29 Ekim 1923 tarihi Türk halkı açısından yalnızca basit bir rejim tercihi olarak değerlendirilemez. 94 yılı geride bırakan Cumhuriyet, aynı zamanda Türkiye'nin ekonomik, siyasal, sosyal boyutları olan bir tercihidir.

Cumhuriyet, Türkiye'nin, siyasal iktidarlara, dönemsel güç dengelerine göre değişebilecek, vazgeçilebilecek, kısa vadeli taktiksel bir tercihi asla değildir.29 Ekim 1923, devletin ve toplumun, siyasal, sosyal, ekonomik Miladı olarak adlandırılması gereken yol haritasının uygulamaya konuluş tarihidir.

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğunun taksiminin sulh masasında sağlanamaması nedeniyle çıkmıştı. Savaşın galip tarafının ganimeti olacak Osmanlı İmparatorluğunun savaş dışı kalması olanaksızdı. Dört yılı aşkın paylaşım savaşı, Osmanlı imparatorluğunun ekonomik ve insani kaynaklarının neredeyse tümünü yok olma noktasına getirmiştir.

Büyük savaşın mağlubunun paylaşım hesabını yapan galiplerin asla beklemedikleri bir şeyler olmaktadır! Osmanlı Devleti pes etmiş, koşulları son derece ağır Mondros Ateşkesinin ardından dayatılan Sevr'e de boyun eğerken, Anadolu ayağa kalkmaktadır!

Teslimiyeti seçen İstanbul'un Mütareke Hükümetlerine karşı, Anadolu'nun Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, mazlum bir milletin emperyalist işgalcilere karşı direnişinin meşruiyet organları olarak ortaya çıkmıştır. Milli Mücadelenin önderi Mustafa Kemal Paşa'nın Temmuz 1919'da Erzurum'da toplanan Kongrede Heyeti Temsiliye Reisi seçilmesi üzerinde düşünülmelidir.

Anadolu'da, yerel Kongreler Dönemi olarak adlandırılan sürecin sonunda Ankara'da ülkenin tamamına seslenecek olan siyasi, hukuki, askeri yapılanmaların da meşruiyet kaynağı olacak yasama organı Büyük Millet Meclisi ortaya çıkacaktır.

Milli Mücadelenin meşruiyet organı TBMM, yasama yetkisiyle birlikte savaş koşullarında yürütme yetkisine de sahip Meclis Hükümetleri özelliğiyle özgün bir model olarak adlandırılmaktadır. İstanbul'un Meclis-i Mebusan'a dayanmayan, teslimiyetçi Mütareke Hükümetlerine karşı Ankara'da Milli İradeyi temsil eden TBMM'nin hasım devletlerce bile muhatap alınmaya başlanması Savaş sonrası Türkiye'si hakkında yeterince ipucu vermektedir.

Halk üzerinde tüm saygınlığını ve otoritesi kaybetmiş çürümüş bir monarşinin savaş sonrası yerinde kalması düşünülemezdi. Zaferden sonra ülkenin ve halkın, tarihi ömrünü tamamlamış, yozlaşmış bir hanedana ve İslam dünyasında etkisi kalmamış Hilafet kurumuna yeniden teslim edilmesi de beklenemezdi.

TBMM Başkanı sıfatıyla Milli Mücadelenin sivil önderi, TBMM Orduları Başkomutanı sıfatıyla da askeri önderi Mustafa Kemal Paşa'nın kafasındaki devlet modeli çok önceden belirlenmişti. O'na göre, askeri zafer kazanılmış, işgalciler kovulmuş olsa bile ortaçağ kurumları tasfiye edilmedikçe kısa zamanda eskisinden daha kötü duruma düşülmesi kaçınılmazdı.

Toplumun tüm kurumlarıyla modernleşmesi, uygar dünyada varlığını sürdürebilmesi ve iddia sahibi olması için kaçınılmaz, geciktirilemez bir zorunluluktu! Mustafa Kemal Paşa, 23 Nisan 1920'de yasama ve yürütme faaliyetine başlayan TBMM ile birlikte ilan edilmemiş bir Cumhuriyet uygulamasının başladığını, 29 Ekim 1923'te yapılanın ise bunun şekli ve hukuki olarak ilan edilmekte olduğunu söylemesi tarihi bir gerçekliğin ifadesidir.

Türkiye, uygar dünyada var olabilmenin ve gelişmenin, milli ekonomiye, milli bürokrasiye, milli orduya, milli yargıya, laik hukuk sistemine, çağdaş eğitim ve öğretim birliğine uygun bir devlet modelinden geçtiğini tarihin acı tecrübeleriyle öğrenmiştir.

Devletlerin kuruluş felsefesi ve kuruluş kodları, benimsedikleri rejim, ekonomisiyle, siyasetiyle, yargısıyla, politikasıyla, tüm kurumlarıyla, kılcal damarlarına, en uç sinir noktalarına kadar sağlıklı ve düzenli işleyen canlı bir organizmadan farksızdır.

Devlet başkanından başlayarak, siyasi iktidarıyla, yargısıyla, sivil ve askeri bürokrasisiyle, en alt düzeyde kamu görevlilerine kadar bütün devlet örgütünün var oluş ve kuruluş felsefesine, milli yol haritasına uygun bir anlayış ve işleyiş içinde olması bir zorunluluktur.

Türkiye'nin var oluş değerleriyle, kuruluş felsefesiyle, tarihsel yol haritasıyla sorunu olmayan bir anlayış doğrultusunda yönetiliyor olması, bireyler, kurumlar ve toplum olarak hepimizin ortak arzusu ve beklentisidir.

Bu çerçeveden bakıldığında, köklü ve değişmez bir uygarlık tercihinin Miladı olan 29 Ekim 1923'ün doğruluğu 94 yıllık deneyimle kanıtlanmış durumdadır. Yeni Osmanlılık söylemiyle siyasal ömrünü tamamlamış Monarşinin ve yaşanılan çağda birleştirmenin değil, dinsel ve mezhepsel ayrışmanın tetikleyici dinamiğine dönüşecek olan Hilafetin özlemini çekenler ağır bir yanılgı içinde olduklarını kabul etmelidirler. Irak, Suriye ve Libya başta olmak üzere yakın coğrafyamızda yaşanan trajediler, etnik ve mezhepsel ayrışmanın, ülkeler ve toplumlar açısından yol açtığı sonuçlardan hepimizin alacağı dersler vardır.

Ülkeyi yönetenlerin alacağı dersler ise kuşkusuz daha fazladır. Cumhuriyet'in, üniter yapı, ulus devlet güvencesi altında bir arada yaşamanın ve var olabilmenin ortak paydası olduğu kabul edilmelidir. Ülkenin siyasal kompozisyonunda, hukuk ve yargı işleyişinde, eğitim sisteminde, ekonomik planlamasında, tek kişinin sınırsız otoritesi yerine çağdaş değerler esas alınmalıdır.

Yargısıyla, bürokrasisiyle, tüm kurumlarıyla Cumhuriyet'in temsil ettiği değerlerle kavgadan acilen vazgeçilmesinin Türkiye için var olmanın temel şartı haline geldiği görülmelidir.