Kim ne derse desin;
Türkiye, ekonomi konusunda hiç de başarılı bir ülke değil.
“Nereden belli ki?” denebilir şüphesiz.
Bir göz atın efendim o zaman; bir el-alemin bir de bizim milli gelirimize bakın… 
Hele de o milli gelirden sıradan adamlarımızın başına sadece “hesaben” kaç para düştüğüne; 
İsterseniz önce şu bir kaç ülkenin kişi başına düşen milli gelirini de söyleyelim, bizimkini de tabii.
Sonra siz istediğiniz gibi yorumunuzu yapın:
-Hollanda 51.410
-Avusturya 50.504
-Belçika 48.110
-İtalya 37.046
-İspanya 33.298
-Güney Kıbrıs 31.435
-Yunanistan 27.875
-Macaristan 14.808
-Polonya 13.967
-Türkiye 10.565 dolar.
“Sadece hesaben” dedik ya… şimdi bunu açalım biraz: 
Yani bizim memleketin şu gizli-açık kırk küsur kişi dolayındaki dolar milyarderlerini de “aramızdan birileri” olarak kabul edip ülkenin tüm gelirlerini tüm yurttaşlarımıza eşit biçimde paylaştırdıklarında “herkese” 10.565 dolar düştüğü “hesap ediliyor.”
Eee, dolar milyarderliğinde maşallah sadece “serveti alenen bilinip küresel istatistiklere yansıyanlardan” 40 küsur kişiyle bile bu ülkelerden çoğuna fark attığımıza göre, çıkaralım onların milyar dolarlarını bizlerin de dahil edildiği o “adam” hesabından; ayıralım onları bir kenara; bakın o zaman “diğer adam”lar için milli gelirdeki “adam başı” paylar kaçar paraya düşüyor?
Çok kabaca söyleyelim mi?
Aslında rakamlara da hacet yoku ya; nüfusun yarısı zaten “yoksulluk sınırı”nın altında. 
Bunun en az yarısı da “açlık sınırında”.
Bu fakirlik, bu zaruret, hükümetin şu ya da bu yolla on milyonun çok üzerindeki kişiye şu ya da bu şekilde verdiği “sosyal destek” ile de “açık” edilmiyor mu?
Ne düşer o açların, yoksulların “adam başına” dersiniz?
Arzu eden gitsin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yayınladığı faaliyet raporlarına bir göz atıp tam rakamları öğreniversin.
O raporların bir yanı öğünmelere vesile edilen acaip bir “sosyal destekçilik”; çevir arka yanını, acaip bir yoksulluk, milyonlarca aç, avuç açmışlar kitlesinin varlığını kabul ve ilan.
*
Neden bu tablo?
Tabii ki bu durumu belirleyen unsur, yukarıdaki listede yer alan falan ülkenin toprağının daha bereketli, filan ülkenin yağmurunun daha bol, güneşinin daha parlak olması değil.
Haydi bizde bir dönem için yağmur yağmadı,
Haydi bir dönem güneş açmadı 
Arada da deprem oldu, sel bastı falan diyelim ama…
İçinde bulunduğumuz durumun asıl nedeni, büyük ölçüde ekonomi politikalarının başarısızlığı, o politikaları yürütenlerin vizyonsuzluğu, kötü gidişe aldırmazlığı ya da bunlardan daha da “ağır durumlar” değil mi?
Peki neden suçun büyüğü politikalarda ya da politikacılarda? 
Kendi toplumumuzun yani halkın da payı yok mu bunda?
Aslında yok.
Çünkü toplumları yönetenler, onlar adına karar verenler hep politikacılar değil mi?
“Sizi en iyi biz yönetiriz, bu işleri en iyi biz yürütürüz” demiyorlar mı bizzat kendileri?
Tabii ki…
Batırsalar da çıkarsalar da onlar.
Örneğin, yukarıdaki rakamlara bakınca kimsenin itiraz edemeyeceği bu “fakir” ülkede 32 tane “aşikar” şu kadarı da kafası kuma gömülü gizli dolar milyarderi çıkarken halkın yarısından fazlasının yoksulluk sınırı içinde debelenmesi bu ülkedeki çok vahim çarpık gelir dağılımını göstermiyor mu? 
Bu çarpıklığın asıl nedeni; bu ülkede milyonlarca kişi aç, işsiz gezerken birilerinin çok kolay zenginleşebilmesini sağlayan ekonomi politikaları değil mi?
Neden bizden çok çok daha zengin olan İngiltere’de, Kanada’da, 29’ar Fransa’da 31 dolar milyarderi varken bizde kırk küsur tane ve bir kısmı gizli?
*
Bir de… Neden bu ülkede eğitim düşük ve insanlar bir sayın bakanın söylediği gibi ancak “ara eleman” olarak yetiştirilmek durumunda?
Bu bir politik tercih değil mi?
Bir ülkede insanların bilim yerine hurafe ile eğitilmesi, sonra da onların ancak “birilerine” hizmet edecek “ara elemanlar” düzeyinde bırakılması kimin tercihidir?
Kim bu ülkenin bütçelerinden en büyük payı bilimsel eğitim yerine diyanete ayırmıştır?
Niye “liyakat”in yerini “siyaset ve biat” almıştır?
Niye eğitimin kalitesi bu kadar düşmüş, bilimden fenden bu kadar uzaklaşılmıştır?
Bakın elimdeki OECD 2013 istatistiklerine göre bazı ülkeler eğitime öğrenci başına kaç dolar harcıyorlar:
Luxenburg 19.479 
İsviçre 17.678
Norveç 14.299
Avusturya 13.345
ABD 11.843
Belçika 11.584
İngiltere 11.545
İsveç 10.014
Hollanda 10.552
Almanya 10.266
Fransa 9.670 
İtalya 8.783
İspanya 7.763
Polonya 6.644
Macaristan 4.589
Türkiye 3.327
Ne dersiniz? Bu harcamalara göre dünyada hangi milletlerin çocukları bilim adamı, hangilerinin çocukları ancak ara eleman olarak yetişir?
Biliyor musunuz; OECD, 3 yılda bir yayınladığı ve ülkelerin eğitim sistemlerini ölçtüğü Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Raporuna göre (PISA 2016) Türkiye, 64 ülke arasında 45. sırada yer alarak yine OECD ülkelerinin gerisinde kaldı. Matematikte 45’nci, okuduğunu anlama da 37’nci ve fen bilgisinde 41’nci oldu.
Bu durum ortada iken hangi ekonomik kalkınmadan, hangi başarıdan söz edebileceksiniz ki?
*
Ya vergi düzeni?
Yani devletin bu ekonomide birilerinden alıp birilerine verme, devletin yükünü sırtı kalınlara taşıtma, üretimi kollama meselesi?
Ne gezer…
Bir kere -fakir fukara varken- devletin yükünün üst gelir gruplarına taşıtılması diye bir politika yok.
Çünkü verginin sözüm ona yüzde 70’i, bana göre en az yüzde 80’i kazanan ya da servet sahibi olana değil “tüketiciye” yani “zengin-fakir”, “aç-tok” ayırt edilmeden tüketiciye ve dolayısıyla halka yüklenmiş.
“Apaçık” bu yük sıradan vatandaşın ekonomisine devlet eliyle baskı değil mi?
Alınan her bir kuruş vergi onun refahını bir kuruş daha eksiltmekte değil mi?
Hemen her yılın vergisinin bir biçimde “yapılandırıldığı” “barış”a sokulduğu bir düzende büyük kazançların, rantların kanunlarda yazıldığı kadar bile vergilendirildiğini söylemek mümkün mü?
Bunca işsizlik varken “istihdam” yani adam çalıştırma üzerine bu kadar vergi yükü bindirilmişse acaba kim kimi istediği gibi çalıştırabilir, haydi çalıştırdı diyelim; o vergi yüklü işçilik maliyetleriyle kim doğru dürüst üretim yapabilir, ihraç edebilir, düşük tutulan kurlarla cazibe yaratan ithal mallarıyla rekabet edebilir de yerli üretimi ve dolayısıyla bu ekonomiyi ayaklandırabilir, dolayısıyla insanların karnı doyabilir?
Vergi yükünü dağıtan, ithalat rejimlerini düzenleyen, döviz politikalarını belirleyen yine o iktidar politikacıları değil mi?
Şimdi “Garibim” de her yerden mantar gibi yükselen binalara, başkalarına yaptırılıp bedelini kat be kat fazlasıyla kendinin ödeyeceği köprülere, tünellere bakıp “amma da kalkındık” diyor…
İyi de bu dünyada kalkınma denen şey o binaların yüksekliğiyle, köprülerin uzunluğuyla ölçülmüyor ki?
Bir de şöyle anlatayım ben ona;
Git o en yüksek binaların dibine, dik kafanı yukarıya bak şimdi.
O “kalkınma” sandığın, kalkınma diye gördüğün binanın en tepesi ile senin başın arasındaki bilmem kaç katlık mesafe var ya, işte seninle “kalkınma” arasındaki mesafe tam da odur.
Şimdi bir kendi “adam başına” bak, bir adamlarınkine.
Ondan sonra söyle bu ekonomi politikasıyla nasıl da yükseldiğimizi, bu işlerin seni ne kadar mutlu ettiğini.