Benim İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdiğim 2001 yılında, Türkiye’de toplam 24 tane hukuk fakültesi vardı. 2015 yılı itibariyle bu sayı, 32 adet devlet ve 45 adet vakıf üniversitesi olmak üzere, 77 (yazıyla yetmiş yedi)!

Ben fakülteye girdiğim yıl, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin kontenjanı 480 idi. Bu yıl bu okulda açılan kontenjan, ikinci öğretimle birlikte 1050 (yazıyla bin elli)!

Ben fakülteye girdiğim yıl Türkiye’de “varlık yönetim şirketi” diye bir kavram yoktu; artık onlarcası var.

Ben fakülteye girdiğim yıl yurtdışı orijinli devasa hukuk şirketleri Türkiye’de şubeleşmemişlerdi, artık yüzlere ulaştılar.

Ben fakülteye girdiğim yıl “özel üniversite mezunuysan alamayız” diye kimse işten çevrilmiyordu, artık çevriliyorlar.

Ben fakülteye girdiğim yıl hiçbir hukuk fakültesinde derslere avukatlar girmiyordu, artık giriyorlar.

Ben fakülteye girdiğim yıl asgari ücretin üç kuruş fazlasına avukat çalıştırmıyorlardı, artık çalıştırıyorlar.

Ben fakülteye girdiğim yıl CMK sistemi ceza avukatlığını öldürmemişti, artık ceza işi yapan ofis kalmadı.

Ben fakülteye girdiğim yıl vatandaş harç ödemekten avukatlara vekâlet ücreti veremez halde değildi, artık o haldeler.

Ben fakülteye girdiğim yıl insanlar “hukuka hiç güvenmiyorum, dava açsam ne olur” demiyorlardı, artık diyorlar.

Ben fakülteye girdiğim yıl apartman katlarında hukuk fakülteleri yoktu, artık onlarcası var.

Ben fakülteye girdiğim yıl hukuk fakülteleri tercüman mezun etmiyordu, artık ediyorlar…

Bu listeyi sayfalarca uzatabilirim.

Ancak anlatmaya çalıştığım konunun özüne inmem gerek.

Daha geçen gün yapılan bir araştırmaya göre, İstanbul’da her 481 kişiye bir avukat düşüyormuş. Bu 481 kişiden her birinin mütemadiyen yekdiğeriyle boşanmadığı, alışveriş yapmadığı, kavga etmediği, alacak verecek derdine düşmediği, miras ortağı olmadığı, birlikte cinayete karışmadığı; kısacası sokaktaki herkesin hukuki bir işinin olmadığı gerçeğini düşünün.

Sonra yine bu 481 kişinin 3’te 1’inin çocuk yaşta olduğunu hesaba katın.

Elinizde kalan müvekkil portföyünüz bu işte.

Şimdi bu portföyü, objektif veriler ışığında “iş”e dönüştürelim.

2001 yılındaki 24 adet hukuk fakültesi sayısı, bugün 77.

Kontenjanlar, iki katından fazlasına çıkartılmış durumda.

Anıt niteliğinde muhafaza edilmesi ve hatta özel sınavlarla öğrenci alınması gereken İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi dahi ikinci öğretim programıyla gece eğitimi veriyor. (Biz dahi sınavlarda amfilere sığmazdık, o kadar öğrenciyi nerede okuttuklarını gerçekten merak ediyorum.)

100.000,00 TL’si olan “herkes!”, 4 yılını vererek “diploma” satın alabiliyor.

Özetle, elinizi sallasanız artık avukata çarpıyorsunuz. Ve maalesef bu mezunların çoğu, eline icra tebligatı geçtiğinde, fare ölüsüne dokunmuş gibi ürpererek, evrakı masadan masaya fırlatıyor.

Diyelim ki bu binlerce avukatın arasından bir şekilde sıyrıldınız ve “iyi bir hukukçu” olmayı başardınız.

Kendi ofisinizi açacaksınız (az önceki 481 müvekkil adayının 3’te 2’sine güvenerek…)

Karşınıza çıkan ilk rakip, batı ülkelerinde kurulan devasa hukuk şirketlerinin, “partner” perdesi arkasından kurup işlettikleri Türk hukuk ofisleri…

Bu ofisler büyük çaplı şirketleri size kaptırmazlar. Reklam yasağını ustalıkla deler, çaktırmadan her yere iz bırakır, her taşın altından çıkarlar. Alengirli İngilizce tanımlarla süsledikleri internet sitelerinde onlarca uluslararası hukuk derneğine ve kuruluşuna üyeliklerinden söz eder, prestijli müvekkillerinin gözünü boyarlar. Sadece uluslararası hukuk ile uğraşmaz, dava departmanlarıyla da yüksek meblağlı dava dosyalarını takip eder, vergi sıralamalarında rekor üstüne rekor kırarlar.

Oysaki arka planda yemeği, Sivaslı Ökkeş Usta pişirir…

Günde 12 saat çalışan ve mesai kavramından bihaber genç avukatlar, işbu “plaza ofiscikleri”nin temel taşıdırlar. Erasmus yetmez, LLM yetmez; bunlar dönüşte doktora ve üstüne iki yıl alengirli bir alanda tecrübeyle birlikte bilmem ne sertifikası da isterler. Hayatında hiç duruşmaya girmemiş, bu mesleğin bu ülkede nasıl yapıldığından tamamen bihaber genç avukata gün boyu sözleşme yazdırır, tercüme yaptırırlar… O avukat, adliyeye atsan ölür korkudan; duruşma bekle desen afakanlar basar, duramaz. Dava departmanlarıysa “komşusunun balkonuna mandal atan Hatice teyzenin nezaretteki akıbeti”nden habersizdir mesela; yani işin eğlenceli kısmını kaçırırlar da, haberleri yok!

Geldik ikinci dişli rakibinize…

Hani, hukuki iş ve işlemlerde vekâlet yetkisi, münhasıran avukata tanınmıştır ya… Hani, bir davada ya da icra takibinde, ancak avukat vekil olabilir ya… Hani size öyle öğretmişlerdi ya… İşte bu öğrettikleri kuralı çok iyi değerlendiren ve ustalıkla alt eden bir rakibiniz var karşınızda: varlık yönetim şirketleri…

Bu şirketler, hukuk ofislerine dağıtılsa yüzlerce ofisin rahatlıkla kendini idame edebileceği sayıdaki icra dosyasını bankalardan satın alırlar. Düşük ücretlerle bünyelerinde çalıştırdıkları ve o icra takiplerini kendi ofisinde yürütebilse maddi durumunu epeyce toparlayabilecek olan avukatlar vasıtasıyla tahsilat yapar, güçlerine güç katarlar.

“Falanca bankadan ayda on dosya gelse…” diye çaldığınız banka kapılarından “portföyümüzü varlık yönetim şirketine sattık” cevabını alırsınız her seferinde. (Hoş, o kapıyı çalabilmek için de koca koca amcalardan – dayılardan imzalar lazım da, neyse…)

Sonra bu şirketler çıkıp bir açıklama yaparlar: “Elektrik, su gibi kurumların alacaklarına da talibiz.”

Neden olmayasın ki? Kendi adına, kendi ofisinde icra takiplerini yürütüp tahsilat yapması gereken, bu hakka ve yetkiye başlı başına sahip olan avukatlar, bunu senin için, üç kuruşa yapıyor. Üstüne, doğan vekâlet ücretlerini ve faizleri de cebine atıyorsun.

Yarın “boşanma yönetim şirketleri” açılsa, sağdan soldan boşanma davalarını toplayıp getirseler, şirket bünyesinde çalışan avukatlar davaları bitirip maaşlarını alsalar… Aynı şey değil mi? Buna da mı çıkmayacak sesimiz?

Neyse, 481 kişinin üçte ikisinden oluşan portföyümüze dönelim…

En dişli rakiplerinden ikisine kısaca değindik. Diğerlerine girmek bile istemiyorum artık.

Çok kısa özetle, durmadan artan bir “meslek erbabı enflasyonu”, durmadan artan bir “mesleki niteliksizlik” ve durmadan daralan bir “iş alanı” ile karşı karşıyasınız.

Bu “mesleki niteliksizlik” durumunu lehinize çevirebilmeniz mümkün tabi, ama artan hukukçu sayısı, niteliksiz işgücünün elenmesini dahi engeller seviyeye ulaşmış durumda. Yani sayı o kadar fazla ki, iyilerle kötüler birbirini götürüyor artık.

Bu manzaranın ortasında, barolar ne yapıyor dersiniz?

Genç meslektaşların sorunlarıyla mı ilgileniyorlar?

İş alanlarını gün geçtikçe daraltan haksız ve hukuksuz müdahalelere ses mi çıkartıyorlar?

Meslekteki kalite düşüşü ve yozlaşmanın önünü alacak tedbirler mi üretiyorlar?

Eğitim kalitesini yükseltecek çareler mi arıyorlar?

Hayır.

“Devlet” (ah, pardon) “cumhur” başkanıyla didişiyorlar mesela.

Ya da siyasi partilere kongre tarihi öneriyorlar.

Bence siz, tırnağınız varsa göbeğinizi kaşıyın.

Ben de gidip az biraz içime dertleneyim.

Av. Münteha Jan Demirci




http://haber.sol.org.tr/blog/diren-terazi/av-munteha-jan-demirci/boyleyken-boyle-129022