Konuk yazar: Murat Arslan YARSAV Başkanı

Anayasa yargısında, iptal edilen bir hukuki işlem iptal kararının yürürlüğe girmesine kadar bütün hukuki sonuçlarını doğurduğu halde, yok sayılan bir işlem hukuk düzeninde hiç gerçekleşmemiş dolayısıyla hiçbir hukuki hüküm ve sonuç doğurmamış bir işlemdir. Bu niteliği nedeniyle yokluk, ancak çok istisnai durumlarda söz konusu olabilecek bir müeyyidedir.

Yokluk, bir işlemin maddi koşullarının yokluğunu ifade etmektedir. Yok hükmünde olma ise, maddi koşulların varlığına rağmen, bu koşulları bazı biçim eksiklikleri nedeniyle yok sayılmasını ifade eder.

Anayasa’nın bir normun varlığını, bu normu ortaya çıkaran belirli bir iradenin varlığına bağladığı durumlarda, bu iradenin yokluğunun normun yokluğu anlamına geleceği de açıktır. 1982 Anayasası’nda Anayasa Mahkemesi’nin düzenlendiği 146 ilâ 153. maddelerinde Mahkemenin önüne gelen davalarda “yokluk” kararı verebileceğine ilişkin herhangi bir kural bulunmamaktadır. Bununla beraber Mahkemenin bu güne kadar önündeki bir başvuruda dava konusu düzenlemeyi “yok” hükmünde saydığı herhangi bir karar bulunmasa da, bazı kararlarında “yokluk” konusundaki görüşlerini belirtmiştir. Örneğin, 21186 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 1992 Mali Yılı Bütçe Kanunu’na ilişkin olarak verdiği bir kararında, özetle, “Yönetim hukukunda yokluk, bir hukuksal işlemin hiç doğmamış, hukuk âlemine çıkmamış sayılması sonucunu doğurur. Bu bağlamda, Anayasa yargısında yasama işlemlerinin yok sayılabilmesi ancak yetki ve görev gaspı ya da çok ağır biçim eksikliği durumlarında söz konusu olabilir.”(17.09.1992 tarih ve E.1992/26, K.1992/48 sayılı karar) demek suretiyle “yokluk” konusundaki düşüncesini açıklamıştır.

Yine, E.2007/99, K.2007/86 sayılı kararında “… (yasama tasarrufunun) hukuksal geçerliği üzerinde daha ileri bir tartışma yapmak için iptal nedenlerinden daha ağır bir hukuka aykırılığın varlığı zorunludur” demektedir.

Anayasa Mahkemesi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısını değiştiren düzenlemeye ilişkin verdiği 2014 tarihli kararında ise: “bir kanunun yokluğundan söz edilebilmesi ise yasama organının bu yönde bir iradesinin olmaması ya da anayasal düzende yasama organına verilmeyen bir yetkinin fonksiyon gaspı suretiyle kullanılması gibi hukuk âleminde hiçbir zaman varlık kazanamayacak olan durumlarda mümkündür. Kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını yerine getiren yasama, yürütme ve yargı organlarından birinin, diğerinin yerine geçmesi sonucunu doğuracak şekilde karar almaları “fonksiyon gaspına” yol açacağından, yasama organının, yasama fonksiyonu kapsamında yer almayan hususlarda “kanun” adı altında yapacağı düzenlemelerin hukuk âleminde varlık kazanabilmesi mümkün olmayacaktır. Belirtilen haller dışında kalan, kanunların veya kanun hükümlerinin Anayasa’ya uygunluk denetimi kapsamında incelenmesi gereken hususlarda Anayasa’ya aykırılığının saptanması ise ilgili kanun veya kanun hükümlerinin yokluğunu değil, iptalini gerekli kılar.” (E.2014/57, K.2014/81, Karar Günü: 10.04.2014) diyerek özetle fonksiyon gaspının olduğu durumda yani yasama organının yürütme veya yargının yerine geçerek onların yerine karar aldığı durumda ilgili işlemin yoklukla malul olacağını belirtmiştir. Bu çerçevede yasama organı, kanun veya parlamento kararıyla yürütmenin yerine geçip ilk elden idari işlem niteliğinde tasarrufta bulunduğunda ya da yargı organının yerine geçip yargısal karar niteliğinde işlem tesis etiğinde söz konusu tasarruflar yok hükmünde sayılacak ve ilgili işlemler hukuk aleminde hiç doğmamış olarak kabul edilecek, en baştan itibaren hiçbir sonuç doğurmayacaktır.

Anayasa Mahkemesinin anılan kararı dikkate alındığında, dava konusu düzenleme fonksiyon gaspı niteliğinde olup yoklukla maluldür. Birincisi; yüksek mahkemelerin düzenlendiği kurallara bakıldığında anayasa koyucunun temel ilkelere değindikten sonra istisnai olarak bazı hususların ayrıntılarının kanun ile düzenlenebileceğini ifade ettiği de görülmektedir. Ancak bu hususlara bakıldığındabunların sayma yolu ile belirtildiği ve ardından da kanunla düzenleme yapılırken yasama organının mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı ilkelerine uymak zorunda olduğunun ifade edildiği görülmektedir. Bu açıdan Anayasa’nın 154. ve 155. maddeleri incelendiğinde anayasa koyucunun bu yargı organlarına ilişkin sıkı kurallar getirerek böylelikle olağan kanunlar aracılığıyla bu yargı organlarının politik müdahalelere maruz kalmasını engellemek istediği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla da yasama organı ancak ilgili fıkralarda sayılan hususlara ilişkin kanun çıkarabilecek, sayılmayan hususlar ise asla kanunla düzenlenemeyecektir. İkincisi; Anayasal güvenceye kavuşturulmuş bir statünün sona erdirilmesi ancak anayasa değişikliği ile mümkün olabilir. Anayasa’nın 154. ve 155. maddelerinde Yargıtay ve Danıştay üyeliği için bu üyeliklere kimlerin hangi nitelikler aranarak seçileceği kural altına alınmış ve ardından da söz konusu üyelikler için herhangi bir süre sınırı koyulmamıştır. Aynı maddelerin son fıkralarında, üyelerin görev süresini kanunla düzenlenebilecek hususlar arasında da saymayarak bu konuda yasama organına herhangi bir takdir hakkı vermemiştir. Dolayısıyla böyle bir düzenleme olağan bir yasayla değil ancak anayasa değişikliği ile yapılabilir. Üçüncüsü; dava konusu düzenleme ile yasama organı yargı organının yerine geçerek yargısal nitelikte bir karar almıştır. 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun 19. maddesinde Yüksek Disiplin Kurulunun görevleri arasında, yapılacak disiplin kovuşturmasının sonuçlarına göre Yargıtay üyelerini görevden çekilmeye davet etme belirtilerek üyeliğin sona ermesi düzenlenmiştir. Ardından aynı Kanun’un, Yüksek Disiplin Kurulunun çalışmasının düzenlendiği 43. maddesinde Yargıtay üyeleri hakkında yürütülecek disiplin soruşturma ve kovuşturmasının aşamaları ve usul kuralları belirtilerek son aşamada üyelikten çekilme yani üyeliğe son verme kararına karşı ilgililerin Yargıtay Başkanlar Kuruluna itiraz edebilecekleri, itiraz üzerine verilen kararların kesin olduğu ifade edilmiştir. Bu durumda Yargıtay üyeliğinin sona ermesi sürecinde son söz Başkanlar Kurulunda bulunmaktadır. Bu durumda Başkanlar Kurulunun verdiği kararın niteliği önem kazanmaktadır. Zira eğer Başkanlar Kurulunca verilen karar yargısal nitelikte ise bu durumda yasama organı Yargıtayın yerine geçerek yargısal kararla gerçekleştirilmesi gereken “üyeliğe son verme” işlemini yasama tasarrufu ile yapmakta ve açıkça fonksiyon gaspında bulunmaktadır.

Bu noktada dava konusu düzenleme tam da bu nitelikte bir tasarruf olup yoklukla maluldür. Çünkü Yargıtay Başkanlık Kurulunun kararı yargısal nitelikte olup sadece yargı organınca kullanılabilecek bir yetkidir. Nitekim Anayasa Mahkemesi E.2008/74, K.2010/15 sayılı kararında Yargıtay Başkanlık Kurulunun disiplin soruşturma ve kovuşturmasıyla ilgili verdiği kararların idari nitelikte olmayıp yargısal ağırlıkta olduğunu açıkça belirtmiştir. Anayasa Mahkemesi anılan kararında: “…Başkanlar Kurulunun Yönetim Kurulu kararlarına karşı yapılan itirazların bir sonuca bağlanması işinin, yargısal ağırlıklı bir faaliyet olduğu ve Yargıtayın asli temyiz görevine ilaveten yasakoyucu tarafından anılan Kurula verilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Yasakoyucu Yargıtay Başkanlar Kurulunu işlevsel olarak ‘idare’ kabul etmemiş ve kanunla kendisine verilen görevleri ifa ederken bu Kurulun verdiği kararları idari tasarruf saymayarak bunları yargı denetimi dışında tutmuştur…” diyerek Başkanlar Kurulunca bu türde alınan kararlarınyargısal nitelikte olduğunu açıkça ifade etmiştir. Sonuç olarak: yukarıdaki açıklamalar ışığında: yasama organı dava konusu düzenleme ile Yargıtayın yerine geçerek yargısal kararla gerçekleştirilmesi gereken“Yargıtay üyeliğine son verme” işlemini yasama tasarrufu ile yapmakta ve açıkça fonksiyon gaspında bulunmaktadır. Bu durumda anılan yasama tasarrufu yok hükmündedir.

Diğer taraftan yukarıda ifade edilen açıklamalar Danıştay üyeliğinin sonlandırılması için de geçerlidir. 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun disiplin kovuşturması başlıklı 6. Bölümünde 67 ilâ 75. maddeler arasında Danıştay üyeleri hakkında yürütülecek disiplin soruşturması ve verilecek cezalar düzenlenmektedir. Anılan Kanun’un 73. maddesinde gerektiği takdirde hakkında soruşturma yapılan üyenin istifa etmeye veya emekliliğini istemeye davet edileceği, 74. maddede ilgililerin bu karara uymazsa istifa etmiş sayılacağı yani üyeliklerinin sona ereceği, ardından da 75. maddesinde ilgililerin bu disiplin kararına karşı dava yoluna başvurabileceği düzenlenmektedir. Görüldüğü gibi istifa etmeye veya emekliliğini istemeye davet edilen üye bu disiplin kararına karşı dava açma hakkını kullanabilecek ve bu kapsamda üyeliğin sona ermesinde son söz yargı organı olarak Danıştay’da (75.md.) bulunacaktır. Yani Danıştay üyeliğinin sona ermesi tamamıyla yargı organının vereceği yargısal bir kararlagerçekleşecektir. Oysa yasama organı dava konusu düzenleme ile Danıştay’ın yerine geçerek yargısal kararla gerçekleştirilmesi gereken “Danıştay üyeliğine son verme” işlemini yasama tasarrufu ile yapmakta ve açıkça fonksiyon gaspında bulunmaktadır.

Sonuç olarak; Anayasa’nın (hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir yetki kullanamaz (6. madde) ve yargı yetkisi Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır (9. madde)) şeklindeki düzenlemeleri açıktır. Yasama organına; 1) Anayasa ile üyelerin görevine son verilmesine ilişkin bir yetki verilmemesi, 2) Ancak Anayasa değişikliği ile yapılabilecek bir tasarrufun yasa ile yapılmasının yasa koyucunun anayasa koyucu yerine geçerek yetki gaspında bulunduğunun açık olması ve 3) yukarıda açıklandığı şekilde söz konusu tasarrufun yargısal bir işlem niteliğinde olması nedeniyle,“fonksiyon gaspı” suretiyle “ağır ve açık Anayasa’ya aykırılık” ihlali içerdiği değerlendirildiğinden yok hükmünde olduğunun saptanması bir anayasal zorunluluktur.
Birgün