OZAN GÜLHAN Seneler önce, yine Serdar Ortaç'ın damgasını vurduğu bir yaz günüydü. Adli tatile sayılı günler kaldığı için tatil planları yapıyordum ki Adana’dan bir dava geldi büroya. Daha çevik kuvvetin avukatları adliye içinde yerlerde süreklemediği yıllar olduğundan Adana Adliyesi’nin kavga konusunda bir öne çıkmışlığı vardı o zamanlar. Hiç gitmemiş olsam da, gazete ve televizyondan takip ettiğim kadarıyla, Adana insanların şaka olarak birbirlerini bıçakladığı, kürdan niyetine pompalı tüfek kullandığı, adliyenin açılış töreninde başsavcının kafasında kürsü kırdığı, hatta ve hatta yeri geldiğinde güneşe bile kurşun sıktığı güzide bir ilimizdi. O nedenle, ilk düşündüğüm şey, “dandik bir itirazın iptali davası için sıkmasalar bari” oldu. Etrafımdaki insanlar da benzer tepkiler verdiler. Adana’da duruşmaya gideceğimi anneme söylediğimde, “Evladım duruşmaya gir, gel. Sakın olaylara karışma” cevabını aldım. Halbuki kendisi üniversitede yaşanan satırlı kavgalar zamanında bile bu kadar temkinli olmamı tembihlememişti.

Adana'ya gidilebilecek en kötü dönem olan Temmuz ayında gittim. Sıcaklık gölgede yaklaşık 170 derece falandı. Klimalı arabada otururken bile derimin büzüştüğünü hissediyordum. Tahminen güneşte yarım saatten fazla kalan bir kişi rahatlıkla Afrikalı genç yetenek diye Fener’e kakalanabilirdi. Adliyeye girer girmez tedbirli bir şekilde kimseye bulaşmadan duruşma salonunun önüne gidip, duruşma sıramı beklemeye başladım. Duruşmalar başladıktan sonra da her şey sakindi. Taa ki, benden birkaç sıra önceki bir dosyanın tarafları gelene kadar. Taraflar; asiller, tanıklar, avukatlar, izleyiciler falan derken otuz kişiyi geçiyorlardı. Eller belde, John Wayne ve Clint Eastwood bakışlarıyla uzaktan birbirlerini kesmeye başladılar. Hatta açık pencerelerin yaptığı ceyrandan, arada koridordan kovboy filmlerindeki yuvarlanan çalıları anımsatan sümüklü mendiller bile geçiyordu.

Davacı vekili bu gergin havayı sezmiş olacak ki, müvekkiline dönüp, “Bunlar çok kalabalık gelmiş bu sefer. Bir olay çıkmasın, saldırmasınlar” dedi. Davacı gayet sakin bir şekilde, “Avgat bey sen hiç merak etme. Onlar seni dövmeye kalkışırlarsa, biz de onların avukatını döveriz” diye cevap verdi! Ben ömrü hayatımda “en iyi savunma saldırıdır” anlayışının gerçek hayata böyle iyi yansıtıldığına şahit olmadım. Anlaşılan, davacı göze hoş gelen ofansif bir oyun anlayışına sahipti. Avukatı savunmak gibi bir düşünce aklının ucundan geçmiyordu ve oyunu tamamen rakip alana yıkmanın derdindeydi. Bu teskin edici cümleden sonra avukat nasıl rahatladı görmelisiniz!

Tüm bunlara rağmen içimde yine de kavga çıkmayacağına dair umut yeşerten bir şey vardı: Davalının yanında getirdiği 7-8 yaşlarındaki çocuğu. Onu görünce “herhalde kavga çıkaracak olsalar çocuğu getirmezlerdi” diye düşündüm. Tabii ki atladığım ufak bir detay vardı: THIS IS ADANAAAAA!.. Duruşmaya girmeden önce babası karnı acıkan çocuğunun eline biraz para sıkıştırıp dürüm almaya yolladı. Çocuk gider gitmez gerilim seviyesi, bütün tehlike işaretlerini görmezden gelerek gece yarısı çatı katından gelen seslerin ne olduğunu bulmaya çalışan gözlüklü, şişman, kolay harcanabilir oyuncunun olduğu korku filmi sahnesi seviyesine yükseldi yeniden.

Neyse taraflar duruşmaya girdi, tanıklar dinlendi, avukatlar karşılıklı söz aldı, biraz söz dalaşı oldu ama olaysız bir şekilde dışarı çıktılar. O esnada küçük çocuk da elinde dürümüyle geri döndü. Ben tam “oh be, olay çıkmadı” demeye kalmadan, kalabalık içinden “Yalancı pezevenk, senin ananı avradını…” sözleriyle beraber davacı vekiline bir yumruk çıktı. Millet ne oluyor, kim vurdu diye bakınmaya başladığında, avukatımız kelimenin tam anlamıyla kim vurduya gitmişti bile. Adanalı olmadığı her halinden anlaşılan davacı vekili, yere düştükten sonraki on beş dakika boyunca bir daha hiç “kendi isteğiyle” yerden kalkamadı. Bu sırada aynı anda otuz küsur kişi birbirine girdi. Ama ne girme! O kadar kick boks maçı izledim, o kadar dövüş oyunu oynadım, o kadar kavga videosuna baktım ama ben hiç böyle hareketler görmedim arkadaş. Tatar Ramazan’ın tokadından Van Damme’ın ölüm vuruşuna, Kara Murat’ın zıplaya zıplaya Bizans askeri ezmesinden Hulk Hogan’ın smashdown’ına, Guile'ın jiletinden Scorpion'un ekranın sağından girip solundan çıkmasına, Naim Süleymanoğlu’nun silkmesinden Beşiktaşlı Recep'in Molmö maçındaki röveşatasına kadar her şey oradaydı…

Benim barış elçisi sandığım küçük çocuk bile boyuna posuna bakmadan dürümle adam dövmeye başladı. İlk darbede eti kopup gidince bile geri adım atmadı da, millete lavaşla saldırmaya devam etti. Bugün bile azmine hayranım küçük çocuk!

Kafamı çevirince koridorun (daha doğrusu ringin) diğer köşesinde davalı vekilini gördüm. Ancak davalı vekili rakibinin aksine belli ki buraların avukatıydı. Deneyimli ve bu tarz olaylara alışık bir görüntüsü vardı. Kavga çıkar çıkmaz BBC belgeselindeki yılanlardan kaçan iguana gibi koşturmaya başladı. Davacı tanıklarını Messi gibi ipe dizip, kendini duruşma salonuna attı. Ardından mübaşiri Hodor gibi kapıya dikip, kapıyı da bir güzel arkasından kapattı. Davacı tarafın adamları yüklense de, mübaşir olanca gücüyle kapıyı tutup girmelerine izin vermedi. Bu esnada davalı vekilinin içeriden “Hold the door” diye bağırdığını duyduk. Olaylar bitince öğrendik ki, duruşma salonunun penceresinden atlayıp kaçmış bizimki.

Onun kadar şanslı olmayan davacı vekili cephesinde ise işler hiç iyi gitmiyordu. Davacı vekili karpuzcu olduklarından şüphelendiğim bir grubun eline düşmüştü. Yumruk ve tekmeler arasında, alıp alıp fırlatmaya başladılar bunu. Yerden alan öbürünün önüne attı, sonra o hop diye ötekine attı, o da alıp ötekine. Taka-tuka-taka-tuka… Barcelona gibi çevirdiler garibimi! Hani dövüş filmlerinin son sahnesinde esas karakter sağlam bir dayak yer ama arkasından ayağa kalkıp iki tane asılır ve rakibini yere serer ya, işte bizim avukat da ona benziyordu. Tek farkı kalkıp o son görkemli kapanışı yapamamasıydı. Yoksa dayağını hakkıyla yedi. Hatta ortalama bir insanın ömrü boyunca yiyebileceği dayağın yaklaşık on katını falan yedi o gün.

Adana’ya giderken dikkat etmemi söyleyenlere, “Merak etmeyin, ben kendimi korurum” diye artistleniyordum. Adanalılar’ın kendilerine attığı dayağı görünce aklım çıktı. “Ulan” dedim kendi kendime, “evsahibini bu kadar hırpalıyorlarsa, deplasman takımının anasını ağlatır bunlar.” Öyle sağlam bir ekip kurmuşlar ki, handikaplı yenerler valla. Adama kolunu kaldırtmazlar. Arada bir iki kez kavganın ortasında kalınca, hemen en zor durumlar için bildiğim tek savunma sistemini uygulayıp çömeldim. Neyse ki beni o dayak girdaba çekmediler.

Adamlar dövüştükçe dövüştüler. Sonuçta Dövüş Kulübü’nün yedinci kuralı gereğince, “dövüş gerektiği kadar sürecek”ti! Bunların duracak gibi olmadığını görünce, hemen koşa koşa güvenliği çağırmaya gittim. Baktım az ileride kavgayı izliyor. Adama “Müdahale etmeyecek misiniz?” diye sordum. “Hele kavga bir bitsin ederiz” dedi. Akıl dolu bir cevap! Geri döndüğümde ortalık Tarantino filmine dönmüştü ve şalgam döker gibi kan dökülmeye devam ediliyordu. Bir yanda birkaç kişi davalıları yakalamıştı. Nasıl dövdükleri anlatılmaz yaşanır. Yemin ederim, Rus boksör Ivan Drago, Rocky’yi bu kadar dövmedi. Adriaaaannn.. Diğer tarafta davacı tanıklarını resmen çapraz sorguya almışlardı. Öbür köşede başka birisi uçak bagajına verilmiş valiz gibi havalarda uçuyordu. Adamı öyle hızlı fırlatıyorlardı ki, gölgesi yetişemiyordu arkasından. Ortam karıştıkça karıştı. “Kavabanga” deyip atlayan mı ararsın, “Pikaçu” diye saldıran mı, hepsi orada. Nereye baksam, her tarafta Fatih Terim’i ve onu döven Selahattin Aydoğdu’yu görüyordum artık. Ortam olmuştu Açlık Oyunları...

En sonunda davacı tarafta herkes düştü, yaklaşık üç metrelik irice bir abi kaldı ama aynı anda üç kişiyle birden boğuşup hepsini dövüyor bu abi. Öyle bir deli kuvveti var ki adamın, Terminatör’ü versen söküp takar. Sonra arkadaşları dayak yiyince birden ortaya çıkan taksiciler gibi bir ekip belirdi. Bu iri arkadaşa daldılar. Ancak devirmek ne mümkün. Yıkılmayan Adam filmindeki Cüneyt Arkın gibi dimdik ayakta, hala sağa sola saldırıyor herif. Ben bunun yarısı kadar dayak yesem, üç ay sanayide yatırırlar. Gel gelelim dayak genlerinde mi varsa, neyse artık Adanalı’ya bir şey olmuyor gardaş. Yadigar Ejder’i döver gibi dövüyorlar, bana mısın demiyor valla. Beş dakikalık bir uğraşın sonunda adamı indirdiler, sonra da düşen itemları paylaşıp gittiler. İri adam sanırım bossmuş.

Ondan sonra çok enteresan bir şey oldu. Adliyeye iki tane yaşlı adam girdi. “Tamam çocuklar, bu kadar yeter” diye seslendiler. Bunlar tarafların babaları ve husumetin asıl yanlarıymış sanırım. “Bitirin kavgayı, biz konuştuk, dostlukla çözdük sorunu” dediler. Adanalı’nın sorunu dostlukla çözmesi bile böyle oluyormuş demek. Adana’da dayağı ara sıcak diye yiyorlarmış.

Kalkıp, barıştı millet. Garibim davacı vekilini de kaldırdılar yerden. Üzerindeki tozları, yüzündeki kanları silip, gömleğini düzeltirlerken, “Sana da ayıp oldu, kusura bakma” dediler. Avukattan “vik” diye fare osuruğu gibi bir ses çıktı yalnızca. Bela mı okudu, “Yok canım, önemli değil, olur öyle” mi demek istedi bilemiyorum. Kendisini aşırı ayarsız dövdükleri için, görüşmenin ilerleyen bölümlerinde dengede dursun diye ayağının altına kağıt falan sıkıştırdılar. Bu esnada güvenlik tam da dediği gibi kavganın bitmesinin ardından, “Dağılın bakalım, neler oluyor” diye ortaya çıktı. Ortada “önemli bir şey” olmadığını görünce de başka maceralarda yeniden buluşmak üzere oradan ayrıldı.

Adana ziyareti bana birçok şey öğretti. Mesela Edip Akbayram, “Kavgamızın şehri İstanbul” diye bir şarkı söylüyor ya, yanlış söylüyormuş; çünkü kavganın şehri Adana’ymış. İstanbul en fazla küçük tatsızlıkların, uzlaşmazlıkların, sürtüşmelerin şehri olabilirmiş. Ayrıca Adanalı arkadaşlar, “Acı bize goymaz gardaş” dediğinden ben isottan bahsediyorlar sanıyordum. Meğer o acı başka acıymış. Bir de Adana’ya giderken aklımda iki tane soru işareti vardı: 1) Dayak nedir? 2) Neden atılır? Artık bu soruların cevaplarını da öğrenmiş oldum. Yayında ve yapımda emeği geçen tüm Adanalılar’a teşekkürü borç bilirim. Adana galp ben.

OZAN GÜLHAN

https://www.avukados.com/