarılmalı, yargıya teslim edilmelidirler. Liberal muhafazakar ve yeni Osmanlıcıların iradesizlikten, korkudan ya da en üst düzeyde görev yapmış devlet adamalarının “faili meçhul” olarak nitelendirilen olaylarda sorumluluğunun bulunmasından ve buna bağlı olarak devletin imajının tümden batabileceği kaygısından yahut var olan hukuk dışı yapıyı (kontrgerillayı) ehilleştirip kendi denetiminde kullanabilmek isteğinden dahi olsa; bütün tetikçi ve planlamacıları ortaya çıkarmaması halinde, failler gibi bütün olayların sorumlusuna dönüşecekleri aşikardır. İktidardaki liberal muhafazakarların “faali meçhul” olarak isimlendirilen ve devletin içindeki birimlerce devlet adına işlenmiş siyasi katliamların sorumlularını yargıya teslim etmeksizin, 1955 ve 1957 provokasyonuna dayanan Ermeni ve Pontus’lu Rumları göç ettirme, katliam temelinde mallarına el koyma olaylarını ortaya çıkartıp mağduriyetleri karşılamaksızın, 1977 yılında İstanbul Taksim’deki 1 Mayıs’taki provokasyonu ve katliamının failleri yanında Malatya, Maraş, Çorum, Sivas-Madımak, Gazi’deki Alevi katliamlarının ve 12 Eylül Faşist darbesi sürecindeki yargısız infaz ve işkencelerin failleri yargıya teslim edilmeksizin, tazminatlar ödenmeksizin Türkiye de hukukun üstünlüğünün sağlanması olanaklı değildir. Bu olayların bütünü bağlantılı olduğundan söz konusu olaylar aydınlatılmadan, hükümetin sadece kendilerine darbe yapmaya çalışan bireyler ile sınırlı bir kovuşturmayı esas almaya devam etmesi durumunda; Ergenekon’da deşifre olmayan unsurları ehilleştirip kendi derin devletini kurmaya yönelme ihtimali vardır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın devamı olan Seferberlik Tetkik Kurulu, Türk Mukavemet Teşkilatı, Jitem, Jit, Ergenekon,Hizbullah gibi lokal isimleri kullanan ve devletin içerisinde plan ve teori daireleri yanında operasyon istihbarat ve eylem daireleri ile örgütlü bulunan Kontrgerilla dağıtılmalı, üyeleri yargıya teslim edilmeli, yapmış oldukları eylemler açıklanmalı, mağdurlardan özür dilenmeli ve tazminatları ödenmelidir. Toplu imha pratiklerine, ya da mekan ve zamana yaydırılmış imha eylemlerine katılmış bireylerin isimleri; yerleşim birimlerinin, parkların, yolların, caddelerin adı olmaktan çıkarılmalıdır. Toplu imha süreçlerinin bütününe karşı durmanın ve mağdurlara saygının bir sembolü olması açısından; toplu imha anıtı yapılmalı ve müzesi kurulmalıdır. Ayrıca bütün aidiyetlerin toplu imhalarını ifade edebilecek ortak bir gün saptanarak, yas günü ilan edilmelidir. 1915’te Kürt Ezîdîlerinin, Ermenilerin, Asurilerin, Pontuslu Rumların, 1921 de Sivas’ta Kürt Kızılbaş-Alevilerinin, 1937-1938 de Dersimde Kürt Kızılbaş-Alevilerin, 1955-1957’de İstanbul da Rum ve Ermenilerin, Malatya, Maraş, Çorum, Sivas Madımak ve Gazi’de Kızılbaş-Alevilerin, 1980 ve 2000 yılları arasında “faili meçhul” adı altında işlenmiş siyasi katliamların failleri ortaya çıkarmalı, yaşamda olanlar yargılanarak cezalandırılmalı, mağdurlara tazminatları ile toprakları verilmelidir. Göç ettirme, toplu imha ile köy yakmalar sonucunda mağdur olan herkese el konulmuş malları geri verilmeli, mallarının iadesi mümkün değilse, bugünkü gerçek piyasa değeri üzerinden parasal karşılığı tazminat olarak ödenmeli, yakınları katledilenler ile yaralananlara da tazminat ödenmeli, bütün mağdurlardan devlet adına özür dilenmeli, failler hayatta ise yargıya teslim edilmeli, insanlık suçları zamanaşımına uğramaz kuralı esas alınarak düzenlenmelidir. Çeşitli süreçlerde toplu imhaya maruz bırakılanlar ile topraklarından sürülmüş olanların torunlarına vatandaşlık hakkı verilmelidir.Toplu imha süreçlerinin lokal düzeyde de olsa bir daha yaşanmaması, tarihsel belleğimizin silinmemesi ve vicdanlarımızın da buharlaşmaması için, insanlık suçlarının bütününün güncel kalmasından ve faillerinin teşhirinden yanayız.

Avrupa Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi; Türkiye’ye “faili meçhul” olarak bırakılmış öldürülme, yaralama ve kundaklamalardan kaynaklanan mağduriyetler ile köy yakıp boşaltmaktan kaynaklanan zararların tam olarak tazmini için, iç hukuk yolunun yaratılması sorumluluğunu yükledi. Bu çerçevede, 5233 sayılı Yasa çıkarılmış oldu. Ancak 5233 sayılı yasada; göçe tabi tutulmuş olan köylüler ve faili meçhul bırakılmış siyasi cinayetler sonucunda müşteki durumuna düşen bireyler ile maktullerin aile bireyleri açısından manevi tazminat alma hakkı düzenleme dışı bırakıldığı gibi, olay tarihinden itibaren veya başvuru tarihinden itibaren yasal faiz talep edebilme imkanı da sağlanmamıştır. Dosyanın avukat ile takip edilmesi halinde, avukatlık ücretinin devletçe ödenmesi gerekirken, avukatlık ücreti de hukuka aykırı olarak 5233 sayılı yasada düzenlenmediğinden, mağdurların sırtında bırakılmıştır. Faili meçhul öldürme ve yaralamalarda; olay tarihinden itibaren 65 yaşına kadar tüm gelirlerin (hesaba esas alınacak bordro olmaması halinde) karar tarihinde geçerli asgari ücretin brüt miktarı üzerinden, emeklilik dönemini de kapsayacak şekilde hesaplanması gerekirken, mevcut yasada ise, katledilmiş olan her insanımız yönünden, toplam 20 bin liranın verilmesi hukuksuzdur. Köy zararları açısından ise, Kürt yerleşim birimlerinde bütün alış veriş ilişkilerinin yazılı belge düzenlenmeksizin şifahi usullerle yapıldığı bilinmesine rağmen, köydeki evinden sürülmüş köylünün kira masraflarını ödememek için, 20 yıl öncesine ilişkin kira kontratlarının, vergi kayıtlarının istenmesi, hayvan zararlarını ödememek açısından da; 20 yıl öncesine ait hayvan tutanağının, aşı belgesinin, vergi kaydının ispat şartı olarak aranması, yakılıp yakılmış evlerin son 15–20 yılda köylüler tarafından kullanılmamış olmasına rağmen, yararlanılmayan yılların dahi amortisman indirimine konu edilerek, köylülerin tazminatlarından indirime gidilmesi, arazi ve meyve ağaçlarının kısmen hesaplanan zararları üzerinden dahi, Valilik Zarar Tespit Komisyonlarınca hakkaniyet indirimi, kuraklık indirimi, yıl indirimi, nadas indirimi adı altında keyfi, yasadışı yorumlar esas alınarak, alacaklarından indirimlere gidilmesi, 12 yıl boş kalan köylere 4-5 yılla sınırlı mahsul zararı hesaplanarak ödenmesi hukukun tümden tahribidir. Zarar Tespit Komisyonlarındaki 7 üyeden hiçbirinin hakim olmaması ve tazminat hukukunu bilmemeleri, ayrıca bütün komisyon üyelerinin komisyon başkanı olan Kaymakam veya Valilere özlük hakları anlamında bağlı ve gözlerine bakan birer memur olması ise, diğer bir hukuksuz durumdur. Valilerin ve Kaymakamların ağızlarına bakan komisyon üyeleri, zarar dosyalarını devlet adına ucuza kapatmak için yarışmaktadır. Barolar ve Baroların komisyonlarda görevlendirdiği avukatlar ise tümden etkisiz kalmakta ve hukuksuzluk tiyatrosu olan komisyonlardaki kararlara muhalefet şerhi dahi koymayarak birer figüran olmaktadırlar.5233 sayılı Yasa ile bağlı yönetmeliği; tatmin edici ve adil bir ödemeye imkan verecek şekilde, yeniden düzenlenmelidir. 5233 sayılı Yasanın süresi uzatılmalı ve henüz başvurusunu yapmamış olanlara da hak kaybı yaşamamaları açısından, başvuruda bulunma imkanı verilmelidir.

Hükümetlerin kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi yeni bir düzenleme ile ortadan kaldırılmalıdır. Hukuk devletinde asıl olan hukuka uygun kanunlar ile düzenlemeler yapılmasıdır. KHK’ler ile yürütmeye hukuka aykırı düzenlemelerini meclisin denetimi olmaksızın ve yargıyı da bay pas ederek yapma imkanı sağladığından, ölçüsüzlüğe ve hukuksuzluğa yol açmaktadır. Atıfta bulunduğumuz hiçbir aidiyet ve grubun özgürlükleri diğer biri ile çelişmemekte, karşı karşıya gelmemektedir. İstisnasız her aidiyetin varlık ve özgürlüğü; devletin resmi ideolojisi olan İttihatçı-Kemalizm in statükoculuğu ve bu statükoyu esnek yöntemler temelinde yayma amacındaki liberal muhafazakar-yeni Osmanlıcı çizgi ile çatışmaktadır. Bu nedenle grup üyelerimizin farklı payları olsa da, devlettin gerici-retçi-inkarcı-ırkçı-Kemalist statükoculuğuna karşı; her aidiyetin özgürlüğünü hep birlikte savunmak paydasında ortaklaşmaktadırlar. İttihatçı-Kemalist çizgi; bütün sorunların kaynağıdır, devletin resmi ideolojisi olmaktan çıkarılmalıdır.Ayrıca devletin herhangi bir resmi ideolojisi bulunmamalı, Anayasa’da her hangi bir resmi ideoloji olmamalıdır. Bu çerçevede İttihatçı-Kemalist yasal düzenlemeler de değiştirilmeli, kaldırılmalıdır. Bu değişiklik yapılırken, herhangi bir etnik,dinsel ve mezhepsel ideoloji egemen kılınmamalıdır. 
 

Gerek Osmanlı döneminde, gerekse Türkiye’nin kuruluşundan itibaren yapılmış bütün anayasalar askerlerin ve sivil devlet bürokrasinin eserleri olarak ortaya çıkmış bulunduğundan, özgürlükçü nitelikleri olmamıştır. Söz konusu anayasalar toplum ve bireyin hak ve özgürlükleri yerine, devletin kutsallığını, güvenliğini, kırmızı çizgilerini ve korunmasını esas alan metinlerdir. 12 Eylül Faşist darbesinin ürünü olan ve farklı tarihlerde yapılmış değişiklikler sonucunda sistematiği bozulan, sözde olarak düzenlediği her haktan sonra “ama veya ancak” diyerek ortadan kaldıran, sarsılmış faşizmi güçlendiren 12 Eylül 1980 darbesinin anayasası, getirmiş olduğu bütün kurumlar ile birlikte ortadan kaldırılmalı, bildirgemizde ortaya koyduğumuz şekilde bütün aidiyetlerin varlık ile özgürlüklerini güvence altına alacak, yeni bir Anayasa yapılmalıdır. Anayasanın veya Anayasanın ilk üç maddesinin değişmezliği söylemi, statüko ve gericiliğin değişmezliğini yansıtmaktadır. Tarih ve toplumların ihtiyaçlarına göre her şey değişir , değiştirilir. Bütün aidiyetlerin varlık hak ve özgürlüklerinin üzerine, ideolojik politik gerici kanun mevzuatı ve Anayasalar ile beton döküldüğünden, her şey özgürlük ve haklardan yana olarak değiştirilmelidir. İki ülke, iki ulus, çok sayıda ulusal azınlık, farklı dini inançlar ve ibadethaneleri Anayasal güvence altına alınmalı, ancak düşünce özgürlüğüne karşı tehdit olacağından herhangi bir resmi ideolojiye de yer verilmemelidir. Yapılacak yeni Anayasa bir tek partinin çoğunluğu üzerinden dayattığı bir metin olmamalı, uzlaşmaya dayanan bir toplum sözleşmesi niteliğinde olmalı, kutsanan devletin güvenliği ile varlığını esas alan “devlet” odaklı anayasa yerine, toplumun ve bireyin özgürlüğünü esas alan “toplum ve insan odaklı” anayasa yapılmalıdır. Yeni Anayasa kısa, yoruma meydan vermeyen ve bir özgürlük alanını düzenlerken, “ama”lar ile kısıtlayıp biçimsizleştiren bir düzenleme olmamalıdır. Bu bildirgemizde özetlediğimiz hak ve özgürlüklerin bir kısmının Anayasa da, diğer kısmının da yasama tekniği açısından anayasada yer alamayacak durumda olması nedeni ile Anayasanın yansıması olabilecek yasalar ile düzenlenmelidir. Aksi takdirde özünde yeni bir Anayasa yapılmayacak, yapılacak anayasa eskisinin diğer bir yansıması olacak ve sadece Türk sermayesinin uluslararası sermaye ile birleşme ve içerde de istediği gibi hareket edebilme olanağını sağlayabilecektir. Grubumuz, 19. yüzyıldaki egemenlerin değer saydığı “kanunilik” ilkesi yerine, dünyanın hukuksal anlamda geldiği en gelişmiş değerleri daha da ileriye taşıyarak, toplumsal özgürlük alanını genişletme mücadelesi çerçevesinde dinamik olarak gelişebilen “evrensel hukukun üstünlüğü” değerini esas almaktadır. Devletin ideolojisinin yansıması olan kanunlar (yani kanunilik ilkesi) çerçevesinde; avukatların “kanun adamı” ve Baroların da “devlet kurumu” durumuna düşürülmesini reddeden grubumuz; “hukuk adamı” olmayı ve meslek örgütü olan Barolarımızın da bağımsız “hukuk kurumu” olmasını en önemli değer saymaktadır. Grubumuz, bu değere ulaşabilmenin ön koşulunu da; öncelikle ötekileştirilen her aidiyetin hukukuna sahip çıkmak şeklinde ortaya koymaktadır. Alevi Çalıştayı ile Aleviliğin İslam’dan tümden ayrı bir inanç olmasından kaynaklanan bütün sorunlarının çözüleceği izlenimi yaratılmasına rağmen, hiçbir sonuç alınamadı. “Barış ve Çözüm Süreci” adı altında Kürdistan sorunun çözüleceğine ilişkin bir izlenim yaratılmasına rağmen, barış ve çözümün hiçbir unsuruna rastlanmamaktadır. Her barışta; iki güç bulunduğu mevzilerde kayılırken, güncel olan sahte barış sürecinde ise PKK nin tek taraflı olarak mevzilerini devlete bırakması esas alınmaktadır. PKK nin çekildiği Dersim alanı ile sınır boylarındaki bütün yerleşim birimlerinde karakollar yapılmaya başlanmaktadır. Bütün barış ve çözüm süreçlerinde görüşmeler siyasi temsil niteliği olan iki heyet tarafından karşılıklı olarak yürütülürken, PKK adına tutuklu durumunda olan bir birey ve buna karşın da devlet adına da siyasi iradeyi temsil etmeyen birkaç istihbaratçı bulunmaktadır. Görüşmeleri yürütenlerin özgür olması gerekirken, devletin istihbaratçıları tarafından tutuklu bir kişi ile görüşme yürütüldüğü açıktır. Görüşmeye katılanın bir siyasi talebinin ve devletin de siyasal hakları ve özgürlükleri vermeye yönelik bir projesi olması gerekirken, ne bir siyasi talep, nede bir siyasi çözüm projesi vardır. Nitekim devlet ve hükümet yetkilileri kamuoyu karşısında yükümlülük altına girmelerini sağlayacak hiçbir açıklama yapmamaktadırlar. Taraflar arasında arabulucu olan, gözlemleyen ve denetleyen uluslararası kurum veya  güçlerin olması gerekirken, hiçbir kurum ve gücün denetleyici olarak bulunmadığı da görülmektedir. Akil adamların devlete bir siyasi proje önermesi ve bunu kitlelere aktarmaları gerekirken, devletin hiçbir siyasal hak vermeyeceğinin güvencesi olarak konuşmaktadırlar. AKP nin sorunu çözmek, yada çözüm yoluna koymak yerine, üç seçimi(yerel ve genel seçimler ile Cumhurbaşkanlığı seçimi) yapana kadar güvenliği sağlamayı ve operasyonlarda ortaya çıkacak maddi külfeti ekonomi üzerinde yük yapmamayı, boşalan alanlara yeni karakollar ve termal kamaralarla yerleşerek mevzileri ele geçirmeyi, PKK-BDP sırtında başkanlık sistemine geçerek anayasal değişikliklerde çoğunluk sağlamayı ve AB ye girmek için zaten yapmak zorunda oldukları kanuni düzenlemeleri yaparak kırıntıları içeren sahte bir çözüm ile çözülmeyi, bölünmeyi, tasfiyeyi, teslim almayı  hedeflediği aşikar olduğu gibi, bu kullanmacı-aldatıcı yaklaşımlarının çatışmanın derinleşmesine neden olacağı da anlaşılmaktadır. Kürdistan sorunu toprağa bağlı siyasal bir sorundur, bu çerçevede çözülmelidir.
 

Suriye nin egemenliği altındaki Batı Kürdistan nın filen Kürtlerin denetimine geçmesi ve Irak egemenliğindeki Güney Kürdistan daki gibi fili durumun federasyon şeklinde de olsa bir siyasal iktidara dönüşmesi, öte yandan Süveyda da Dürzi iktidarının ve Lazkiye de de Nusayri iktidarının ortaya çıkabileceği endişesi yanında emperyalist heveslerle petrol alanlarını egemenliğine almak isteyen AKP hükümetinin yayılmacılığına ve bölgesel savaş çıkarma anlayışına karşıyız. Gezi Parkı olayı ve onu takip eden destek eylemlerinde Ergenekoncu-Kemalist-ulusalcı olan çeşitli partiler ile kurumlarının, kendiliğindenci bazı kesimlerin ve Kemalizm’e ilericilik veya devrimcilik sıfatını yükleyerek bunların hem payandası hem de kurbanı olmaktan kurtulamayan “sol” eğilimlerin bir cephede, buna karşında AKP nin tabanı ve bunların üyesi olmamakla birlikte milliyetçi, liberal veya dindar olan kendiliğindenci bazı kesimleri  karşılım mitinglerinde yönlendirerek, yüz yılı aşkın bir süredir Türk devleti içeresinde var olan düzen ve devlet içi iktidar mücadelesini yeniden şiddetlendirdikleri anlaşılmaktadır. İttihat ve Terakkinin kendisi ve davamı Kemalizm’dir. Buna karşın Hürriyet ve İttilaf Partisinin kendisi ve devamı  olan ise Menderes in Demokrat Partisi ile Özal ın Anavatan Partisinden sonra, Tayip Erdoğan nın liberal muhafazakar ve yeni Osmanlıcı AKP sidir. Bu iki çizgi ve odak arasında iktidar mücadelesi devam etmektedir. Türkiye’de sosyalist olduklarını ileri sürenlerden kimisi liberal muhafazakar çizginin işbirlikçisi olarak sosyalizmi liberalize etme çabasında iken, kimileri de totaliter ve faşist bir ideoloji olan Kemalizm ile evlendirmeye çalışmaktadır. Bu durumda sosyalist olduklarını ileri sürenler; bu iki gerici çizgiye ilericilik veya demokratlık sıfatını yanılgılı olarak yükledikleri sürece, gerçek anlamda komünist yada sosyalist veya sosyal demokrat yahut liberal bir partinin sahibi olabilmeleri mümkün değildir. Türkiye’de bütün aidiyetlerin hak ve özgürlüklerinin mücadelesini veren, statükoyu yıkmayı esas alan bir parti yoktur. Sosyal demokrasi; yasal düzenlemeler ve reformlarla var olan  siyasal ve toplumsal sorunlara çözüm getirmeyi esas aldığından, sosyal demokrat bir parti de yoktur. Liberalizm muhafazakar olmayacağından, Türkiye de liberal bir parti de yoktur. Kendileri için yaptıkları tanımda dahi, sahte duran bu iki gerici odağın iktidar mücadelesinin bir eklentisi ve payandası olmak, bunlara göre cepheleşmek, sosyalist devrimci seçeneği ve iradeyi ortadan kaldırarak öldürmektir. Devrimcilik; düzenin bütün ideoloji ve odaklarını statükoları ile birlikte kökten red ile başlar. Bu durumda Gezi Parkı eyleminde siyasi ve sosyal talepleri olmayan ve düzen içi iki odağın örtük iktidar mücadelesi olarak seyir ederken, mevcut durumda eklentileri olmak yerine, iki odağı ideolojik politik çizgileri ile birlikte red eden, Türkiye de sosyalizmin iktidarını, Kürdistan da ise bağımsız devlet kurma, demokratik devrim yapmayı esas alan, 1915 Ermeni Asuri, Pontuslu Rum, Kürt Ezidi soykırımlarını,1921 Sivas ta,1937-1938 de Dersim de, daha sonra Maraş, Malatya ,Madımak ve Gazi de gerçekleştirilen Kızılbaş soykırımlarını, köy yakma ve faili meçhul katliamlarla yürütülen güncel Kürt soykırımlarını tanıyan, Alevilerin ayrı inanç olduğunu, cemevlerinin ibadethaneleri olduğunu ortaya koyan, cins eşitsizliğini ortadan kaldıran ve doğa ile çevreyi de canlı bir aidiyet sayarak sahiplenen sloganlarla Sosyalistler, Kürtler, Aleviler, Ermeniler yanında diğer aidiyetler bir koordinasyon kurarak yürümelidir. Bu şekilde bütün aidiyetlerin temsilcilerinin içinde yer alacağı bir kordinasyonun yönlendirmeye başlayacağı ve izah ettiğimiz sloganlar ve politik içerikle her iki gerici kanada karşı mücadele bayrağı açan bir cephenin devrimci sonuçlar doğuracağı açıktır.

Yukarıda sıraladıklarımız siyasi-toplumsal-kültürel-ekolojik sorunlar olmakla birlikte, diğer boyutları ile hukuksal sorunlardır.Bu sorunları kendilerine konu etmeyenlerin, herhangi bir hukuki çözüm önermeyenlerin hukukçu olabilmesi ve yönetiminde bulundukları kurumunda, hukuk kurumu niteliğine kavuşması olanaklı değildir.

Biz Devrimci Demokrat Avukatlar Grubu olarak; kısır döngüye, edilgenliğe, eklemlenme kültürüne, seçeneksizliğe mahkûm değiliz. Atıfta bulunduğumuz siyasi-toplumsal sorunlar; aynı zamanda temel hukuksal sorunlar durumundadır. Grubumuz diğer gruplar gibi, toplumsal sorunlara sırtını dönerek, gündemleştirmekten kaçınarak, mevcut gerici statükonun direk veya dolaylı bir parçası olmayacağı gibi, Meslek sorunları açısından da, en kapsamlı programı ortaya koyarak, çözüm için pratik mücadelesini vermeye hazırdır. Meslek sorunlarının bütününe pratikte de çözüm getirebilecek tek grubuz. Mevcut grupların on yıllardır, hiçbir meslek sorununu çözmemiş olması da, bu saptamamızın bir kanıtıdır. Devimci Demokrat Avukatlar Grubu, meslek sonlarının en kapsamlı programına sahip olduğu gibi, pratikte de çözüm sağlayacak tek gruptur.

MESLEK SORUNLARI VE ÇÖZÜMLERİNE İLİŞKİN EN KAPSAMLI PROGRAMA VE PRATİKTE DE ÇÖZÜMLERİNİ SAĞLAMA İRADESİNE SAHİP TEK DEVRİMCİ GRUBUZ

Kanunlar; devletin resmi ideolojisinin yaptırıma (müeyyideye) kavuşturulmuş bir diğer biçiminden başkaca bir şey değildir. Sadece Kemalist devletin mevcut köhne kanun mevzuatı içinde çözüm aramaya koşullanmış birey; kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın gericidir, hiçbir toplumsal soruna çözüm üretmez, hukukçu sıfatını da kazanamaz. Geçen yüzyılın başından kalma Avukatlık Kanunu köhnedir, günün ihtiyaçlarına yanıt vermekten uzaktır. Bu nedenle Barolar Birliği ve Baro Başkanları ile, tercih edilecek bazı akademisyenlerden oluşturulacak bir kurulun hazırlayabileceği bir taslak, bütün meslektaşlarımızın eleştirisine açıldıktan sonra, son şekli verilerek tasarı haline getirilmeli, yasalaştırılmalıdır.

CMK’nın 188. maddesi gereğince, yasada zorunlu olarak düzenlenen hallerde avukat duruşmada bulunmaksızın hüküm kurulamamaktadır. Bu düzenleme yetersiz de olsa yargılama içinde savunmanın etkinliğine bir ölçüde imkan veren, savunma olmadan yargı olmaz ilkesini yansıtan, yargı erkinin iddia, savunma, hüküm saç ayağından oluştuğunu ortaya koyan, adil yargılama hakkının zorunlu sonucu olmaktadır. AKP hükümeti ise, meclise sevk ettiği tasarı ile çocukların yargılandığı davalar dışındaki bütün dosyalarda, avukatın bulunması zorunluluğunu ortadan kaldırmaya yönelmiş bulunmakta olup, söz konusu tasarının yasallaşması halinde savunma hakkı ile adil yargılanma hakkı ciddi oranda sınırlandırılmış olacaktır. Bu durumda biz avukatlar için başka meslek sorunlarının doğuşuna yol açmış olacaklardır. İstanbul Barosu nun Balyoz davasında kararın çıkmasını engellemek ve davayı uzatmak için mahkemeye avukat göndermemesi karşısında, tepki olarak bu türden bir tasarıyı yasallaştırmak yerine, ilgili Baro nun yöneticileri hakkında şuç duyurusunda bulunulmalı, haklarında görevi kötüye kullanmaktan dolayı dava açıldığında da tedbiren görevden alınmaları yolu işletilmelidir.

Avukatlar tacir değildir. Ekonomik ve mesleki sorunlar ile Baromuz sınırlanamaz. Avukatlık toplum adına bir kamu hizmetidir. Savunman; halkın hak arama özgürlüğü ile toplumsal – siyasal özgürlük alanını genişletmeye katkıda bulunmak için mücadele eden bir neferdir. Avukat; kanuni güvenceye kavuşmuş özgürlüklerin korunması ve var olan özgürlük alanının da genişletebilmesi için vardır.

Her adliye binasında olduğu gibi, her cezaevi, jandarma ve polis karakolunda avukat görüşme odaları oluşturulmalıdır. Baroların bu odaları düzenlenme ve periyodik aralıklarla kontrol etme yetkisi olmalıdır. İnfaz kurumlarına girişte, avukatlar x-ray cihazından geçirilmelerine rağmen, kemer ve ayakkabılarının çıkartılması onur kırıcıdır. Baroların, bu ve benzeri uygulamalara karşı hiçbir mücadelede bulunmaması ise utanç vericidir. 

CMK kapsamında yapılan hizmetler için makbuz düzenlenmiş olmasına rağmen, ücretlerin uzun süre ödenmemesi, savcıların avukatın ita amiri haline getirilmeleri ve CMK dosyalarının ücretlerinin asgari ücret altında tutulması ile dava dosyalarının fotokopi ve ulaşım masraflarının avukatların sırtında bırakılması kabul edilemez. CMK görevlendirmelerinde vasıta olarak avukatların otobüslere mahkum edilmesi kabul edilemez. CMK hizmetinden doğan dava ve işlere diğer avukatlık hizmetleri ile davalara uygulanan ücretler eşit olarak uygulanmalıdır. CMK hizmetinden doğan ücretlerin düşüklüğü; adil yargılama hakkının ve hak arama hürriyetinin tam olarak gerçekleşmesine engeldir. Avukatın ayını işe, aynı ücreti almaması halinde; CMK hizmetlerinden kaynaklanan dosyalara gereken önemi vermemesi gibi bir durum ortaya çıkarabileceğinden, adaletin tam olarak gerçekleşmesine engel oluşturabileceği kanısındayız. Avukatların CMK ile Adli Yardım çerçevesinde yaptığı hukuki yardımlar kamu hizmeti niteliğinde olduğundan ve bu hizmetler açısından belirlenen ücretler de düşük olduğundan, bu yardımlar nedeniyle ödenen ücretler bütün vergilerden muaf tutulmalıdır. Bir kamu hizmeti olan avukatların hukuki yardımı üzerinden, KDV alınmamalıdır. KDV ile diğer vergilerin, CMK ve Adli Yardım hizmetleri üzerinden alınması; halkın adalete ulaşımını ve hak arama hürriyetini de sınırlandırmaktadır. Hak arama özgürlüğü; sadece parası olanların bir ayrıcalığı olmamalıdır. CMK ve Adli Yardım görevlendirme sistemi eşit ve adil hale getirilmelidir. 

Adli Yardım hizmeti açısından öngörülen ücretlerden %10 oranında yapılan TBB keseneği alınmamalıdır. Adli yardım kurulunun nöbet sisteminin merkezi kurulda yer alan belirli avukatlarla sınırlı tutulmaması ve bu kurul bünyesinde iş tevzi edilen tüm avukatları bir sıra dahilinde kapsaması gereklidir. Mevcut uygulama ise, avukatlar arasında eşitlik ilkesine aykırı, adaletsiz bir durum yaratmaktadır. Adli yardım çerçevesinde doğan dosyaların düzenlenmiş bir bilgisayar programı üzerinden, sıra esasına dayalı olarak ve otomatik şekilde kurul bünyesinde çalışan tüm avukatlara tevzi edilebilmesi ise en doğru uygulama olacaktır. 

Adalet; hızlı, etkin ve en az masraf ile gerçekleştirilmelidir. Uzun süreye yaydırılan davalar, mağdurun daha da mağdur olmasına yol açmaktadır. Unutulmamalıdır ki; geciken adalet, adalet değildir, çok masraflı adalet de, adalet sayılamaz. Bir tedbir olarak uygulanması gereken tutukluluğun infaz aracına dönüştürülmesine karşı mücadele edilmelidir. Baro işkence ve diğer insan hakları ihlallerine karşı etkin mücadele etmelidir.

Hâkim ve savcıların kürsüde yan yana bulunması, buna karşın avukatın kürsünün altında oturtulması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin de kararlarında belirttiği gibi; yargı erki unsurlarının eşit derecede etkinliği, savunma hakkı, adil yargılanma hakkı ile silahların eşitliği ilkelerinin ihlalini oluşturur. Bu durumda Avukatlara, hâkimlerin sol tarafında ve savcının karşısında olmak üzere, aynı hizada yer oluşturulmalıdır. Bu yapılmadığı durumda, savcılar da, hâkimlerin bulunduğu mahkeme kürsüsünün altına ve avukatlarla aynı hizaya indirilmelidir. CMK’nın 231/4 maddesi gereğince, avukatların sadece hüküm fıkrası okunurken ayağa kalkacağı düzenlendiğinden, sadece bu aşamada ve savcıların da ayağa kalkması şartı ile, avukatların ayağa kalkması uygulamasının Baro tarafından başlatılması zorunludur. Yani avukat, sadece hükmün okunduğu anda ayağa kalkabilmeli ve savcının da ayağa kalkmasını sağlamalıdır.

Bütün Baroların kongrelerinde ve Türkiye Barolar Birliği kongrelerinde katılımcı, demokratik ve temsilde adaleti sağlayacak bir çerçevede temsiliyetinin gerçekleştirilebilmesi açısından, Avukatlık Kanunun da gerekli değişiklik yapılmalıdır.

Bağlı avukat olarak çalışan meslektaşlarımız işçi konumundadır. Bu durumdaki meslektaşlarımız açısından Avukatlık Kanunu’nda 12/C maddesi dışında uygulanacak bir madde bulunmadığından, bağlı avukatın ücret ve çalışma koşullarına iş kanunu uygulanmaktadır. Bağlı avukatlar açısından, söz konusu yasal boşluk, avukatlık kanunu içerisinde yapılacak düzenlemeler ile giderilmelidir. Şirketleşen büyük hukuk büroları, avukatlık “piyasasının” ekonomik egemeni olmaya başladığından, mesleğe yeni başlayan avukatlar bürolarını kapatarak veya büro açamayarak ilgili şirketlerin ücretli işçisi olmaya zorlanmaktadır. Yaygınlaşmaya başlayan bu durum, mesleğe yeni başlayan avukat arkadaşlarımızın düşük ücret ile diğer bir meslektaşının hiyerarşisi altında çalışmasına neden olmaktadır. Bu durum avukatlar arasında eşitsizlik yaratırken, avukatın bağımsızlığı ilkesini zedeleyerek, “patrona bağlı” işçi haline getirmektedir. Avukatlık mesleğinde hukuk bürolarının şirketleşmesi, avukatın bağımsızlığı ilkesini tahrip ettiğinden, tümden ortadan kaldırılmalı, ya da en azından ölçüde sınırlandırılmalıdır. Başka bir avukat yanında ücretli olarak çalışan meslektaşlarımız için, Avukatlık Kanunu’nda yapılacak bir düzenleme ile mesleğimizin niteliğine uygun adil bir asgari oran dönemlere göre artış oranları ile belirlenmeli, bu miktarın altında avukat çalıştıran avukatlara uygulanacak hukuki ve mesleki tedbirler de caydırıcı şekilde düzenlenmelidir. Avukatın meslek sırrı, işi reddetme hakkı, Baro aidatı, telif hakkı, iş akdinin fesih koşulları, çalışma süre ve koşulları, ihbar ve önelin, avukatın bağımsızlığını koruyan avukatlık tip sözleşmesinin avukatlık kanunu içinde düzenlenmesi gerekmektedir.

Hakim ve savcıların aylık maaşları ortalama olarak 5. 500 TL olmakla birlikte, günümüz koşullarında yetersiz olduğundan artırılmalıdır. Kamu avukatlarının maaşları ise 2.500 TL gibi çok düşük miktarda olduğundan, hakim ve savcıların ücretlerine eşit bir aylık ücret durumuna çıkartılmalıdır. Kamu avukatlarının maaşlarının düşük olması ve tüm haklarının maaşa yansıtılmaması emekli aylıklarının da çok düşük olmasına yol açmaktadır. İdari kurumların avukat olmayan kişiler ile temsil edilebilmeleri düzenlemesinin getirilmiş olması ve üstelik bu durumdaki kişilere mahkemelerce vekalet ücreti verilmesine dair yasal düzenlemenin de yapılmış olması, aynı zamanda adli ve idari görevin bir kişide birleşmesi sonucunu da doğurduğundan hukuksuzdur, iptal edilmelidir. Kamu avukatlarının çalışma hayatını kolaylaştıracak; kurumsal UYAP, elektronik imza, online yargılama masrafı yapma, hukuki sorumluluk sigortasına sahip olma, yardımcı personele sahip olma gibi düzenlemelerin ivedi olarak yapılması zorunludur. Kamu Avukatlarının mesleki denetimleri ile ilgili 659 sayılı KHK de hiçbir düzenleme yapılmamıştır. Kamu avukatlarının mesleki denetimlerinin, meslekten kişilerce yapılması zorunluluğu düzenlenmelidir. Kamu İktisadi Teşebbüslerinde ve Kamu Kurumlarında sürekli-kadrolu memur olarak çalışan bütün avukatların, Baro levhasına yazılması zorunlu olmalı ve tabi oldukları kamu kurumunun kanun ve yönetmelikleri de avukatlık kanununa aykırı olmadığı sürece uygulanabilmelidir. Kamu avukatlarının özlük hakları da denk oldukları hakimlerin özlük haklarına eşit hale getirilmeli, özlük hakları yanında mali ve sosyal hakları ile çalışma yardımları da kanun ile düzenlenmelidir. Teftiş sistemi değiştirilmelidir. Kamu Avukatlarınca ödenecek Baro aidatının ve mesleklerini ifade ederken yaptıkları bütün masrafların kurumlarınca ödenmesi gerekmektedir. Kamu avukatlarının mesleki bağımsızlığı sağlanmalı, idarenin vesayeti ile memur avukat statüsü ortadan kaldırılmalıdır.

Kamu İktisadi Teşebbüslerinde ve Kamu Kurumlarında sürekli-kadrolu memur olarak çalışan bütün avukatların, Baro levhasına yazılması zorunlu olmalı ve tabi oldukları kamu kurumunun kanun ve yönetmelikleri de avukatlık kanununa aykırı olmadığı sürece uygulanabilmelidir. Kamu avukatlarının özlük hakları da denk oldukları hakimlerin özlük haklarına eşit hale getirilmeli, özlük hakları yanında mali ve sosyal hakları ile çalışma yardımları da kanunla düzenlenmelidir. Teftiş sistemi değiştirilmelidir.

Avukatlık mesleğinde 5 yılını doldurana kadar, her avukata aylık olarak belirli bir miktar yardım sağlanması için Avukatlık kanununda düzenleme yapılmalıdır. Avukatlıkta 5 yılını doldurmamış bütün meslektaşlarımız Baro aidatı ve vergi ödemekten muaf tutulmalı, ayrıca bu durumdaki meslektaşlarımıza Barolar Birliği ve Baro bünyesinde kurulacak bir fondan da 5 yıl süre ile ekonomik yardım verilmelidir.

Baro kurullarına seçilebilmek için, avukatlara yıl bazında kıdem şartı getiren ve kesinleşen bir mahkumiyet kararı olmasa dahi, 2 yıldan fazla hapisle yargılanma durumunda; kurullara dahi seçilememe düzenlemesini içeren avukatlık kanunun 5., 71., 90., 113 ve 114. maddeleri; seçme seçilme hürriyeti ile masumluk karinesi gibi temel haklara aykırıdır, kaldırılmalıdır. Avukatlık Kanunu, Barolarda yönetim kurulu adayı seçilme şartını 5 yıl avukatlık yapmış olmaya ve Baro Başkanı adaylığı ile TBB delegasyon adaylığı açısından da 10 yıl avukatlık yapmış olmaya bağlamış olduğundan, bu düzenleme eşitlik ilkesine, katılımcı ve demokratik Baro anlayışına aykırıdır. Bu düzenlemeler hukuka aykırı olduğundan, ”kıdem yaşı” tutmayan birkaç meslektaşımızı da aday göstereceğiz. Listemizde bu durumdaki arkadaşlarımızın seçilmesi mazbatanın verilmesi halinde ise, atıf yaptığım temel hukuki ilkelere dayanarak iptal davası açacağımız açıktır. Aynı şekilde henüz hakkında kesinleşen bir hüküm olmaksızın, Disipline sevk edilmiş her avukatın, Baroların ve Barolar Birliği kurullarına seçilemeyeceğine ilişkin düzenlemelerde seçme ve seçme hürriyeti yanında, masumluk karinesine aykırı olduğundan, söz konusu düzenlemeleri de kabul etmiyoruz. Stajyer edinmek açısından, avukatın en az 5 yıl avukatlık yapmış olması şartını getiren düzenleme, stajyerin tercih hakkını daralttığından, kaldırılmalıdır.

Staj kredisi yönetmeliği değiştirilmeli, il baroları staj kredisinin dağıtımında inisiyatif sahibi haline getirilmelidir. Staj kredileri, avukatların vekâletnamelere yapıştırmak zorunda oldukları pul ücretlerinden sağlanan bir fondan sağlanmaktadır. Avukatlık kanunun 27. maddesi, staj kredisini “Barolarca Yapılacak Yardım” olarak tanımladığına göre, bu kredi meslektaşlar ile dayanışma ve yardımlaşma niteliğindedir. Genç avukatların ağır ekonomik sorunları nazara alınarak; yardımlaşma ve dayanışma niteliğinde olan staj kredisi geri alınmamalıdır. Stajyerlik süresince, stajyerin ücret alamayacağına ilişkin düzenleme emek sömürüsüdür, temel bir hak olan çalışma hakkı ile emek karşılığında ücret hakkına da aykırıdır, kaldırılmalıdır. Stajyerliğin başlamasıyla birlikte; sosyal güvenlik hakkı başlamalı ve stajyerlikte geçen süre de emeklilik için öngörülen süreden sayılmalıdır. Stajyerler açısından tümden uygulamaya dayanan meslek içi eğitim esas alınmalıdır. Mesleğe yeni başlayacak meslektaşlarımızın, ruhsatlar açısından ödemek zorunda olduğu Baro ödeneği ile TBB harcını ödenmemesi açısından düzenleme yapılmalıdır.

Mesleğe yeni başlayacak avukatlara devlet bankalarınca düşük faizli kredi verilmesi için de düzenleme yapılmalıdır. Ekonomik olanaksızlıklar nedeniyle bürosunu kuramamış avukata; kendi müvekkili ile görüşebileceği, çalışmalarını yapabileceği, kütüphaneli-bilgisayarlı görüşme odaları oluşturulmalıdır.

Baromuz meslektaşlarımızın düşük faizli kredi alabilmesi için bankalar üzerindeki ağırlığını kullanarak anlaşmalar yapacaktır. Avukatların iş alanlarının genişletilmesi ve savunma olmadan yargı olmaz ilkesinin ihlal edilmemesi açısından, özel hukuk davaları dahil, her davada zorunlu müdafilik bulundurulması için düzenleme yapılmalıdır. Bu yolla usul kurallarını, prosedürü ve delil değerlendirme olgusunu bilmeyen vatandaşların hak kaybına uğramasının önüne geçilmelidir. Devletçe hak arama hürriyeti ve adil yargılanma hakkının kısıtlanmaması ve sadece ekonomik olanağı olanların bu hürriyetleri kullanabilir olmaması açısından; yargı harçları mevzuatı ile uygulaması da ortadan kaldırılmalıdır. Davalar harçsız açılmalıdır.

Avrupa’da en büyük sektör, hizmet sektörü iken, bu sektör içerisinde en büyük hizmet kolu ise avukatlara aittir. Türkiye’de de hak ettiği payı ve saygınlığı alması için çalışılacaktır.

Özel ve paralı vakıf üniversitelerinde, hukuk fakültelerinin açılmasına son verilmelidir. Daha doğrusu paralı vakıf üniversitesi kurma imkanı getiren düzenleme ortadan kaldırılmalıdır. Çünkü paralı vakıf üniversiteleri yüksek lisans programına girmeye hak kazanma imkanı bulunmayan üst sınıflara mensup ailelerin çocuklarına daha düşük puanla ve eşitlik ilkesine aykırı olarak üniversiteye girme imkanı getiren ticari kuruluşlar niteliğindedir.

Adalet Bakanlığı’nın; Barolar ve Barolar Birliği üzerindeki kanuni vesayet denetimi ise baroların bağımsızlığı ilkesine aykırıdır, kaldırılmalıdır.

Her il Barosunun, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonunun hukuka uygun, adil ve etkin kullanılabilmesi açısından, Fonun yönetiminde inisiyatif kazanması gereklidir. Bunun için yasal değişiklik yapılmalıdır.

Ölüm, kaza, saldırı, yargılanma ve gözaltı hallerinde meslektaş ile yardımlaşmak ve dayanışmak için; acil müdahalelerde bulunabilecek Acil Durumlar Dayanışma Kurulu oluşturulmalıdır. Avukat saldırıya uğradığında ya da hakkında bir dava açıldığında, mesleki yardımlaşmanın bir gereği olarak, yönetim kurulu meslektaşın yanında yer almalı, diğer meslektaşları da aynı dayanışmayı göstermeye çağırmalıdır.

Ankara Barosu, ihtiyaç sahibi avukatların barınacağı bir huzur evi veya bakımevi oluşturmalı ve maddi desteğe ihtiyacı olan avukatlara maddi destek sağlamalıdır. Ankara Barosu’nun sosyal tesislerinde ve Adliye deki yemekhane ve kafeteryalardaki yiyecek ve içecek fiyatlarının meslektaşlar açısından yüksekliğine de müdahale edilmelidir.

Ankara Barosuna avukatlık kaydı yapmak ve nakil gelmek açısından istenen parasal miktarlar çok yüksek olduğundan, sembolik bir miktara indirilmelidir. Avukatlık kimliklerinin yenilenmesi sırasında her avukattan alınan 50 TL kart yenileme ücretinin, kart basım masrafı düşürüldükten sonra kalan kısmı avukatlara geri iade edilmelidir.

Ankara Barosu odalarından faks çekme ücreti postahanedeki ücretten yüksektir. Şehir içinde bir sayfa fotokopi 25 kuruşa, yada en fazla 50 kuruşa çekerek kar eden işyerleri bulunurken; Ankara Barosunun Adliyede bulunan fotokopi odalarında ise, Baro kart varsa sayfasının 100 kuruş ve olmaması halinde ise sayfası 150 kuruş üstünden fotokopi çekilmesi, Baronun meslek örgütünden çok ticari işletme mantığı ile yönetilmesine yol açmaktadır. Faks çekme ve fotokopi çekme ücretleri düşürülmelidir.

Kayıtlı e-posta sistemi Ankara Barosu’nda kurulmalıdır.

Ankara Barosu Yönetim Kurulunun, Ankara Barosu Yardımlaşma Sandığı Yönetimi ve işleyişi üzerindeki yetkileri ile vesayeti kaldırılmalıdır. ABAYS’ın kararlarının tersine, Ankara Barosu Yönetim Kurulu’nun karar alabilme yetkisi kaldırılmalıdır. Sandığa üyelik; düşük aidatla cazip hale getirilmeli, katkı sunmak isteyen bütün avukatların yönetim ve denetimdeki geniş bir kadro aracılığı ile katılımcı bir çerçevede yönetimi sağlanmalıdır. Bu katılımcı yönetimin sağlanabilmesi için, gerekli yasal değişikler yapılmalıdır.

Avukatlara yapılan sağlık yardımının limitleri artırılmalı ve aynı orandaki sağlık yardımının eş ve çocuklara da sağlanabilmesi açısından yönetmelikte değişiklik yapılmalıdır. Yönetmelikte tarif edilmiş olmakla birlikte, henüz uygulanmayan bir yardım türü olan munzam emeklilik yardımının ivedilikle işler hale gelmesi için girişimlerde bulunmalı, vefat halinde avukatın yakınlarına ödenecek yardım tutarının da makul bir seviyeye çıkarılması açısından çalışma yürütmelidir. Çocukların bulunduğu infaz kurumlarında, mevcut uygulamaların izlenmesi amacı ile, bağımsız denetim kurulları (Cezaevi İzleme Kurulları) oluşturulmalıdır. Çocuk hakları açısından özel çalışma yapabilecek bir kurul oluşturmaktan yanayız. Siyasi suç isnat edilen çocuklar, özel, olağanüstü yargılama yapan Özel Ağır Ceza Mahkemelerinde değil; çocuk mahkemelerinde yargılanmalıdır. Çocuklar, siyasi mahiyetini dahi idrak edemedikleri bir yürüyüşe katılım sağladıklarında, ya da sırf taş atmış olduklarından; örgüte yardım yataklık ve örgüt üyesi olmak suçlaması ile Ağır Ceza Mahkemelerinin karşısına çıkarılarak, hukuk ve toplumun adalet duygusu tahrip edilmemelidir. Devletin politik ihtiyaçlarına göre politize edilmiş yargının bağımsız, tarafsız ve adil olabilmesi olanaklı değildir. Bağımsız ve tarafsız yargı erkinin var olmasının ön koşulu, hakim ve savcıların görevlerini yürütürken; ideolojik düşüncelerinden, duygularından, medyanın ve toplumun yaratığı basınçtan, devlet adamı ve kurumlarının yönlendirmelerinden kendilerini soyutlayarak, sadece inceleme konusu olan dosyadaki deliller ve hukukun prensipleri ile bağlı olmalarıdır. Grubumuz bu nitelikte bir yargının gerçeğe dönüşmesi için baskı mekanizması olacaktır.

Hukuken tedbir müessesi olan tutukluluğun infaz aracı olarak kullanılması genel bir uygulama halini aldığından, bu hukuksuzluğa karşı da mücadele edeceğiz. Yargıtay’ın onama kararı ile suçluluğu kabul edilmemiş olan herkes masumluk karinesi çerçevesinde masum sayılmaktadır. Ancak uygulamada ve medyada masumluk karinesi ihlal edilmekte olup, bu duruma karşı da mücadele edeceğiz.

Özel hayatın gizliliği, haberleşme özgürlüğü ve konut dokunulmazlığı devlet tarafından rutin tarzda ihlal edilmektedir. Telefon dinleme ve e-posta izleme gibi uygulamalar; mahkeme kararı dahi olmadan gerçekleştirilebilen genel bir ihlal halini almış durumdadır. Grubumuz, bu temel hakların ihlal edilmemesi açısından, yasalarda getirilmiş cezaların ağırlaştırılması ile ihlallere son verilmesi için etkin şekilde çalışacaktır.

DGM’lerin kaldırılmasından sonra siyasi ve örgütsel davalara ilişkin yargılamaların Özel Ağır Ceza Mahkemelerine bırakılmış olması, esasen özel, olağanüstü ve hukuk dışı politik yargılamaların devam ettiği anlamına gelmektedir. Özel Ağır Ceza Mahkemelerinin, özel yetkilere dayalı olarak özel yargılama yapabilmesi; yargılamanın birliğine ve tabii hakim ilkesine de aykırıdır. Özel Ağır Ceza Mahkemeleri; politik yargılama yapan taraflı mahkemeler olduklarından, siyasi nedenler ile açılan davaların, bütün Ağır Ceza Mahkemelerine herhangi bir ayrım olmaksızın tevzi edilmesi için düzenleme yapılmalıdır.

Özel Ağır Ceza Mahkemelerinde görülen davalarda vekillik yapan meslektaşlarımızın yargılanmakta olan sanığa isnat edilen suç, ya da sanık ile özdeşleştirilmesi ise avukat ile savunma hakkının doğrudan baskı altına alınması demektir, kabul edilemez.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu‘nun 28/1 maddesinde; “Danıştay ve idare mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre, idarece geciktirilmeden işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecburdur” kuralını barındırırken; Anayasa‘nın 138/4 maddesi ise; “yasama ve yürütme organları ile idare; mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini de geciktiremez” düzenlemesini taşımaktadır. Buna rağmen yürütme ve idarenin yargı kararlarını yer yer yerine getirmediği görülmektedir. Grubumuz yönetime geldiğinde, mahkeme kararlarının yerine getirilmemesine karşı aktif baskı gücü olacaktır.

659 sayılı KHK ile idareyi temsil eden hukuk müşaviri durundaki temsilciye duruşmasız dosyalar açısından 600 TL , duruşmalı dosyalar yönünden 1.200 TL buna karşın Danıştay’daki duruşmasız dosyalar açısından 1.200 TL ve duruşmalı dosyalar yönünden de 2.400 TL vekalet ücretine hüküm etmeye yol açacak düzenleme yapılmış olası da, Ceza davalarında temyiz masrafının zorunluluğu da, adli mahkemelerde bilirkişi keşif, tanık, harç masraflarını peşin ve avans şekilde yatırma mecburiyeti de hak arama hürriyetini engelleyen, vatandaşa; “paran yoksa dava açamazsın, yargı parası olan içindir” diyen düzenlemelerdir. Bu düzenlemeler bir kanun ile iptal edilmelidir. Öte yandan avukatlık ruhsatı dahi bulunmayan idare temsilcilerine mahkemelerce vekalet ücreti verilmesi avukatlık mesleğinin alanını daraltan, avukatı bay pas eden bir uygulamadır. Bütün kamu kurumlarına davalarında avukat tayin etme ve avukat ile kendisini temsil etme zorunluluğu getirilmelidir. Vatandaşın hak arama hürriyetini kısıtlayabileceğinden, idari davalarda avukatlık ücretine karar verilmemelidir, bunun içinde var olan yasal düzenleme iptal edilmelidir. Ancak İdari davalarda vekalet ücretine karar verilmesine rağmen, bu ücretlerin belli bir miktarı aşması halinde bir kısmının kesinti yapılarak avukata ödenmemesi ya da taksitlendirilmesi de hukuksuz olduğundan, tamamı ve taksitlendirme olmaksızın kamu avukatlarına ödenmelidir.

İdari yargıda artan posta giderlerinin iadesinde sorunlar yaşanmakta olup, mahkeme kasalarında biriken söz konusu paraların miktarı büyük yekun oluşturmaktadır. Gerekli idari düzenlemeler yapılarak, kararın kesinleşmesinden sonra artan kısmın doğrudan avukatlara iadesi sağlanmalıdır. Grubumuz, duruşmalarda avukatların sözlü savunma yapma hakkının kısıtlanmasına ve savunma makamına saygı gösterilmemesine karşı mücadele edecektir.Grubumuz, bilirkişilerin davanın tarafları olan asli kişiler tarafından yoğun oranda etki altına alındığı bu sistemde; çoğunluk ile bilirkişi raporlarının doğrudan karara dönüştürülmesine karşıdır. Adaletin gerçekleşmesi için bu sorunla da mücadele edeceğiz.

Hazırlık aşamasında keyfi kısıtlılık kararları verilerek, dosyaların avukatlardan gizlenip kaçırılmasına karşı mücadele edeceğiz.

Adliye binası fiziksel açıdan engelli meslektaşlarımızın ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmeli, avukat odalarından en az bir tanesi fiziksel ve teknik açıdan bu meslektaşlarımıza uygun şekilde düzeltilmelidir.

Ankara Adliyesinin bölünmesi ve İcra Mahkemeleri ile İcra Müdürlüklerinin Yenimahalle’ye taşınması var olan meslek sorunlarımıza diğer bir sorunun eklenmesine yol açmıştır. Adliye bahçesinde otopark olarak kullanılan alan üzerinde ek bir adliye binası yapılmalı ve bu binanın alt kısmı otopark olarak düzenlenerek Adliyenin bölünmesi sorununa son verilmelidir. Yasal faiz oranı yıllık %9 iken, Baro aidatı vergi ve sigorta primleri açısından ise, yıllık %60 oranına varan faiz oranlarının uygulanması hakkaniyet ölçüsüne aykırı olduğundan, söz konusu faizlerin, yasal faiz oranına indirilmesi açısından çalışma yürütülmelidir.

Grubumuz vatandaşa parasız eğitim hakkı, parasız sağlık güvencesi ve herkese sağlanacak konut hakkından yana olduğu gibi, her bireyin insanca bir ücretle çalışma hakkından da yanadır.

Grubumuz Baro yönetimine geldiğinde; TOKİ ile anlaşarak, toplu konutlandırma yolu ile bütün avukatlara ucuz konut edinme imkanı sağlayacaktır. Sağlık hizmetlerinin parasız ve kolay ulaşılabilir hale getirilebilmesi ve daha kaliteli sağlık hizmeti sunulabilmesi açısından, TBB hastanesi kurulmalıdır. Bu aşamada baromuz ile anlaşmalı olan sağlık kuruluşu yelpazesini genişleterek işe başlayacağız.

TBB sosyal yardım ve dayanışma fonunun etkin kullanımını sağlamalıdır. Mesleki sorumluluk sigortasının kurulması için çalışma yürütülmelidir.

Meslektaşlarımızın çeşitli alanlardaki bilgilerini arttırmaya dönük sertifikalı eğitim programlarını ücretsiz olarak gerçekleştireceğiz.

TBMM’deki milletvekillerinin büyük bölümü avukat olduğundan, meslek sorunlarının çözümü için duyarlı hale getirileceklerdir. Meslek sorunlarının çözümüne ilişkin yasa tasarılarını desteklemeleri sağlanmalıdır.

Adliyelerin yönetimi, Başsavcıların yönetimine terk edilmemelidir. Savcıların yanında, Baro yönetiminden görevlendirilecek avukatlardan oluşacak bir kurul tarafından, adliyeler yönetilerek düzenlenmelidir. Adalet Komisyonlarında ve avukatı ilgilendiren her işte, avukat temsilci bulundurulmalıdır.

Ankara Barosu ABEM’den değil, Adliyenin içinden yönetilmelidir. Baro ve Baro yönetimi avukatlardan kaçırılmamalıdır. Başkan odaklı Baro yönetimi yerine, ekip odaklı baro yönetimi benimsenmelidir.

Ankara Barosu’nun kuruluşundan günümüze, bütün etkinlik ve kararları dijital ortama aktarılarak, düzenli bir arşiv oluşturmalıdır. Avukatlık Akademisi yeniden yapılandırılmalıdır.

Grubumuzun yönetimindeki Baro, avukatların saatlerce duruşma kapılarında bekletilmemesi için girişimlerde bulunacaktır. Savcılık kalemlerinde uzun sıralar dahilinde sorgulanabilen savcılık hazırlık dosyalarının daha rahat sorgulanabilmesi için adliye binasında kurulacak kiosklara Baro kart takılarak sorgulama imkanı sağlanacaktır. Yayınevlerinin bütünü hukuk kitaplarını kitapevlerine % 50 indirim üzerinden verdiklerinden, baro marketimizin yayınevlerinden direkt olarak kitapları alarak, piyasadaki fiyatın % 50’ine meslektaşlarımıza satması sağlanacaktır.

Grubumuz, İcra Dairelerinde ve diğer kurumlarda menfaat sağlayarak iş yaptıran avukatların eylemlerini meslek ahlak kurallarına aykırı bulduğundan, herkese eşit, etkin şekilde olmak üzere Disiplin Kurulunu işleterek, ilgili kurumlara uyarı yazıları göndererek, avukatın imajını sağlama çabası içerisinde olacaktır. Avukatın toplumdaki algılanışını doğru temelde değiştirmek ve yükseltmek ise, en önemli çalışma konularımızdan olacaktır.

Grubumuz, yönetime geldiğinde, Adalet Komisyonu nezdinde gerekli girişimlerde bulunarak; hacizler için tahsis edilen araçlarda taksimetre bulundurulmadan, takribi kriterlerle yüksek oranda ulaşım ücretlerinin dosyalara yazdırılması uygulamalarına son verecektir. Haciz uygulamaları için vakıf araçlarının kullanılması zorunluluğunun ortadan kaldırılması için girişimde bulunacağız.

Grubumuz, Ankara Barosu yönetimine geldiğinde, mali ve idari şeffaflığı esas alacak, bütün gider ve gelirlerini iki haftada bir periyodik aralıklarla web sayfasında üyelerinin denetimine sunacaktır.

İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin kalem işlerinde, Devlet Güvenlik Mahkemelerini dahi aratabilecek zorluklar çıkarılmaktadır. Grubumuz, Baro yönetimine gelir gelmez bu ve benzeri sorunlara müdahale edecektir.

Danıştay ve Yargıtay binalarına girişte; avukatların x-ray cihazından geçerken, üzerlerindeki bütün eşyalar çıkartıldıktan sonra girişlerine izin verilmesi, buna karşın hakim ve savcıların ise aynı uygulamadan geçirilmemesi ayrımcılık olduğu kadar, meslek onurunun ayaklar altına alınmasıdır. Barolar Birliği ve Ankara Barosu’nun bu ve benzeri uygulamalara karşı hiçbir girişimde bulunmaması, meslek onurunu korumak açısından etkin ve müdahaleci olmadıklarını göstermektedir. Grubumuz yönetime gelir gelmez, avukatlık onuru ile bağdaşmayan bu ve benzeri uygulamalara müdahale edecektir.

Danıştay ve Yargıtay’daki avukat odaları işlevsiz durumdadır, avukatlık mesleğinin ihtiyaçları ile bağdaşmadığından, her türlü teknik donanıma kavuşturularak, meslek onuruna yaraşır düzeye getirilmeleri zorunludur.

Grubumuzun yönetimindeki Baro, Avukatların vize sıkıntısı yaşamaması açısından, yeşil pasaport sahibi olması için düzenleme yapılması konusunda çalışmalar yürütecektir.

Grubumuzun yönetimindeki Baro, KPSS, Açık öğretim ve diğer kurslarda; hukuk ile ilgili derslerde kurs hocalarının avukat olması şartının getirilebilmesi için çalışma yapacaktır.

Grubumuz, Baro otoparkının bitişiğinde bulunan ve özel şahıslar tarafından işletilen otoparkı satın alarak veya uzun süreli kiralayarak, var olan park alanını genişletip yeniden düzenleyerek, avukatların park çilesine son verecektir.

Devrimci-Demokrat Avukatlar Grubunun yönetimindeki Ankara Barosu, ücretsiz yabancı dil eğitimi organize edecektir.

Grubumuz, Baromuzun adını Türkiye içinde ve dışındaki uluslararası turnuvalarda başarıları ile duyuran Ankara Barosunun iki futbol takımının turnuvalara katılırken, Ankara Barosu Yönetim Kurulunun yol, vize ve otel masraflarını karşılamaktan dahi kaçınmasını, masrafların 10/9 oranındaki tutarını takımlardaki meslektaşlarımızın sırtında bırakmasını, iki futbol takımına eşit yaklaşmamasını talihsiz bulduğundan, kendi yönetimimizde bu tür aktivitelere de bir bütçe ayırmayı esas alarak, masraflarının tamamını da karşılayacağımız aşikardır. Ayrıca Grubumuz, avukatlar arasında dayanışma ve kaynaşmayı yoğunlaştırmak için, sosyal projelere destek olmayı, her yıl çeşitli branşlarda Ankara Barosu Spor oyunlarını tertiplemeyi, kültür ve sanat alanlarındaki aktiviteleri desteklemeyi, her yıl hukukun değişik alanlarına ilişkin temel toplumsal sorunların hukuki çözümüne dair makale yarışmaları düzenlemeyi önemli çalışma hedefleri arasında saymaktadır. 
Verdikleri hizmet karşısında baro emekçisi olan personelin maaşlarını düşük bulduğumuzdan, ücretleri arttırılmalıdır.

Grubumuz, Ankara Barosu yönetimine geldiğinde; yılda bir; “Temel Toplumsal Sorunların Çözümü İçin Hukuk Kurultayları “nı bütün aidiyetlerin sorunlarını kapsayacak şekilde gerçekleştirerek, ilgili konuşma ve metinleri yayımlayacaktır. Temel toplumsal sorunları tartışmaktan korkan, statükonun bekçisi, sorumsuz Baro yerine, hukuksal düzenlemeler üzerinden çözüm öneren demokratik Baro’yu gerçekleştireceğiz.

Grubumuzun yönetiminde bulunduğu Ankara Barosu; işkence, orman yakmak gibi Anayasal suçlar yanında, özelde kadın hakları, çocuk hakları, emek sömürüsü, emekçilerin hakları ve genel anlamdaki diğer insan haklarının ihlaline karşı etkin şekilde mücadele edecektir.

Grubumuz, Baro Kart’ın Ankara Barosuna, ya da bir grup oluşturan bazı avukatların şirketlerine verilmesine karşıdır. Biz, diğer Gruplardan farklı olarak, Baro Kart’ın hem mülkiyet hakkının, hem de marka hakkının üst kuruluş durumunda olan Barolar Birliğine ait olmasından yanayız.

Adliyedeki kamu emekçileri Avukatlık mesleğinin yürütülmesinde en büyük yardımcılarımızdır. Hem bu neden ile hem de düşünsel açıdan bütün emekçilerin haklarının korunması ve geliştirilmesine karşı duyduğumuz sorumluluk karşısında; adliyede çalışan kamu emekçilerine enflasyon üzerinde ücret ödenmeli, grevli toplu sözleşmeli sendika hakları kanuni güvenceye bağlanmalı, ek ödemeler emekli aylığına yansıtılmalı, personel eksikliği nedeni ile nöbet tutma, tatil günlerinde ve mesai saatleri dışında zamlı mesai ücreti ödenmeksizin çalıştırma uygulamasından vazgeçmeli, her mahkeme ve icra dairesine yeterli personel alınmalı, 4/b ve 4/c statüsünde olan yargı emekçileri diğer yargı emekçilerine eşit ücret almalı, Adalet Bakanlığınca son dönemde işe alınan personelin kadrosuz ve güvencesiz çalıştırılması hukuksuz olduğundan kadro ve iş güvenceleri verilmeli, yüksek okul mezunu olan mübaşirlere üst kademelere yükselme ve ek gösterge alma hakkı verilmeli, UYAP’ın alt yapısı ve teknik yapısı düzenlenerek buradan kaynaklanan aksamalar sonucunda avukat ve vatandaşlar ile karşı karşıya gelmelerine neden olunmamalı, darıcık odalarda çalıştırma ve iş yoğunluğu nedeni ile doğan bel, boyun fıtıkları, kalp damar hastalıkları ve psikolojik rahatsızlıklarına rağmen tıbbi rapor alabilme imkanları zorlaştırılmamalı, engelli çalışanlara gerekli duyarlılık gösterilmeli, sürgün ve sindirme politikalarından vazgeçilmeli, sağlığa zararlı olduğu ispatlanmış baz istasyonu kaldırılmalı, daire tabipliği poliklinik hizmeti verecek şekilde düzenlenmeli, performansa dayalı uygulamalardan vazgeçilmeli, servis sayısı, güzergahları artırılmalı, isteyene serbest kart verilmeli, görevin gereğine göre otobüs kartları verilerek sayısı artırılmalı, yemekhanenin fiziki yapısı ve yemek kalitesi düzeltilerek günlük fiş uygulamasına geçilmeli, sivil savunma nöbeti kaldırılmalı ve nöbet tutana da karşılığı ödenmeli, kreş adli tatil sürecinde de açık tutulmalı, birleştirilen Ticaret Mahkemelerinde iki mahkemenin kalem işlerini tek kalemde yürütmesi uygulamasına son verilmeli, personel sayısı artırılmalı, icra hakimliklerinde ikiye düşürülen zabıt katibi sayısı da yeniden üçe çağırılmalıdır.

Baro, bağımsız, katılımcı ve demokratik bir anlayış ile bütün üyelerinin aktif katılımına ve her açıdan denetleyebilmesine açık olmalıdır. Yönetim anlayışımız; saydamlık, katılımcılık, etkinlik, denetlenebilirlik, hesap verebilirlik, yerindelik, bağımsızlık, tarafsızlık ölçütlerine dayalıdır. Savunma kurumu olan Baro, grubumuzun yönetiminde; savunma makamına her aşamada sahip çıkacaktır. Bağımsız, özgürlükçü, demokratik, etkin, etkili, üretken, Baro için varız. Statükoya eklemlenen Baro değil, özgürlükçü ve yenilikçi Baro için varız. Yasakçı ve uysal ve biat eden, toplumsal sorunları devletin retçi çizgisi temelinde görmezden gelen Baro değil; bağımsız, özgürlükçü, etkin ve her toplumsal soruna duyarlı bir Baro için varız. Düşünce özgürlüğünün değerini bilmeyen ve düşünceden korkan Baro yerine, bütün toplumsal sorunları tartışan, çözüm sunan ve bunun için tasarılar gerçekleştiren Baro için varız. 
Paralı özel Hukuk Fakültelerinin sayısı 130 iken, yenilerinin kurulması içinde çalışmalar devam etmektedir. Hukuk fakültelerinin son 15 yılda yüzde yüzden daha fazla oranda artmış olması, ancak avukatların iş alanın aynı kalması karşısında; proleter avukatlar yanında, lümpen(işsiz) avukatların varlığı ile yoğunlaşmasına yol açmaktadır. Bu durum sadece avukatın geçim koşullarını ortadan kaldırmamaktadır, aynı zamanda avukatlık mesleğinin imajını da bitirmektedir. Paralı özel hukuk fakülteleri, devletin hukuk fakültelerinin yarısı oranındaki puan üzerinden öğrenci aldığından, bu yolla burjuva ailelerden gelme öğrencilere para karşılığında üniversiteye girebilme imkanı verildiğinden, eşitlik ilkesi sahtekarca bir yalana dönüşmektedir. Paralı hukuk fakülteleri ile devlet üniversitelerindeki hukuk fakülteleri eşit taban puan üzerinden öğrenci almalı, bunun için yasal düzenleme yapılmalıdır. Noterlerce düzenlenen bir kısım belge, işlem ve işlerin avukatlarca yapılması açısından kanuni düzenleme yapılmalıdır. Ayrıca, her aileye bir avukat yasası çıkarılarak, Sosyal Güvenlik Kurumunun avukatlara aylık olarak vekilliklerini üstlendikleri aile sayısı oranında bir ücret ödemesini sağlanmalıdır.

Grubumuz, yönetime geldiğinde, programımızda sıraladığımız temel siyasi-toplumsal özgürlüklerin hukuksal güvencelerle sağlanması ve meslek sorunlarının çözümü için; Baromuza üye meslektaşlar ile cüppeli yürüyüşler, mitingler, protest eylemler, sempozyumlar, konferanslar, paneller basın açıklamaları yaparken, yayıncılık faaliyetini yoğunlaştıracak ve çeşitli konularda iptal davaları yanında, kanun tasarıları hazırlayıp önererek, hükümetler üzerinde etkinlik kurmaya çalışacaktır. Meslek sorunları, Baro genel kurullarında yapılan birer konuşma veya demeçler ile çözülemez. Meslek sorunlarının her yıl biraz daha ağırlaştığı da aşikardır. Program ve bildirgemizde belirttiğimiz bütün meslek sorunlarının çözümü için, Barolar Birliği ve Ankara Barosu merkezli olan, ancak diğer Baroları da içeren bir eylem sellik süreci yaratılarak çözülmelidir. Bunun için bütün Barolara üye avukatların katılımını sağlayarak, Ankara da cüppeli yürüyüşler ile mitingler yapmalı, ayrıca bir hafta süreyle avukatların duruşmalara katılmaması sağlanmalıdır. Sadece bu tür eylemlerle meslek sorunlarının gündemleşebileceği, baskı yaratılabileceği ve çözüm yoluna gireceği açıktır. İşte bu nedenle eylemci Baro ve eylemci Barolar Birliği zorunlu bir ihtiyaçtır.60 yıldır hem Barolar Birliği, hem de Ankara Barosu yönetiminde Kemalist-ulusalcı gerici grup olan Demokratik Sol Avukatlar Grubunun bulunması nedeni ile meslek sorunlarının çözülmemesinin ve daha da ağırlaşmasının birinci sorumlusu oldukları aşikardır. Meslek sorunlarımızın çözülmemesinin ve her yıl ağırlaşmasının ikinci ve üçüncü sorumluları ise, kurumsallaşan grupları ve dernekleri bulunmasına rağmen, 60 yıla yakın bir süredir hiçbir sorunun çözümüne katkı sunmayan ve etkili bir muhalefet bile yapmayan diğer düzen unsurları olan liberal muhafazakar Baroda Birlik Grubu ve Kemalist Çağdaş Avukatlar Grubudur. Genelde de gerici olan bu üç gruba ve diğer gerici gruplara oy vermeye devam eden her meslektaşımız da; meslek sorunlarımızın ağırlaşmasından, hiçbir meslek sorunumuzun çözülememesinden sorumludur. Biz grup olarak meslektaşlarımıza ayrı bir seçenek, olanak ve zihin sunuyoruz. Meslektaşlarımızın gerici grupları oyları ile besleyerek, bir gerici olarak söz konusu grupları yaşatması yerine, devrimci tutuma dönerek bu grupların bölünmesini, tasfiyesini sağlamalı, Devrimci Demokrat Avukatlar Grubunu büyütmelidir. Çözümsüz gerici gruplara oy veren her meslektaşımız söz konusu gruplar kadar gericidir.Devrimci Demokrat Avukatlar Grubu tek devrimci gruptur, altı gerici gruba karşıdır.

Ankara Barosu Genel kurullarında on yıllardır liste oluşturan bütün gruplar (yani Baroda Birlik Grubu, Demokratik Sol Avukatlar Grubu, Çağdaş Avukatlar Grubu) üzerinde durduğumuz temel toplumsal sorunlara sırtını dönerek; program ve bildirilerine dahi konu etmeyerek, tartışma dışı tutarak; statükonun bir parçasına dönüştüklerinden, öte yandan mevcut egemenlik sisteminin içerisindeki iki çizgi olan İttihatçı-Kemalist çizgi ve Yeni Osmanlıcı liberal muhafazakar çizginin yüz yıldan fazla bir süredir devam eden düzen içi iktidar mücadelesinin bir parçası ve işbirlikçisine dönüşerek, gerici gündemlerini ve çatışmalarını birer teferruat yada mütemmim cüzleri olarak genel kurullarımıza taşıdıklarından, birkaç meslek sorununa atıfta bulunmalarına rağmen, bugüne kadar hiçbir çözüm getirmediklerinden, verili olan bu üç gruba ve gündemlerine eklemlenerek gericiliklere kan taşıyan, edilgen, kullanılan, seçeneksiz, programsız, gabin halindeki avukat olmak yerine; eklemlenmeyen, seçenek yaratan, programını ortaya koyan, kendi gündemini Genel Kurullara taşıyarak zihniyetleri değiştiren, ırkçılığı ve gericiliği kıran, devrimci demokrat düşünceye alan yaratan, bütün meslek sorunlarının çözümü yanında, her aidiyetin hak ve özgürlüklerini gündemleştiren, etkin, özne avukat olarak var olmayı esas alıyoruz. Ağır sorunları bulunan aidiyetlere mensup olmakla birlikte, eleştirdiğimiz diğer gruplardan birine eklemlenen, kullanılan, edilgen, sorumsuz, kaçkın, bahane üretici, korkularını aşamayan, seçeneksiz, programsız, zamandan, emekten, masraftan, yüzde bir dahi olmayan risklerden kaçan; ancak kişiliklerini ele vermemek için de bu hakikatler yerine başka hususları geçirtemeye çalışan avukatların zihinlerine yerleşmiş korku, karakol ve putları yıkmak istiyoruz. Bu durumdaki avukatların beyin ve ruhlarındaki Kemalist anlayışa, kullanılmaya açık eklemlenme kültürlerine entelektüel şiddet uygulayarak, kendilerine bir seçenek sağlıyoruz. Ya ortaya koyduğumuz bu seçeneğe geleceklerdir, ya da mevcut gerici gruplardan ayrılarak, ayrı bir grup kuracaklardır. Aksi takdirde entelektüel şiddet mahiyetindeki eleştirilerimizden kurtulabilme imkânları olmayacaktır.

Bu bildirgemizde sıraladığımız ilke ve çalışma konularına katılan her meslektaşımızı; siyasi görüşü, etnik kökeni ve dinsel inancı ne olursa olsun, meslek grubumuzun doğal üyesi saydığımızdan, hep birlikte örgütlenmeye, mücadele etmeye, yönetimde ortaklaşmaya, istisnasız her aidiyetin özgürlüğünü hep birlikte yaratmaya katkıda bulunarak, gerçek kardeşlik ve özgürlük hukukunu oluşturmaya, meslek sorunlarını en kapsamlı programımız temelinde çözmeye çağırıyoruz. Bu çerçevede kendisini tekrar eden bir Baro yerine, değişimin temsilcileri olarak Baromuzun üyelerinden de destek istiyoruz.

Ergenekon davasında yargılananlara destek mesajları veren, aynı örgütsel yapı içresinde olmasalar da Kemalistlik anlamında ideolojik ortaklıkları olan ve Baroyu mevzi olarak düşünen, aynı zamanda muhalefet partilerinin izdüşümü olan İttihatçı-Kemalistlerin yönetimde bulunmasının Baromuzu bulunduğu noktadan daha da geriye düşüreceğini düşünüyoruz. Hürriyet ve İtilaf Partisinin çizgisini liberal muhafazakâr ve Yeni Osmanlıcılık şeklinde modernize eden ve bugünkü iktidarın izdüşümü olan Baroda Birlik Grubunun Ankara Barosunun yönetimine gelmesinin de Baromuzu bulunduğu noktadan dahi daha geriye düşüreceğini ve hiçbir soruna katkı sağlamayacağını düşünüyoruz. Aynı şekilde yönetime gelme ihtimalleri yüzde bir dahi olmamakla birlikte, şunu da söyleyelim; Kemalist Statükocuların kendi ideolojik ihtiyaçları için kullanmış bulundukları ve on iki yıldır gerici muhafazakâr bir gruba dönüştürülmesi nedeni ile temel düşünsel değerleri dahi yozlaşmaya uğrayan Çağdaş Avukatlar Gurubunun da yönetime gelmesi halinde, temel aidiyetlerin hak ve özgürlüklerinin sağlanmasına hiçbir katkı yapılmayacağından, mesleki sorunlar çözülmeyeceğinden, aynı kısır döngü devam edeceğinden Baro düşürülmüş olacaktır. Bu nedenlerle Devrimci Demokrat Avukatlar Grubuna güç vermek, büyütmek ve Baro yönetimine getirmek tek devrimci seçenektir. Devrimci Demokratlar buradadır, gericilik her yerdedir. Devrimci Demokrat değerler bizdedir, gerici değerleri ise diğer gruplardadır. 06 06 2014