İlgiyle takip ettiğim #DirenTerazi bloğunda bir eksiklik fark ettim, üşenmedim bu eksikliği kapatmak için bir yazı da ben yazayım istedim. Bu terazi sizin tekelinizde mi arkadaş? Hep avukatlar yazsın, müvekkiller okusun. Müvekkil olarak benim de söyleyeceklerim var!

2000’li yılların başında –ki hala başında sayılırız–, üniversite öğrenciliğim sırasında muhalif kimliğim nedeniyle hem üniversite yönetimi hem de polisle sık sık karşı karşıya gelir, bu karşılaşmaların bir kısmı okulda soruşturmayla, bir kısmı da adliyede savcı veya hâkim karşısında son bulurdu.

Günlerden bir gün, çok izlenilen, daha sonraları penguen belgeselleriyle başarısına başarı katan kanalların birinde, “Edebiyat Fakültesi’nde karşıt görüşlü iki grup arasında istenmeyen olaylar yaşandı” başlığıyla bir haber verildi. Biz o dönem bu olayı “Faşistler Edebiyat’a saldırdı” şeklinde yorumlamıştık.

Başka bir fakültede okumama ve mevzunun çıktığı gün okulda olmamama rağmen, ertesi gün memur arkadaşlar kendileriyle karakola kadar gelmem konusunda beni ikna ettiler. Nasıl ikna olduğumu hatırlamıyorum ama kullandıkları yöntem oldukça etkili olmalı ki, karakola nasıl gittiğimizi de hatırlamıyorum. Karakoldan çıkıp önce hastaneye, sonra Vatan Emniyet Müdürlüğü’ne götürülürken benim gibi ikna edilmiş başka arkadaşlar da katıldı ekibe.

“Gözaltında açlık grevi yapılır”, “polise ifade verilmez” ve benzeri yazılı olmayan gözaltı kurallarına uyarak bir geceyi Vatan Emniyet Müdürlüğü’nde geçirdik. Ertesi gün savcılığa sevk edilip, Sultanahmet Adliyesi’nin koridorlarında ifade sırası beklerken, baronun atadığı avukatlar geldi. Parti mensubu arkadaşlar için gelen “partili avukatlar” hepimize yetemediği için baronun atadığı avukatlardan faydalanmaya karar verdik. Barodan gelen avukatlar, gözaltı listesi kendilerine ulaşır ulaşmaz, kendi aralarında bizi pay etmeye koyuldular:

- Üstat şunları siz alın, bana bunu verin.
+ Şunu ben alayım.
- Onu alırsanız kaleci bizden olur.

Bu tartışmaların sonunda benim fasulye olduğuma kanaat getirmiş olacaklar ki, kimse beni seçmedi. “İlk yarı birinden, ikinci yarı birinden oynarım” diye hesap yaparken 45-50 yaşlarında bıyıklı bir amcanın benim adımı bağırdığını fark ettim. Amca sora sora, bağıra bağıra geldi beni buldu.

“Sen Rizeliymişsin doğru mu?” sorusuna bir süre tuzak soru muamelesi yapıp cevap vermedim. Amca soruyu üçüncü defa tekrarlayınca, “Demirden korksak trene binmezdik, yağmurdan korksak Rizeli olmazdık” felsefesiyle “Rizeliyim noolcak” şeklinde cevap verdim. Amcanın yüzü güldü. “Ben de Rizeliyim, barodan atadılar. İstersen senin avukatlığını ben yapayım” deyince benim de yüzüm güldü. “Olur dayı sen yap” deyiverdim.

- Anlat bakalım nasıl oldu olay?
+ Şimdi ben o gün okulda değildim, hasta olduğum için okula gidemedim. Akşam haberlerde gördüm. Zaten mevzu Edebiyat Fakültesi’nde olmuş, ben Siyasal’da okuyorum. Sivil polisler sabah okula girerken aldılar beni.
- Süper, savcıya da aynı böyle anlatıyorsun olayı. Gerisini bana bırak, ben hallederim. Bana anlattığın gibi inandırıcı olman lazım.
+ Dayı, ben gerçekten yoktum o gün okulda, hikâye anlatmıyorum sana. Mevzuya karışsam karıştım derim.
- Tamam güzel kardeşim ben ikna oldum (göz kırpıyor), sıra savcıyı ikna etmekte.

İşte o an “s.çtık” dedim, “daha kendi avukatımızı ikna edemedik, savcıyı nasıl ikna edeceğiz?” Ben bunları düşünürken sıra bize geldi, girdik savcının odasına.

Ben kendimden emin, olayı olduğu gibi aktardım sayın savcıya. Sayın savcı da güzel güzel dinledi beni. Bir iki tuzak soru sordu, onları da başarıyla atlattığımı düşünüyordum ki, avukat hemşerim sıranın kendisine geldiğini anlayıp şova başladı: “Sayın savcım, müvekkilim örnek bir öğrencidir, dersleri son derece başarılıdır. Kendisi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi olup, mezun olduktan sonra idari hâkim olmayı planlamaktadır. Bu gözaltının siciline işlenmesi ve bu şansını kaybetme ihtimalinden müteessirdir.”

Dayı öyle bir anlatıyor ki, bir ara ciddi ciddi hâkimlik sınavına girmeyi düşündüm. Sonra okulda 5. senem olduğu, en iyi ihtimalle 6. senenin sonunda sadece mezun olmaya yetecek bir ortalamayı ancak tutturabileceğim, okuldaki, emniyetteki dosyalarımla ve devam eden davalarımla bırakın hâkim olmayı, adliyede çaycı bile olamayacağım geldi aklıma.

Sayın savcım, beni tanıyacak kadar zaman geçirmediğimiz için avukatımın yönlendirmelerine inanmış gözüküyordu. En son bana dönüp, “Gerçekten idari hâkimlik düşünüyor musun, çalışmalara başladın mı?” diye sordu. Savcının bu samimi yaklaşımdan etkilenip biraz da boş bulununca, “Yok ya ne idari hâkimliği, bozuk düzen içinde sağlam çark olmaz” deyiverdim.

Sayın savcım beni odadan kovdu. Benden iki dakika sonra da avukatımı kovmuş. Benim dürüstlüğüme, avukatımın yalanlarına tahammül edemedi muhtemelen. Avukatım, savcıdan çıkaramadığı siniri benden çıkarmaya kalktı: “Yahu sen ne bozuyorsun kardeşim benim savunmamı, he desene. Hâkim olucam, vurucam kırbacı vurucam kırbacı desene. Koskoca savcının karşısında ettiği lafa bak. Çarkmış, bozukmuş…”

Ben yine yağmurlu, trenli özlü sözümü söyleyeyim, “kimseden korkumuz yok” diye edebiyat yapayım dedim ama dayı beni dinlemeden çekti gitti.

Akşama doğru çoğumuzu savcılıktan serbest bıraktılar. Üç arkadaş tutuklandı. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü dava. İlk mahkemede tutuklanan arkadaşlar da serbest bırakıldı. Bir iki duruşmaya ben gittim, diğerlerini avukatım takip etti. En azından “takip ediyorum” dedi bana. Mahkeme tam 9 yıl sürdü. Takip etmemiş de olabilir. Yok ya, takip etmiştir. Ozan Gülhan gerçekten takip ettin mi, yoksa tesadüfen mi beraat ettim?

http://haber.sol.org.tr/blog/diren-terazi/engin-karabacak/rizeliyiz-119762