Türkiye, demokrasimizin geleceği için kritik önem taşıyan Ergenekon davasına ne yazık ki hukuken hazırlıksız yakalandı... Bunun sonucunda ortaya çıkan temel sorun ise şuydu: Ergenekon davasının dosyaları, geçmişte bireylere karşı işlenen suçlara ilişkin hazine niteliğinde bilgi ve belgelerle doluyken, savcılar ve mahkemeler yargılamaları sadece hükümete yönelik darbe teşebbüslerine odakladı. Dahası dava, somut suçlar üzerinden değil de ‘örgüt üyeliği’ gibi sınırları belirsiz bir hukuki çerçeve üzerinden ilerledi. Bu ise davanın inandırıcılığını, etkisini ve potansiyel dönüştürücü gücünü zayıflattı.
Aynı hataların katmerlisinin bugün tartıştığımız 12 Eylül yargılamaları için yapılma riski var. Tabii eğer bu yargılamalar bir biçimde başlayabilirse...
Bu konuda en sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Kenan Evren ve arkadaşlarını sadece hükümeti devirme suçlamasıyla yargılamak, hem hukuken ve hem de siyasal sonuçları itibariyle yanlıştır. Onları sadece darbe nedeniyle yargılamak, bu davaların ima ettiği kaçınılmaz yüzeysellikle birlikte, ölmeye yüz tutmuş insanlara yönelmiş bir acımasızlık gibi görülebilir. Oysa bizim çok daha detaylı bir fotoğrafa ihtiyacımız var. 12 Eylülcülerin darbenin öncesinde ve sonrasında neler yaptıklarını, darbe dışında bireylere karşı hangi başka somut suçları işlediklerini görmemiz gerekiyor.
Mevcut yargı mekanizmalarıyla bu işi götürmemiz de oldukça zor. Çünkü darbe iddialarının yargılanacağı Özel Yetkili Mahkemeler, eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin devamıdır ve onların bakış açısı, devleti korumak üzerine inşa olmuştur. Halbuki Türkiye’nin kendi geçmişiyle hesaplaşabilmesi için meselelere ‘mağdurların’ uğradıkları hak ihlalleri çerçevesinden bakan, bu ihlalleri ve onların faillerinin izini süren bir bakış açısına ihtiyacımız var. 

İnsanlığa karşı suç
Anlaşılan o ki 12 Eylül yargılamaları için gerek savcıların gerekse mahkemelerin ‘favori’ maddeleri ‘hükümeti devirme’, yani askeri darbe suçlaması olacak. Oysa aradan geçen 30 küsur yıldan sonra, Evren ve arkadaşlarının işlediği hükümeti devirme suçunun zamanaşımına uğrayıp uğramadığı hukuki olarak tartışmalı bir konudur. Buna karşılık, hem zamanaşımı belirsizliğine son vermek ve hem de bu davaları hak ettikleri derinliğe kavuşturmak için başkaca yasal hükümlerin uygulanması gerekiyor.
Bu hükümlerin başında da 2004 yılında baştan sona yenilenen Ceza Yasamıza eklenen (ve daha önce karşılığı bulunmayan) ‘insanlığa karşı suçlar’ hükmü geliyor. Yasanın 77. maddesine göre, kasten öldürme, kasten yaralama, işkence, kişi hürriyetinden yoksun bırakmak gibi suçlar, siyasal nedenlerle, ‘toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak’ işlenirse ‘insanlığa karşı suç’ niteliği kazanıyor. Yine maddenin son fıkrasına göre, insanlığa karşı suçlardan dolayı zamanaşımı işlemiyor.
12 Eylül’de meydana gelen hak ihlalleri ise pek çok unsuruyla birlikte insanlığa karşı işlenmiş birer suçtur: Toplama kamplarına dönüşen stadyumlar, 650.000 gözaltı, yüz binlerce işkence vakası, resmi rakamlara göre 171 işkence sonucu ölüm, 210.000 dava, idamlar ve bu şekilde uzayıp giden bir liste...
Özellikle de 12 Eylül’ün alametifarikası niteliğindeki sistematik işkencenin ve kitlesel adil olmayan yargılamaların ceza yasası bakımından insanlığa karşı suç oluşturduğuna hiç şüphe yok. Bu durumda geriye bir soru kalıyor, 2004’te yürürlüğe girmiş bir yasa, 30 yıl öncesinin olaylarına uygulanabilir mi? 

AİHM’nin verdiği açık çek
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önüne gelen bazı davalar aracılığıyla bu soruyu zaten yanıtlamış durumda. Kononov/Litvanya davasında AİHM, tam olarak bu meseleyi ele alıyor ve insanlığa karşı suçlarla savaş suçları söz konusu olduğunda, ceza yasalarının geriye yürütülmesinin, yani yeni hükümlerin eski olaylara uygulanmasının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’yle uyum içinde olduğuna hükmediyor. Yine AİHM, Kolk ve Kislyiy/Estonya davasında insanlığa karşı suçlar söz konusu olduğunda zamanaşımı sürelerinin işlemeyeceğini belirtiyor.
AİHM kararları sadece Ceza Yasası’nın 77. maddesinin geçmişe uygulanmasını güvence altına almıyor, ama aynı zamanda insanlığa karşı suçlar için yepyeni hukuki düzenlemeler getirilmesine de olanak tanıyor. Bu kararlar, Avrupa’nın en yüksek mahkemesi tarafından verilmiş birer açık çek niteliğindedir.
Yeni hukuk anlayışı
İşte, 12 Eylül’ü yargılama işini de asıl olarak söz konusu ‘insanlığa karşı suçlar’ çerçevesi üzerinden yapmak lazım. Benim önerim, 12 Eylül’ün tüm işkence mağdurlarının hikâyelerinin detaylı bir şekilde mahkemeler veya bu amaçla kurulacak komisyonlar tarafından kayıt altına alınmasıdır. Sonrasında devlet bütün mağdurlardan özür dilemeli ve tazminat ödemeli. İşkenceciler de tek tek tespit edilerek yargılanmalılar. Bütün bu yargılamalar/idari işlemler, Türkiye tarihinin yeniden yazıldığı bir sürece dönüşebilmeli. Tabii medyanın ve parlamentonun ciddi desteği olmadan bu çapta bir işe girişilemeyeceği de çok açık...
Sadece 12 Eylül değil, yine insanlığa karşı suçlar bahsine dayanarak, darbeye giderken yapılmış tüm kitlesel kıyım ve katliamların dosyalarının yeniden açılması gerekiyor. 1977 1 Mayısı’ndan tutun da Alevi katliamlarına kadar...
Ancak bütün bunları yaparak, darbe, işkence ve kitlesel kıyım tehdidinin sonsuza dek ortadan kalktığı bir
Türkiye’yi garanti altına alabiliriz.
Ulaşacağımız yer, çok da derin bir yer değildir.

Orhan Kemal Cengiz/Radikal